DOLAR 32,5921 0.24%
EURO 34,8228 0.45%
ALTIN 2.420,84-0,48
BITCOIN 21502140,23%
Ankara
25°

KAPALI

16:54

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Melâl

Melâl

20 Ocak 2016 Çarşamba

Dert-li-leşme

Dert-li-leşme
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ne vakit korkulu bir düş görsem, “akar suya anlat” derdi annem.

Kızılırmak uzak, Ankara çayı tuzak olduğundan Rıfat Ilgaz’a selam durup tam bir apartman çocuğu edasıyla banyodaki musluğu açar başlardım anlatmaya. Bu eylemin su faturalarını kabartması hasebiyle bir süre sonra “oku üfle de yat!” önerilerinin muhattabı oldum. Sonra denizle tanıştım, ona anlattım dilim döndüğünce. Her akşam sahillere vurmamı yadırgadı çoğu arkadaşım,zamandaşım. Sabahattin Ali “Sıkmadan anlatmasını bilen yegane geveze denizdir” dese de ikincil geveze olarak sahilleri mesken tuttum. Lâkin ya körfez idi sularına korkularımı saldığım, yahut boğaz… Alıp götüremediler de karşı kıyıya çarpıp geri döndürdüler zahir anlattıklarımı. Eskihisar’dan bağırsam Yalova’dan, Üsküdara ünlesem Beşiktaş’tan, Harem’den haykırsam Sirkeci’den döndü sesim. Geldi yine beni buldu tüm korkular sorular…

Sonra üç bölge ötede bir hayat seçtim kendime. Türkiye haritası üzerinde İstanbul’dan başlayan 1400 km’lik bir köşegen çizip Diyarbakır’a geldim.

Ne yalan diyeyim, gidip görmeden evvel haritaya baktığımda, şehri kıvrım kıvrım dolanarak geçen maviliği gördükçe içim açılmıştı. Dicle’nin heybetini hayal etmiş, nihayet anlattıklarımı alıp götürecek bir akar suyun dizinin dibine gidiyor olmaktan müthiş bir mutluluk duymuştum.

İlk hayal kırıklığımı şehre gelmemin üzerinden epeyce zaman geçmesine rağmen hala Dicle’yi göremeyerek yaşadım. Çünkü tüm medeniyetler suyun üzerine/yakınına inşa edilmişken, Dicle bu topraklarda resmen tecrit edilmiş kendisinden kaçılmış bir hastalık muamelesi görmüştü. Anlam veremedim. Kabullendim. Yüksek gri duvarların önünden geçerken “Biliyor musun şu kolordunun arkası Dicle” dediğinde sevdicek, görmesem de sevindim içten içe.
Sonra bir gün On Gözlü’ye gidip anlatmaya yeltendim. İkinci hayal kırıklığımı da Dicle’nin yorgun, ağır aksak ve bıkkın akışıyla yaşadım.

Dicle çok büyük acılar taşımıştı yüzyıllar boyu ama benim de anlatacaklarım vardı :

Dedim “Gurbetlik!” ; Dedi “Doğduğum topraklardan kilometrelerce ötelere dökülürüm,bana mı dersin?”
Dedim “Hasretlik!” ; “Yüzyıllardır akarım  iki kıyım birbirine kavuşmaz,bana mı anlatırsın?” dedi.
Dedim “Sevda” ; Suzan Suzi türküsünü çalmaya başladı ıslık ıslık.
Dedim “Vuslat?” ; “Ömrümce Fırat’la kavuşmaya heves eder dururum, Kavuşur kavuşmaz,iki satır muhabbet edemeden, sarışıp karışamadan denize dökülür yok olurum… Sen ki sevdiğinin yanındasın, vuslatı bana mı sorarsın?” dedi.
Dedim “Sıla?” ; “Elazığ’ı bir doğumumda bilirim,daha da dönüşüm yoktur geriye, sen ki dönüşün mümkün,bana mı dert yanarsın?” dedi.
Dedim “Acı, korku, ölüm!” Dedi “Yüzyıllardır taşırım da bu dediğini, Anadolu’dan Basra’ya, buralarda bitmedi bitmeyecek bu yük bu elem…”

Cebimde bir avuç çakıl taşı ile indim o köprüden. Daha dertlenmiş daha da gama kedere boğulmuştum.

Sonra çivi çiviyi söktü…
Büyüdüm. O gün büyüdüm.
Sonra bir daha ne rüya gördüm ne korktum.
Sonra oturup bu yazıyı yazdım.
Okuyan gözler dert görmesin diye diye.

Devamını Oku

İnsan Ne İle Yaşar Tolstoy Amca?

İnsan Ne İle Yaşar Tolstoy Amca?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsan ne ile yaşar Tolstoy Amca?

Maslow’cuğum, sen dur bi allasen. Zaten kafam karmakarışık. Senin anlatmaya çalıştıklarının içinden sadece “piramidi” algıladı zihnim, o da “şeklen”. Senin ihtiyaçlar hiyerarşisi diye afili laflarla söylediğini biz fen bilgisi derslerinde “besin piramidi” diye çizer en alta yani en geniş olan bölmeye de “ekmek” yazardık. İnsan ekmekle mi yaşar Tolstoy Amca? Hayatımızı idame ettirmek için çalışarak kazandığımız ( bazılarımız için kazanarak çalıştığımız diye düzeltmeli bunu ) paraya neden “ekmek parası” denmiş, bu yüzden mi?  Cevap verir misin Tolstoy Amca… “Bir kız sana emmi dedi” evet ama sen Karacoğlan değilsin Tolstoy Amca. Ekmek diyorduk, dağıtma konuyu.

Oo Aziz Abim gelmiş. Hoş geldin abiciğim. Kulak misafiri mi oldun konuşmalarımıza? Yaşar Yaşamaz’ın yaşaması için ne ekmek ne para, sadece bir kimlik gerekliydi. Doğrusun Aziz Abi, Yaşar’lar nüfus cüzdanıyla yaşar/yaşatılır. “Bir anadan dünyaya gelen yolcu” bir kimlikle var oluşunu tamamlar, eyvallah da bir “kimliği” olduğu için öldürenleri ne yapacağız o zaman güzel abim? “Ermeni” diye öldürülen Hrant’ı “Gazeteci” diye öldürülen Uğur’u “devrimci” diye asılan Deniz’i, “Gezici” diye katledilen Ali İsmail’i “Sağcı” diye idam edilen Ali Bülent Orkan’ı  “Kürt” diye işkence görenleri ne yapacağız? İnsan buralarda kimlikle yaşayamaz ancak kimlikle bi güzel ölür abi…

Vee huzurlarınızda San’at güneşimiz Zeki Müren… “Ötesini bilemem lâkin ben “Alkışlarla yaşıyorum”  diyorsunuz madem, ıslıklı mı daha makbul ıslıksız mı diye sorasım geldi size Zeki Bey. “Reca ediciiim” alınganlık yapmayın, alay etmiyorum sizinle zira haddim değil. Seçimler yaklaşıyor da bizim buralarda “Milletçe Alkışlıyoruz” biz de bir şeyleri kendi çapımızda. Hani alkışın “yaşatıcı” etkisi varsa bilelim ona göre ayarlayalım dozajını diye dedim. Ah Zeki Bey bilseniz neler neler oldu siz buralardan gittikten sonra. Biz protesto amacıyla kullanır olduk alkışları. Hem gazino kültürü iyice ayağa düştü. Nerdee o alkışlarla inleyen Maksimler, sizin de öncüsü olduğunuz o T koridorlarda yürümelerin hazzı filan? Milletçe başka başka şeyleri Alkışlıyoruz artık biz. Yüksek müsaadelerinizle efenim, ben artık kalkayım. Unutmadan, Siz gerçek bir güneşsiniz, zira bu ışığın başka bir açıklaması olamaz…

Nazım Bey Nazım Beey! Merhabaa! Müsait misiniz diye soracağım ama bugün pazar ve siz dayamışsınız sırtınızı duvara, gökyüzünün sizden bu kadar geniş bu kadar uzak ve bu kadar mavi olduğuna şaşırarak, bulutları izliyorsunuz. Toprak güneş ve siz müthiş bir bahtiyarlık içindesiniz. Ne güzel! Beni de kabul buyurun lütfen meclisinize. İnsan ne ile yaşar bunun cevabını arıyorum ben Nazım Bey. Evet çok haklısınız… Kan pompalayan bir kalp, solunum yapan bir ciğer ve daha pek çok biyolojik hadise, yaşıyor olmak için yeterli değil. Ahh ne güzel dediniz, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Bizim ormanlarımızı yok ettiler, ağaçlarımızı kestiler korularımıza imar izni verdiler Nazım Bey. Ormanı ağacı geçtim parklar bile rantlar uğruna harcandı yıllardır. Çok doluyum bu konuda. Lütfen beni bağışlayın, tutamadım kendimi. İnsan ne ile yaşar Nazım Bey… Bu iç çekişiniz aslında en mukaddes cevap ancak biz böyle melâli anlamaz bir nesil olduk yirminci asırlarda… Melâlden ziyade Celâl prim yapıyor bizim meydanlarda ne vakittir… Varsın ben sizin bu iç çekişinizi bu sûkunetinizi bileyim cevap olarak, aktaramasam da anlatamasam da, bende kalsın bu bakışlar… Kendinize iyi bakın olur mu, zira biz sizi çok özlüyoruz…

Allahım! Gözlerime inanamıyorum! Elinde bağlaması, yeşilmisi gri tonlarda  cepkeni, gömleği kasketiyle usul usul bana yaklaşıyor bir siluet. Onu ilk gördüğüm andan itibaren kalbim çarpıyor amma adını dilimden dökebilmek için iyice yakınlaşmasını bekliyorum. Neşet Ertaş bu! Türküleriyle büyüdüğüm bağlamasının bağrına dokunuşundan tanıdığım,”göñüldiyişine vurulduğum,bir “garip” bir “üstad” Neşet Ertaş bu. Tatlı dile güler yüze doyulur mu diyen Neşet Ertaş. Sanki derdimi bilerek yüzüme gülen Neşet Dedem… Dedemin asker arkadaşı, Bozkır’ın tezenesi, Muharrem Usta’nın oğlu Neşet…

Ağzımdan tek kelime dökülemiyor, lâl olmuş izliyorum onu öylece. Gülümseyerek yanıma geliyor bir yer bulup oturup bağlamasını kucağına alıyor. Yanıbaşında bi yer de bana ayırıp eliyle gel buraya otur diyor. Büyülenmişçesine yanına gidiyor mimiklerini dikkatle takip ediyor ve yine tek kelime edemiyorum. Oysa sormak istiyorum, insanı, insanın ne ile yaşadığını… Anlatmak istiyorum ondan öncekilerin neler dediğini. Anlatamıyorum. Aslında çok konuşmak da değil niyetim… İstiyorum ki o anlatsın hep.

“Yolcu!” diyor bana… Hitabın muhattabı benim ama “buyrun” diyemiyorum. “İnsan ne ile yaşar der gezersin kapı kapı. Soruna cevap olmaz amma, gel buyur dinle beni. Düşün sorduklarımı, belki ben garib’in bir faydası olur sana…

Neşet Dedem, bağlamanın bağrına dokunuyor tezenesiyle… Ve Yolcu türküsünü söylüyoruz göz yaşları içinde ;

[Dinlemek isteyenler için : https://soundcloud.com/askintaskin/ne-et-erta-yolcu ]

Bir anadan dünyaya gelen yolcu
Görünce dünyayı gönül verdin mi
Kimi büyük kimi böcek kimi kurt
Merak edip hiç birini sordun mu

İnsan ölür ama ruhu ölmez
Bunca mahlukat var hiç biri gülmez
Cehennem azabı zordur çekilmez
Azap çeken hayvanları gördün mü

İnsandan doğanlar insan olurlar
Hayvandan doğanlar hayvan olurlar
Hepisi de bu dünyaya gelirler
Ana haktır sen bu sırra erdin mi

Vade tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan
Varıp bir canana ikrar verdin mi

Garip bülbül gibi feryad ederiz
Cehalet elinde küsmü kederiz
Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu…

Ve Bütün sorular cevap buluyor…

Hamiş : Sen de yalanmışsın Tolstoy.

Devamını Oku

Dem Bu Dem : Gün’Dem

Dem Bu Dem : Gün’Dem
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Benden akıllı olmasın, akıllı telefonumun ekranına sayın yönetim kurulu başkanımız Fatih Bey’den (Ersoy) 1 kısa mesaj düştüğü esnada, takip etmekte olduğum gündem, damağımda demini almamış acı çay tadı bıraktığı için yüzüm ekşimişti. Yanlış anlaşılmasın, bu gastrit sancısı çekiyormuşçasına buruşturduğum yüzün müsebbibi olarak kendisini görmesin diye girizgâhı böyle yapmak istedim.

Mesaj içeriğinde âli başganımız beni ev alıp evlenelim başlıklı yazımda bahsini eylediğim evli karakterlere benzetmiş, bu ortalıktan kaybolmuş merdümgiriz yazı yazmayan ahvalim için sitemlerini iletmişti.

 Bilmezdi ki, mesai gezegeninde bütün gün Küçük Prens’in “sayıları seven adamı” gibi üç artı beş artı on iki artı yediyüzyirmibeş diyerek tahakkuk evrakları hazırlamakta, öğle aralarında yemektarifleri.com gibi  sitelerde “akşama ne yapsam? Keşke sabahtan nohut ıslatsaydım” çaresizliğine bürünmekte ve evlilik müessesesinin çarkını döndürebilmek için mütemadi bir çaba sarf etmekte iken insan yazı yazmaya vakit bulamıyor.

 Bilemezdi tabii… Ki en kısa zamanda bilsin isterim. (dil çıkaran smiley)

Neyse, dağılmasın konu. Emir büyük yerden. Şöyle bir gündeme göz atayım derken düşüncelere dalıyorum: O mesaj ekranıma düştüğünde savcılar makamlarında esir alınmamış, şehit edilmemiş, ülkenin –evet ülkenin, koskoca bir ülkenin- elektrikleri saatlerce kesintiye uğramamış, yine aynı ülkenin başbakan yardımcısı yıllardır başkentinin belediye başkanlığını yapmakta olan zât-ı muhtereme “parsel parsel sattınız” dememişti henüz. Damağımda demini almamış çay tadından ziyade kezzap etkisi yaratan şu haber akışı, bilgisayarı kapatıp kaçmaya meyletmeme sebep oluyor. Fakat direnmeliyim… Zira ne Nuh var ortalıkta ne gemi, kaçsam, kaçsak nereye kaçacağız?

Düşünmek tehlikeli bir iştir bayanlar baylar. Bir kez başladınız mı o ilk çıngıyı bir çaktınız mı, zihninizin gökyüzünde havai fişek gösterileri başlar. Mısır patlağı gibi çatapata devinim moduna geçer gri hücreleriniz. Düşünceleriniz kafatasınıza çarpar canınızı acıtır. Bu yüzden benden size tavsiye çok sivri uçlu belirgin köşeli düşüncelerden kaçının. Daha esnek, badminton topu gibi ne bileyim kuş tüyü gibi havada uçuşan çarpsa da zarar vermeyecek şeyler düşünün. –Yazar burada düşünmeyin diyor-  ve kendinizi sığ(ır) bir insan olma yolunda geliştirin.

Mesela, ülkenizde elektrikler saatlerce gittiğinde, her bir saati ülke ekonomisi için milyon dolar demek olan fabrikaları,hastahanelerin yoğun bakım ünitelerini, evde cihaza bağlı yaşayan insanları düşünmeyin.  “Ampöl söndöö” “trafoya kedi girdi” “faturayı ödemeyince elektrikleri kestiler” gibi geyikler yapın sanal mecralarda. Bol beğeni alın. Ta ki şarjınız %15i görene dek çılgınlarca espri kasın. Üretimin durması iş gücü kaybı filan derse birileri “her şey fabrika mı demek yau, bak memlekette ayfon fabrikası da yok ama hepimizde ayfon var dünya artık globaleşiyo” diye savunun kendinizi.

Mesela ülkenizin savcısı makam odasında kalleşçe katledildiğinde “dövlöt yöptö” “derin devletin işi bunlar hep” “mit var işin içinde mit” gibilerinden kahvehane muhabbeti çevirin. Memleket medyası savcının terzilik yaparak okuduğunu servis etsin. Huriye Teyzelerin günlerde “Ay bak görüyo musunn terzilik yaparak okumuuş yazıık” demesinden daha öte bi işlevi olmayacak olan bu bilgi manşetleri süslesin. Birileri hak hukuk adalet,adliyede güvenlik zaafı, savcısını koruyamayan devlet filan derse önemsemeyin. Sonuçta biz devlet için devlete rağmen yaşayan mikroorganizmalarız tepelerden bakıldığında.Bir ölür bin diriliriz. Kalbi olan her insan kadar üzülün,babasını hep elleri kolları bağlı ağzı bantlanmış şekilde hatırlayacak olan çocuğa.Fazlası gereksiz.

Mesela, bir ülkenin başkentini parsel parsel satmasıyla suçlanan belediye başkanına twitterdan laf sokma yarışına girin. Caps filan ne varsa toparlayın, elinizden geldiğince komik olmaya RT almaya çalışın. Sormayın nereler kimlere satılmış,Eymir gölünün üzerinde ne planlar dönüyor,ODTÜ orada olmasa neler olur,hiç dert etmeyin. Sonuçta ne satan sizsiniz ne de satılsa dahi alacak/alabilecek olan. Size ne? Arkadaş ortamında gündem hakkında bir iki laf etmek durumunda kalırsanız, #Paralel #parsel parsel   #mağduriyet ve  #seçim taglarini  ekleyin. Tamamdır.

Kadın cinayetlerinden konuşmanıza onlara hayıflanmanıza ise pek gerek yok. O geçen ayın trendydi. Geçtiğimiz ay Özgecan için fazlaca üzülüp gözyaşı döktünüz zaten.Hızla değişiyor gündem..

Değişiyor dünya, değişiyor her şey..

Sloganlar değişiyor.

Susma sustukça sıra sana gelecek diye inlerdi meydanlar bir vakit.

Sustukça değil, böyle boş boş konuştukça gelecek sıra artık bize.

Geldi belki de, kim bilir?

Devamını Oku

Sosyalmedyaizm

Sosyalmedyaizm
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Şu hayat sahnesinde ne zaman “yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim” demeden önce kendimizi bir kaç cümleyle anlatmamız istense hobili fobili ezber cümleler kurduk hep. Hobilerimiz arasında hep kitap okumak müzik dinlemek oldu ne hikmetse. Biri de çıkıp demedi ki “ nasıl ki yemek yemek su içmek diye hobi olmuyorsa, kitapla müzikle de hobi olmaz evladım!” Demediler yani. Temel ihtiyaçtan saymadılarsa demek…

Neyse ki o “yavan” eylemlerden yavaş yavaş sıyrılarak yeni yeni eğlenceler buldu kendine ademoğlu. Gelişen teknolojiyle birlikte elbette. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilemeden evvel kurması gereken “kendini tanıtma” cümlelerinin yapısı da değişti hâliyle. Twitter fenomeniyim. Instagram fotoğrafçısıyım. Foursquare gezginiyim. Blogger’ın ustasıyım gözlerinin hastasıyım diye giden ilginç tanımlamalar çalınır oldu kulağımıza sıklıkla.

Çoğunluğu “mikroblog” mantalitesiyle tasarlanan sosyal ağların fitilini ateşleyen Facebook yavaş yavaş istila edilmeye başlandığında, sosyal paylaşımın zeki çevik ahlaklı ve ele avuca sığmayan çocukları tehlikenin farkına varıp kendilerine yeni kurtarılmış bölgeler aramaya başladılar. Akıllı telefonların, tabletlerin,mobil internete ucuz ve kolay erişmemiz için gece gündüz çalışıp çabalayan GSM şirketlerinin de çabasıyla, sosyal paylaşım devrimi hayatımıza müthiş bir şekilde entegre olabildi.

İlkokul arkadaşımızı bulmanın sevinciyle çıktığımız bu yol, aynı ortamda bulunmaya dahi tahammül edemeyeceğimiz insanların da hayatımıza sanal da olsa müdahil olabilmesine olanak sağladığı için adeta elimizde patlayan bir bombaya dönüştü.

Neyse ki silikon vadisi imdadımıza yetişti ve yeni uygulamalar, hayatımızı istediğimizle istediğimiz şekilde paylaşacağımız gizlilik politikaları ve daha da önemlisi “istilacı kullanıcıların” algılamakta/çözmekte zorlanacağı farklı site tasarımları ile kurtarılmış bölgeler yarattılar.

Kiminle nerede olduğunuzu ne yaptığınızı nasıl eğlendiğinizi neler yiyip içtiğinizi fotoğraflayarak belgelendirip sosyal ağlarda paylaşma çılgınlığı bir süre sonra gövde gösterisine dönüştüğü için özellikle ergenlik döneminde olması hasebiyle kendine bir etiket bir sınıf bir aidiyet arayan güruhun felaketi oldu. Bunları ben söylemiyorum. Götebörg üniversitesinde yapılan bir anket sonucunda başkalarının hayatlarını sosyal ağlar üzerinden takip eden internet kullanıcıların, bunları kendi hayatlarıyla kıyasladıktan sonra bunalıma girdikleri ortaya çıkmış.. Araştırmayı yapan gruptan Leif Dent, bu durumu sahte bir hayata benzeterek, “sosyal ağlarda insanlar, hayatlarının en güzel anlarını ve en güzel resimlerini paylaşır. Bu paylaşımlar diğer insanların yanılmasına sebep olur çünkü paylaşımı yapan insanın gerçek hayatını veya mutsuz anlarını göremezsin. Başkalarının sanal hayatını kıskanmak, sosyal paylaşım siteleriyle beraber insanları etkileyen problemler arasına girdi” diyor. Ergenlik öncesi ve ergenlikte sosyal ağların ve teknolojinin sürekli ve uzun saatler kullanılması kaygıya, depresyona ve daha başka psiko-patolojilere neden olabildiği düşünülüyor.

İşin buraya kadar olan kısmı sosyal ağların salt eğlence/hoşça vakit geçirme hatta çoğu zaman oyun eksenli kullanımı için ettiğimiz laflardı. Sosyal ağların toplumun üst tabakası sayılan “devlet büyükleri” yahut “ünlüler” diye tabir edilen, ve yönetimler/hiyerarşik katmanlaşmalar sebebiyle hep “ulaşılmaz erişilmez” görülen kesimler tarafından da gayet aktif bir şekilde kullanımı, diğer paylaşımcıların onlara bu denli kolay ulaşma şaşkınlığı yahut hayatlarını bu denli yakından görme imkanı buluşu, sosyal medyaya olan bağlılığı perçinlediği kanaatindeyim. Zira “Facebook” “Myspace” gibi ağlar insanların boş vakit geçirdiği yerler olarak düşünülürken valinin kar tatilini, bakanın memur alımını, parti liderinin vaatlerini, sanatçının konserlerini duyurduğu twitter bir anda toplumun nazarında level atlayarak “önemli” klasörüne taşındı.

Sosyal Medya çağın en sık başvurulan bilgi kaynağı ve günde milyonlarca insanın giriş çıkış yaptığı uğrak mekanı. Hatta çağlar ve ideolijiler düşünüldüğünde, çağımızın kapitalizmden sonra gelen ideolojisine “sosyalmedyaizm” (sosyalizme de selam gönderip) diyerek nükteli bir tespit yapmış oluruz. Bunun toplum üzerindeki kısa ve uzun vadedeki etkileri ne olur,sosyal anlamda iki lafı bir araya getiremeyen konuşma güçlüğü çeken bir nesil mi yoksa yazarak kendini ifade etme konusunda ustalaşmış bireyler mi yetiştirir bilinmez… Ama kimliklerini saklayarak diledikleri kadar saldırganlaşabilme ve edepsizleşebilme hakkı tanıdığı için, çok fazla kişilik bozukluğu vakasının bizi beklediğini söylesek yanılmış olmayız, ne dersiniz ?

Devamını Oku

Ağzımızın Tadına Sahip Çıkalım, Kaçmasın

Ağzımızın Tadına Sahip Çıkalım, Kaçmasın
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Günaydın, güneşsiz bir cumartesi sabahından sesleniyorum size… Birazdan yazacağım satırların tamamı, cumartesi sabahı kahvaltısında “omaç” yiyip Trt türkü radyosunu dinlerken geldi aklıma… Hayatı sorgulayış yeteneğimin yüksek seviyede olduğu anların birindeyim… Çokça annelere sesleneceğim!

Sevgili 70-80 kuşağı anneler,
Kızlarınıza annelerinizden, annelerinizin de annesinden öğrendiği o özel yemeklerden yapın, damaklarına o tadı yerleştirin, sonra da yapmayı öğretin muhakkak… Bunu bir kültür mirasçılığı, kültürel aktarım gibi düşünün. Bırakın fasulyeyi, pilavı, domates çorbasını bilmesin, internet siteleri bu tariflerle dolup taşıyor. Bir tıkla öğrenir yapar dert değil… Asıl dert şu: buğdayın anayurdu iç anadoluda yetişmiş, annesinin “yuxayı kevredip” ya basma peynirle  dürüp eline tutuşturduğu, “dönderme”yi kokusundan tanıyan bi annenin, “omaç” diyince suratına  garip garip bakan, “banma” diyince zihninde hiç bir şey canlanmadığı için ağzı sulanmayan bir nesil yetiştiriyor olması ihtimali… Yediğin “kömbe”nin,” arabaşının” içtiğin “çalkama”nın  hakkını vereceksin arkadaş, öğreteceksin, aktaracaksın, yaşatacaksın… Yok öyle “ah anneneniz/babaneniz ne güzel yapardı” diye tarihin tozlu raflarndan hikaye anlatmak. Alacaksın pekmezi, pişireceksin bazlamayı “ahan da böyle yapılr banma” diyeceksin. Yanına turşu iyi gider diye de tüyo vereceksin. Karadenizli misin? “bak yavrum bu mısır unu” diyeceksin, “bu da telli kolot!”. Yapacaksın muhlamayı, tutturacaksın dibini ki; dibi için ne kavgalar ettiğinizi anlatacaksın bir yandan da.. “Hamsinin kokusundan iğrenilmez çocuğum, ayıp” diyip hamsi ayıklamayı öğreteceksin. “Ayy ben hamsiye dokunamaaam” diyen nesle aşina olmak istemiyoruz, eğiteceksin!

Yeme kültürünü , yani yemenin bir kültür, bir görgü işi olduğunu aşılayacaksın çocuğa. Tabi bunu ne kadar erken yaşta yapmaya başlarsan o kadar iyi olur.

Böylece cocuğun, yöresel ve bir o kadar da kaliteli bi damak zevki oluşacak, şahsen çöplükten farksız gördüğüm o hamburgerlere pizzalara fast foodlara  meyletmeyecek hale gelecek, Bisküviyle öğün atlamayı, çorbasız sofraya oturmayı kendine yediremeyecek.

Ve daha da güzeli ne biliyor musunuz?
Günün birinde yanınızdan gittiğinde, yani tek başınayken “ne yesem” sorusunu sorduğunda kendine, öğrettiklerinizi denemeye, o tatları tutturmaya çabalayışını göreceksiniz..

Ben dünyanın en şanslı kızlarından biriyim. Çünkü benim annem yukarıda bahsettiklerimin tamamını yaptı. (muhlama hariç, onu da beraber denedik, tam tutturamasak da ilk denemeye göre tadı güzeldi 🙂 ) Babamsa ona bu güzel tatları tutturabilmesi için organik hammade desteği sağladı 😀 (Karadeğirmende öğütülmüş unlar, kamış şekerine ve glikoza inat organik şeker pancarı şekeri vs..) ve hatta Güneydoğu mutfağından kalma alışkanlıklarla, müthiş adanalar, çiğköfteler yedik ellerinden.

Arabaşı yutmayı da, çalkamaya sokum sallamayı da, koruk terletmeyi de, yuxanın* üstüne bulgur pilavını döküp yemeyi de onlardan öğrendim ben. Bu sabah kahvaltı için kendime yaptığım omaçta da, geçen akşam yaptığım enfes antep tavada da onların emeği var 🙂

Ve bu bayram, annesinin banmasını yerkenki halini gördüm annemin.
Günlerden kurban bayramıydı,biz kocaman ve mutlu bir aileydik, annanem çook güzel banma yapıyordu ve benim annem dünyanın ennn mükemmel annesiydi.. 🙂

*yuxa : buradaki x sesi, Batı dillerinden alışıldığının aksine iks sesini değil, Türk dünyasının çoğunda rastlanan sert h sesini verir. Bu h Türkçede alışageldiğimizden daha hırıltılı ve gırtlaktan çıkan bir h sesidir. yufka kelimesinin iç anadoludaki yerel telaffuzu bu şekildedir.

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort