DOLAR 32,3444 0.29%
EURO 35,1322 -0.02%
ALTIN 2.312,691,56
BITCOIN 22867632,58%
Ankara
19°

KAPALI

02:00

YATSI'YA KALAN SÜRE

Hakan IŞIK

Hakan IŞIK

13 Mart 2024 Çarşamba

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Güneş, Varto’nun tepelerine inmeye başladığında ilk selamladığı yer Goşkar Baba Tepesi olur. Şirin ama solgun bir yüzü andıran bu tepenin hemen dibinde kurulan Kalçık Köyü ise Celil’in kaderinin çizildiği mahpushanedir diyebiliriz. Celil, doğumuna iki ay kala babasını kaybetmiştir. Babası, döneminin ekonomik sorunlarından kaynaklı köyde tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışan biridir. Yazın tırpan ile biçtiği otları dağların yüksek kesimlerinde toplar. Kışın ihtiyaç duydukça kızakla köye indirir. Bir gün kızakla otları indirmeye çalışırken kızağın ayaklarına dolanan kaputunun etkisiyle savrulur, uzun bir süre sürüklendikten sonra dik bir yamaçtan çakılarak feci şekilde can verir. Celil de dağların ve soğuğun hüküm sürdüğü Kalçık’ın sırtlarında kah çobanlıkla kah da amelelikle geçim derdine düşerek büyür. Buralarda babasız olmak, ölümden beterdir. Anne, baba olamaz. Törenin anneye biçtiği rolün dışına çıkamaz çünkü anne. Celil de böylesi bir yazgının hükümranlığında hayata atılır.
Goşkar Baba, dini ve tarihi bir figürdür Kalçık’ta. Özellikle sağlık sorunları olan insanların bilhassa çocukların lanetlendiği inancı vardır. Köyde bir yaygara kopmuştur: Celil’in babası zalim olmasaydı, Celil babasız kalmazdı. Onun zalimliği nedeniyle Goşkar Baba’nın bedduasına nail oldu. Dolayısıyla acı bir ölümle çocuklarını yetim bıraktı gitti. Garibim Celil, hiçbir şeyin farkında olmadan büyür. Herkesin her önemli günde mezar taşına ip bağladığı, uğruna kurbanlar kestiği Goşkar Baba’ya o, içten içe nefret besler; saygı duymaz. İçinde filizlenen kin, henüz biten bıyığındaki sarı kılları terletircesine yayılır. Bir yandan babasının söylendiği gibi zalim olmasına kızar öbür yandan ise “Goşkar Baba iyi biri olsaydı babamı geçtim biz çocuklarına neden acımadı?” der. Cevapsız soruları uzadıkça içinde alevlenen öfke, bitmez tükenmez bir hal alır.
Koyun sürülerinin peşinde ömür tüketilir mi? Yahut herkesin kutsal saydığı Goşkar Baba, onu bu denli kimsesiz bırakmışsa Kalçık’ta durmanın bir kıymeti var mı? Zihni bu sorularla zaman geçirir Celil’in. Goşkar Baba, onu çok gücendirmiştir. Ama o, babası gibi kaderine razı olmayan bir kana sahiptir. Hele bir annesi vardır. Dünyanın yükü sırtında da olsa of demez, dört elle sarılır çalışmaya. Annesi inatçıdır Celil’in. Kaybolan yaşam sevinci için yüreğinde duyduğu acının mücadelesini vermek ister hep. Onun da hayalidir, Celil’i evlendirmek. Babasız çocuğun baba olduğunu görmek. Lakin zaman ne getirecek bilemezler. Zamanla birlikte Goşkar Baba’nın kimi lanetleyeceğini hiç bilemezler.
Kalçık’ta zengin bir gelenekler örgüsü vardır. Değişik değişik inançlar, uygulamalar köyün kanaat önderleri tarafından uygulanır. Kapalı bir toplum olarak Kalçık, dışarıya kız vermezler. Ancak köyün içinden de her erkeğe kız vermezler. Erkeğin cesaretli ve çalışkan olması bayağı önem taşıyan bir koşuldur. Doğrusu bu köyde doğan her erkek genelde cesaretli ve çalışkandır. Karların erimesi ile birlikte koyun sürüleri yavrularından ayrılır. Sürüler gündüz otlatıldığı gibi gece de otlatılır. Koyunların besili olması temel hedeflerdendir. Buna azami özen gösteren köylüler, kızlarını evlendireceği erkekleri de böylece gece otlatmalarında tanır. Yani erkeğin cesaret ve çalışkanlığı geceleri ortaya çıkar.
Ne var ki Celil’in bir sorunu vardır. Celil, koskocaman köyde yalnız ve kimsesizdir. Onun yaşadığı sorun, vücudunu saran bir hastalık gibi günden güne yüzüne yansır. Celil, geceleri görmezmiş. Bu durum köyde dedikoduyu sevenlerce dilden dile yayılır olur. Gündüz savaşçı gibi atılgan Celil, karanlığın bastırması ile birlikte önünü göremez hale gelir. Günden güne eriyen bedeni, yaşadıklarını kaldıramayacak hale getirir onu. Kimse anlamaz onu, derdini kimseye açamaz olur Celil. Köyün yaşlısı Alihan Dede, Goşkar Baba’nın Celil’e de lanet ettiğini söyler kolukomşuya. Bunu duyan anne yüreği, yedi kurban kestirir. Lakin Celil, gündüz gözleri görmeyen yarasalar gibi geceleri sağa sola çarpa çarpa yürür, Goşkar Baba’nın mezar taşlarına ellerini dokunduran annesinin sesi, her gece kulaklarda yankılanır olur. Ancak Celil, her geçen gün açılır beklentisi içinde iken gözleri gece göremez olur.
Aradan zaman geçer. Hem de öyle bir geçer, Celil’i eze eze geçer. Akranları yuva kurup evlenir. Celil ise “köre kız verilir mi, aslında korkak o. Geceden korktuğu için öyle davranıyor. Yok yok, Goşkar Baba ona lanet etmiş. Ona kız verilmez” sözlerini duydukça yüreğinden vurulur. Yürek mi? O ne ki? Babasından sonra taşa bürünür o. Annesini gördüğünde kor olur düşer yangınlar, üzerine su serpecek bulamaz. Annesine görünmek istemeyen Celil, koyun sürülerinin dinlenmeye çekildiği çadırlarda uyur, gündüzleri ise sürüsüne bakar. Bir gün yüreği kaldıramaz artık olan biteni. Babasının mezarına gitmeye karar verir. Babasına kızacak, neden beddua alacak şeyleri yaptığının hesabını soracak. Kim bilir, suçu yoktur ama babasının yüzünden o da boynu bükük ortada kalmış. Babasının mezarına geldiğinde gözlerinden yaşlar akmaya başlar. “Neden baba, neden?” der. Yoksulun da mezarı yoksul olur nedense. Derme çatma toprakla örülü mezardan kalkıp “Oğul, hiçbir suçum yok. Aldanma köylülere. Goşkar Baba’nın bize beddua ettiği yok.” Diyecek hali yoktur babanın. Baba, gamlı kederli dünyayı bırakmıştır çoktan arkasından. Sorularının cevabını alamayan Celil, uzun bir süre mezarın başında bekler. Bir babaya bakar bir de Goşkar Baba’ya.
Celil, daha fazla dayanamaz söylentilere. Bir gün babasının düştüğü kayalıklardan atlar. Cesedini çoban köpekleri bulur Celil’in. Sarı teniyle gülümseyen gözleri açık şekilde gitmiştir Celil’in. Goşkar Baba’nın mezarına götürürler tabutunu. Oysa Goşkar Baba ona lanet etmişti. Ne bilsin ki köylüler veya nerden bunu dert etsin ki? Ritüeller eksiksiz yerine getirilir. Celil, babasının yanı başında toprağa verilir. Aradan zaman geçer. Köye gelen bir grup sağlık ekibi köylünün sağlık taramasını yapar. Yapılan tetkiklerde Celil’in annesinde genetik gece körlüğü teşhisi konulur. Meğer Celil korkak değilmiş, kör de değilmiş. Genetik bir hastalık durumu olan gece körlüğü yaşıyormuş. Ama herkes Celil’e ve babasına Goşkar Baba lanet etti bilirmiş…

İletişim: hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Bahar, Beni Görmeye Gelmedi Mi?

Bahar, Beni Görmeye Gelmedi Mi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Hastane köşelerinde sessizce etrafı incelerken aklımdan bin bir konu geçiyordu. Ya babam ölse ne yapacaktım? Oysa içerde hasta yatağında kimsesiz bir şekilde ölümü bekliyordu. Hayır hayır olmaz desem de saatin çarkları gibi dönüp dolaşıyordu ecelin ayak sesleri. Doktorlara her seferinde durumunu sorduğumda aldığım cevaplar hep aynı idi: Çok geç kalınmış, neredeyse her tarafa yayılmış…
Yakıyordu bu sözler yüreğimi. Hiçbir şeyi olmayan insanların bile bir umudu olur. Benim o umudum da yoktu. Olanı da alıp götürüyordu doktorların söyledikleri…
Bazen yatağının yanına oturuyor, gözlerine bakıyordum. Yıllar, bütün omuzlarına aynı ağırlıkla çökmemiş. Biri kabarık ve durgundu; öbürü çökmüş ve yorgundu. Esmer bir ten, upuzun bir burun, iki büklüm kalmış beli ve alnındaki kıvrımlar adeta ufalanmış toprağı andırıyordu. Yıllarca acı çekmişçesine uzanmış, kapalı gözleriyle etrafında birilerini arıyordu sanki. Nadiren de olsa uyanır, gözlerime bakardı. Bahar, geldi mi beni görmeye der, halsiz düşerdi başı yastığına. Bahar, kimdi? Ben neden Bahar’ı tanımıyorum diyordum. Belki köyümüzde, belki şehirde veyahut yanı başımızda idi. Ama bize “Bahar, budur.” Diyemedi hiçbir zaman. Ve bugünlerde ise artık “Budur.” Diyecek takati de yoktu.
Yıllar öncesine dayanıyormuş her şey. Şirin ve küçük köyünde yaşarken tanımış Bahar’ı. Birlikte büyümüşler gibi anlatırdı bize. Yılkı atlarına bindiğinde gönlünü kaptırmış meğer. Bahar, güçlü halini görünce baharın kelebekleri gibi gülücükler saçıyormuş ona. O ise Romeo’nun keskin gözlerindeki cesaretin timsali gibi coşarmış. Zamanın akıp gittiğini anlamazmış bile. Bunları bize anlatırken derin derin düşünürdü. Meğer insan, ne denli düşünürse o denli sevgisi derinmiş. O denli doyumsuz ve acıklı imiş. Tabii ben bunları çok sonradan anlıyordum. Devam ediyordu babam: “On altı yaşıma girdiğimde pek de delikanlı idim. Köyde yaşıtlarım çobanlık yapamazken ben, evlilik kararı almıştım. Konuyu babama anlatmaya cesaret edemesem de anneme söylemenin yollarını aradım. Çünkü ilk adımı atmam gerekiyordu. İlk adımı atmak, bir şeyin mümkün olmasının yoludur. Adımı attığınızda, artık ihtimaller fazlasıyla oluşacaktır.” Diyor, o günleri yaşıyordu adeta. Dedem, soyuna önem veren biriymiş. Öyle her kapıya gidip kız isteyecek seviyesizliğe girmezmiş! Konu dedeme ulaşınca dedem, “Nasıl böyle soyu sopu bize layık olmayan bir ailenin kızına talip olur.” Deyip neneme kızmış.
Akşam ırgatlarla çayırdan dönen babamın duymak istemeyeceği sözleri söyleyince nenem, babam için yıkım başlangıcı başlamış. Bundan sonra bir Sartre edasıyla konuşmaya başlardı babam. “Birini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmektir derdi. Emek ister, sabır ister ve hatta körlük ister. Uçurumun kenarına geldiğinde sıçramak istersin. Ancak annemin bana söylediklerinden sonra içine düştüğüm uçurumdan sıçrayamayacağımı anladım. Çünkü bu sıçrayışı yapamayacağımı biliyordum.” Dediğinde gözlerinde yaşların aktığını esmer teninden zar zor seçiyordum.
Babam, o günden sonra onca çocuk ve sevdiklerine rağmen yalnızlık çektiğini söyledi hep. Onun için yalnızlık, çevresinde insan olmaması değilmiş. İnsan, önemsediği, benimsediği şeylere sahip olamadığı zaman da yalnız hissedermiş meğer. İçinde bir volkan halini alan bu duyguları anneme hiç hissettirmedi. Bütün bir ömrü, bu zihin bulanıklığında geçirdi. Çünkü bu duygular, onun zihninin başka yöne dağıldığının farkına varmasına bile izin vermemişti.
Köyümüzde o kadar kimseye sordum. Nedense hiç kimse Bahar’ın kim olduğunu bilemedi. Bir gizem gibi babamın dilinde sayıklana sayıklana geçiyordu günler. Odasında koltuğun üzerinde geçirdiğim her gece yankılandı kulaklarımda Bahar. Doktor, artık zamanın iyice yaklaştığını belirttiği bir zamanda gün geceye evrilmişti. O gün, babama yüzümü çevirmeye yüreğim yetmiyordu. Bir ara gözlerini açtı. Bana bak dercesine geveledi ağzında birkaç kelime. Dönüp ne dediğini anlamaya çalışırken “Bahar, beni görmeye gelmedi mi?” dedi ve gözlerini ebedi yolculuğa doğru yumdu…

İletişim: hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Deprem Kabusunda Bir Yedi Gün: Hatay Hatıralarım IV

Deprem Kabusunda Bir Yedi Gün: Hatay Hatıralarım IV
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Ailemle sağlıklı iletişimimi, akşam koordinasyon merkezine döndüğümde sağlıyordum. Elektrik çoğunlukla yoktu. Yaptığımız telefon görüşmeleri “Sağım, ölmedim, beni merak etmeyin. Sizler de iyisiniz umarım?” ile başlıyor, şebekeler iyi çekmiyor ve insanlar yardım isteyebilir diye uzatmadan kapatılıyordu. Telefonlarımızda şarj problemi vardı. Şarj edebilmek için neler çektiğimizi sanırım bir tek bizler biliyorduk. Hele hele tuvalet ve su konusunda savaş bile hafif kalıyordu. En çok kadınlar için problemdi bunca şey. Üçüncü günün sonunda çadırda kalmaya geçtiğimizde etraf, tam bir tuvalet ve çöp izlenimi almıştı. Ayaklarımız günlerdir yıkanmamıştı. Salgın hastalık korkusu yayıldıkça Hatay’ın topyekün öldüğünü düşünmeye başlamıştım.
Defne İlçesinde karşılaştığımız tabloyu anlatmaya dilim varmıyordu. Yüreğimin akşamları uyumaya direndiğine ilk kez Hatay’da denk gelmiştim. Bedenimin onca yorgunluğuna yüreğim kocaman bir “hayır” çekiyordu. Sanırım duygusal biriyim desem de orada yaşananlara duygu demek de az kalır kanaatimce. Şehrin her tarafı kesif bir ceset kokusuyla kaplanmıştı. Hatay Merkez’e doğru her adım atışımızda manevi ölümün seanslarını yaşıyordu ruhum. Ölümü anlatmak, ilk defa böyle zorluyordu beni.
Hatay Merkez’de meşhur Rönesans Rezidans’ın bitişiğinde bir apartman vardı. Sabah erkenden oraya gidecektik. Ekibin dinlenmesi ve ertesi gün erkenden uyanması adına küçük bir toplantı yaptık. O gün, ekibimizde yer alan kadın arkadaşları ceset teşhis ve kayıt işlemlerine göndereceklerini söylemişti AFAD Yetkilileri. Onlar, merak içinde ne yapacağız acaba diyorlardı. Koca bir şehirde seferberlik vardı da haberimiz mi yoktu? Derin düşünceler içerisinde çadıra geçtik. Uyumadan önce oğlumun, “Baba, seni çok özledim.” deyişiyle ağlamaya başladım. Üçüncü günümde onlarca çocuk, genç ve yaşlı cesede dokunan ellerimden utandım. Hatay’daki çoğu babanın evladını son uykusuna koyarken “sonsuzluk uykusu”na gönderdiğini zihnimden geçirdim. Öyle ağladım ki yanımda uyuyan üç arkadaş, bana sarılıp hep birlikte ağlamaya başladık. Daha fazla dayanamayacağımı, buradan gidelim deyişimi duymadan ağladılar, ağladık. Geceler, hiç bu kadar uzun olmamıştı dediğimi hatırlayarak uyudum.
Sabah saatler altıyı geçiyordu. Şubatın bu gününde mekân Hatay da olsa soğuk idi. Üşüyorduk. Gerçekten üşüyorduk. Ekibi toplamamız gerekiyordu. Yanımdaki arkadaşlar ile birlikte kıyafetlerimizi giyerken uykulu gözlerimizin kan çanağına dönüşünü gözlemleyebiliyorduk. Derken ekip kısa bir süre içinde AFAD Koordinasyon Merkezinin önünde hazırdı. Merkeze gideceğimizi, bir apartmanın yerle yeksan olduğunu söyledim. Gitmeden önce çorba içmemiz gerektiğini, araca ihtiyaç olur düşüncesiyle su ve ekmek almamız gerektiğini AFAD Yetkililerine bildirdim. Bize verilen sınırlı erzak ile araca yöneldik. Ellerimize tutuşturduğumuz çorba bardakları ile bir yandan çorbamızı içiyor öbür yandan ise yolumuza koyulmuştuk. Şehrin merkezinden hiç iyi haberler gelmiyordu. Ve maalesef ki cesetler, tırlarla taşınmak durumunda kalınıyordu. Her gördüğümüz tırı, ceset mi taşınıyor gözüyle süzüyor; irkiliyorduk.
Uzun bir süre geçmişti. Aracımızı bahsedilen yerle bir olmuş apartmanın bitişiğine çektiğimizde ilk karşılaştığımız şey, çığlıklarla dolu ağlayışlar idi. İnsanlar, en sevdiklerini en acı şekilde kaybetmişti. Araçların üzerine dökülmüş molozlar, depremden önce ne hikâyeler yaşadıklarını gözler önüne seriyordu. Bizimle birlikte gelen toplamda üç ekip, görev dağılımına koyulmuştu. Yabancı ekiplerin yurt dışından gelmiş olmalarının avantajlarını ilk defa orada fark etmiştik. El birliği ile apartmanı incelemeye başladık. Apartmanı bilen birinin yönlendirmesi için orada bulunanlardan yardım istedik. Arama kurtarma yapılan apartmanlarda en zorlandığımız şey, apartmanın giriş kapısının bile yıkıntıdan fark edilemiyor oluşuydu. Orada bulunanlardan edindiğimiz bilgi ile apartmanın içerisine koridor açmanın yollarını aradık. Polonya’dan gelen bir ekibin lideri ile koridorun krokisini kabaca çizdik. Yanlarında eğitilmiş köpekler de vardı. Planladığımız şekilde görev dağılımını yaptıktan sonra apartmana giriş yapmaya başladık.
Ufalanan betonların çıkardığı tozlar, ciğerlerimize yapışıyordu. Maskelerimiz, üç günlüktü. Ağzımızdan çıkan nemin yumuşattığı maskelere yapışan toz kabarcıkları, gözyaşlarımızla ıslanıyor tekrar dönüp kabarcıklar oluşturuyordu. Her attığımız adımda ve her ilerlediğimiz koridorda cesetlere denk geliyorduk. “Aman Allah’ım” diyordum. Yanımızda birlikte çalıştığımız Polonya ekibinden bazılarının dilinde “Oh My God!” sesleri kulaklarımızı çınlatıyordu. Bir süre sonra öylece kalakaldım koridorda. Polonya ekibinden birinin bana seslendiğini çok sonra anladım. Meğer yaralı birileri arka odalardan yardım çığlıkları ile bize sesleniyordu. Daha fazla dayanamadım. Oracıkta düşüp kaldım. Ceset kokusu beynimi tüketen bir virüse dönüşmüştü. İçten beni eriten bu virüs, bedenimi de sarmıştı.
Gözlerimi açtığımda etrafımda insanlar ve ekipten arkadaşlarım vardı. Bütün samimiyetimle diyebilirim ki herkes ağlıyordu. Onlarca cesedin çıkarıldığı o apartmanda sadece iki kişi sağ çıkarılmıştı. Onlar da birçok yerlerinden kırık ve yaralı olarak çıkmışlardı. Ekibimizden birinin “Abi ne kadar da kolay ufalıyordu beton, gördün mü?” cümlesi ile koordinasyon merkezine dönmüştük. Ben hala kendimde değildim. Ben hala acıyı kanıksamamıştım…

Devamını Oku

İhtiyar Dedeler Gibi İnce, Tılsımlı Nağmeler…

İhtiyar Dedeler Gibi İnce, Tılsımlı Nağmeler…
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Günlerden pazartesi idi. Şehrin can alıcı, köşe mahallesinde bulunan sakin ve kendi halinde bir çay ocağında oturuyor, etrafı tabiri caiz ise temaşa ediyordum. Doğa, kendini olabildiğince sessiz bir akıntıya bırakmış gibi durgun idi. Şehrin havası, karanlığa hapsolmuştu sanki. Etrafta güneşi gören yoktu sanırım. Sorsanız, sönük elektriğin aydınlatamadığı oda diye cevap alırdınız. Etrafta sesler zor işitiliyordu. Boş ümitlerle o sesleri anlamaya çalıştım bir an. Bulunduğum sokak, benim ruh halim gibi bir ıssızlığı içselleştirmişti. Sokağın iki ucunda hayal meyal evleri zor seçiyordu gözlerim. Rüzgâr, yağmurla kırbaçlıyordu yürekleri.

Uzaklardan medet aramayı bıraktım sonra. Yakınımda iki ihtiyar dede, televizyonda izledikleri bir konuşmadan etkilenmişe benziyor; canhıraş izledikleri hakkında konuşuyordu. Kendini, debisi yüksek bir nehrin akıntısına bırakan dalgıçlar gibi hararetle konuşuyorlar, üstünlük kavgası verircesine jestlerini, mimiklerini kullanıyorlardı. Bir tanesi diğerine “abicim o çok vurgulu konuşuyordu, biliyordu yani işi. Öyle böyle değil, çok okumuş belli.“ diyordu. Tartışma ilerledikçe Nietzsche’yi, Kafka’yı adeta solluyorlardı. Birinin üstünlüğünü anlatıyordu amcanın biri. Hatta “solcu olanı zayıf kişilikli biri. Kendinden iyisinin yumuşak karnını görünce kendini onun gibi iyi hissetmeye başlar.” dedi. Ben de merak ettim söylediklerini. Gerçekten çok okumak hatta çok bilmek vurgulu konuşmanın temel şartı mı?

Bilmek, harbiden bilmek, damardan bilmek gibi bir bilmekten bahsediyordu amca. Düşünüyordum, şu bilmek eylemi ne de tuhafmış. Hatta bir tanesi “sağcısı vurgulu konuşuyordu, solcu olanı usturuplu hareket etme derdinde bile değil” diyordu. Konu siyaset üzerine idi anladığım kadarıyla. Hararetli idi ama felsefilikten uzak da değildi. Onlar konuşmaya dursun ben okumanın derinliğine dalıyordum. Aklım bir Steinbeck’e, bir Hugo’ya ve hatta bazen de Palto’ya gidiyordu. Onlar da vurgulu yazmıştı. Hatta onlar dünyaya mal olacak kadar da çok iyi biliyordu vurgulu yazmayı, okumayı. Gelin görün ki bir televizyon izlencesinden etkilenip küllerinden yeniden doğan bu ihtiyarlar, Atay’ın dediği gibi “çocuksu bir gurur” taşıyorlardı.

Elime bir kitap aldım sonra. Sayfalarına göz gezdirmedim sadece. Kelime kelime, cümle cümle okumaya başladım. Annem çorap örerken böylesi bir tavır takınırdı. Dikkatle izler, bir bütünlük içinde dokumaya başlar ve bu dikkati elindeki çorap bitene kadar sürdürürdü. Ben de annem misal okumanın serüveninde bir sır arıyormuş gibi kendimi her şeyden ve herkesten soyutlamış, kendime mülk edindiğim evrende krallık sergiler gibi kendimi kitaba kaptırmıştım.

İki Anadolu insanını etkileyen “okuma”nın nasıl bir tılsımı vardı bilmek istiyordum. Paragraflar arasında ilerlerken yazarın yaşadığı onca acıya rağmen gülümseten, içimizi ısıtan, sıcacık bir dille yazılan bir yazınsalın dalgalarında meşke geçmeye çalışıyordum. Ancak yine de yaşanmış bu öykülerin ruhumda yarattığı heyecanı dışarı çıkaramıyor, “bilme eylemi”nin kendisine ulaşamıyordum.

Bir limanı vardı belki de onların. İhtiyar iki dede, su alan eski bir gemi gibi yanaşmayı başarmışsa limana herhalde bizim gibi güya modern kafalara da yer vardı o limanda diye düşündüm. Ancak kafamda korku dolu şüphelere yer vermedim diyemem. Ya okudukça ben de vurgulu konuşursam? Ya bana da “okuduğun kitap yasadışı idi. Okuduklarına sempatiyle baktın denilip derdest edilirsem…” sorular uzayıp gidiyordu. Çünkü ruhumda savaş vardı. Ve bir bir içimde ölüyordu insanlar, düşünceler ve hatta vurgulu deyişler. Kendimde sürekli başkasını arıyordum. Her kendime olan arayışta kulaç atarken fersah fersah uzaklaşıyordum kendimden. Dipte idim kendimce. Diplere inersem, kendimi keşfederim yanılgısında idim. Diplere olan iştiyakım, yüzeyde olan beni unutmuştu. Ne de olsa ben genç olsam da ruhum ihtiyar idi. Beni heyecana getirmiyordu ihtiyar dedeler gibi ince, tılsımlı nağmeler…

Devamını Oku

Bana Zaman Verme Elsa…

Bana Zaman Verme Elsa…
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Güneş, ardında koca evreni bırakarak karanlığa süzüldüğünde, “güneş batıyor” diyordu gözlerin. Usulca kendini dehlizlerin kollarına bir akıntı misali bırakırken acının bin bir tonunu tarif ediyor diyordun. Bilinmezliğin girdabında bir sessiz gemi gibi limanına yanaşmanın ümidi içinde heyecan ve bekleyişin çarpıntıları vardı yüreğinde. Sade bir batış değildi onunki. Ve iki sevgilinin buluşması da değildi bizimki. Işıkları, denizin dalgalarına değdiğinde, kendimi senin kollarına bıraktığım anları resmediyordu aleme. Ve biz birer izleyici kitlesi gibi temaşa ediyorduk, ada vapurlarının ardında geç kalmış yolcuları andırırcasına.

Güneş, denize tam değdiği anda kendini iyiden iyiye var eden bir kızıllığa bürünürdü. Ben, “utandı herhalde” derdim hep. Ben de utanırdım senin yanında kokunu hissettiğim kadar yakın durduğumda. Mesela dokunmakta tereddütler yaşıyordum içimde. Bir volkanın eriyen alevlerinde yanarak can veren karınca yahut kelebeğin yanan kanatları idim o an.

Bana “sevin” demen anlamsız gelirdi hep. “Beni tanımak için bin bir yol denedin” derdin devamında. Hem “bana ulaşacak kadar kolu uzun olmayan erkeği neyleyim ben?” dediğinde içimde özgüven duvarlarına değip seken sokak çocuklarının topu gibi sevinirdim. Garip de olsa bir sevinç idi işte.

Sabahattin Ali, her gün Kürk Mantolu Madonna’sını görmeye, onu seyre dalmaya gittiğini “güneşin karanlık dahi olsa her şeyi bırakıp gidişine” benzetir. Oysa ne ben Raif Efendi gibi entelektüeldim ne de güneşin yanan bir kalbi vardı. Ben Aragon gibi bir Elsa bulmuştum düşlerimde sanki. “Beni” herkese anlatır, ama anlattığı “beni”, “ben” bile tanımıyordum. Belki “beni”, “benden” kurtarmaktı amacı. Nedense ben, “beni” hiç tanımadım, tanıyamadım… Aragon, eşi Elsa Triolet için Elsa’nın Gözleri”ni yazdığında “bir hüzün tortusunun eşindiğinden” bahseder. Öyle bir tortudur ki esin kaynağı şairlerin burada bir çiftçi gibi toprağı eşelediğinin alegorisine benzetir. “Bana zaman verme Elsa” der, “zaman bazen bir fosili kömüre çevirip kıymetli bir maden yapar. Bazen de çok değerli bir mermeri delecek su damlası oluverir. Onun için bana zaman verme Elsa, seni bir gül gibi yaşatacak, sana yüreğimi paye edecek bir sevdaya açılmak için zaman ver…” diye devam eder. Bu acıklı iç çekiş, bizi mi anlatıyor yoksa biz mi kendimizi onda görüyoruz bilemiyorum.

Sonra etrafta karanlık bulutlar doluşunca aklıma Serengeti’deki yağışlarda ağaç kovuklarına sığınan hayvanlar gelir. Bir kurtuluş muştusu gibi yüreğini açar rengi, cinsi, nesli ne olursa olsun. Bizse vapurların sesinden irkilen iki kuş misali sığınacak limanı hislerimizde arardık. Kendimizi züccaciye dükkanındaki acemiler sanar, yıkarız korkusuyla cedelleşirdik yaşamadığımız ama etkisinden çıkamadıklarımızla. Hayatımız sade, zihnimiz savaş meydanından geri değildi zannımca. Ve bu nehrin girdaplı akıntıları gibi bizi sarmalayan döngü, keşmekeş yapmıştı ikimizi. Bir şeyleri umut sanarken, daha da dibi görmenin gerçeğinde uyanmaktır sabaha halimiz herhalde. Elsa gibi dolapta bir liste bırakmıştı düşlerimiz bize, ne başkasına ne de başka dünyalara, sadece ikimize…

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort