DOLAR 32,3607 0.17%
EURO 34,4602 -0.71%
ALTIN 2.437,27-0,95
BITCOIN 2071221-5,14%
Ankara
15°

HAFİF YAĞMUR

13:10

ÖĞLE'YE KALAN SÜRE

Sıddıka Rahime

Sıddıka Rahime

04 Kasım 2023 Cumartesi

Çubuk Zirveleri

Çubuk Zirveleri
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yazımda, gezi yazısı yazmak istiyorum. Gezmek ve insan tanımak bana hep ilginç gelmiştir. Her insan bir alem ve o alemler coğrafyada bir yerlere saklanmış, onları keşfetmemizi bekliyorlar.

Ne diyordum, gezi yazısı diyordum, o vakit haydi yola çıkalım, rotamız Çubuk…

Yazıyı yavaş okuyun, bir yandan okuyun bir yandan hayal etmeye başlayın. Pazar sabahı, saat dokuz, güneş yeni yeni ışıyor, kimseyi tanımadığınız bir otobüstesiniz.

Otobüs ilerledikçe güneş ortalığı aydınlatmaya başlıyor. Ankara’nın meşhur kaldırımlarındaki dev ağaçların yanından geçmeler başlıyor. Ağaçlardaki yapraklar senelik yaprak törenini gerçekleştiriyor. Burada diğer şehirleri kıskandırmak istiyorum. Ankara’da yaprak dökümü seremonisi, diğer şehirlerden çok daha şaşaalı geçer. Bir yerlerde okumuştum, şehir içi ağaç sayısı bakımından ülkedeki en önde şehir Ankara’ymış. Ağaç çeşidi bakımından da iyi bir yerlerde.

Şu sıralar o yapraklar, renklerini değiştirmeye durmuşlar. Bazıları sararıyor, bazıları kızarıyor.

Bu arada otobüs varılması istene lokasyona vardı. Yolculuk nasıl geçti anlamamış olabilirsiniz. Ben de anlamadım, çünkü yanımda bir psikolog vardı ve onunla tatlı sohbetler ettik. Ne ara tanıştım, farkında değilim.

Yürüyüş grubunda amatör ve profesyonel yürüyüşçüler var. Ben her zaman yaptığım gibi bu tür gezileri, köyüme çocukluğuma gitmek için kullanıyorum. Ne zaman içinde betonarme yapı olmayan çayırlara, ormanlara girsem, aklıma köyüm geliyor.

Bir yandan hüzünleniyorum, bir yandan gülüyorum. Köyde yürüyüş yapmak gibi bir eylemi durup dururken yapmazdık. Çünkü her yürüyüş işlevsel olmak zorundadır. Değirmene gidilmeliydi, mezireye çıkılmalıydı, otlar taşınmalıydı…

Bunlar aklıma geldikçe babaannemin, sebepsiz yere dağlar aşmama ahmaklık diyeceğini düşünüyorum ve gülüyorum. Aslında haksız sayılmaz ama babaanneciğim, zaman değişti, senin eziyet gördüğün hayat aslında insanın ihtiyaç duyduğu bir tempo. Şehir bizi öyle kolaycı yaptı ki sırf o tempoya maruz kalmak için yollara çıkmamız gerekiyor. Senin gözlerin için sıradan olan yeşiller, koyunlar, inekler bizim için de sıradan, ama sadece sosyal medyada sıradan. Onları fiziksel olarak görebilmek için yollar aşmak zorundayız.

Babaannem anlayışlı bir kadındı, eminim beni anlamıştır.

Ne diyordum, yola çıktık. Yolun zorladığı yerlerde espri ile karışık tatlı şikayetlerimiz sayesinde ekiple kaynaşıyoruz. Zaten öyle değil midir, zorluklardır insanı diğer insanlara yaklaştıran.

Bu geziye kadar Çubuk’ta bu kadar çıplak dağlar olduğunu düşünmemiştim. Her yer alabildiğine çıplak. Yerlerde kısacık otlar ve gevenler var. En son Gümüşhane’de geven görmüştüm. Nereden estiyse geven için Gümüşhane bitkisi diye kurmuşum. Bir baktım burada da var, hatta eski bir dostumu görür gibi oldum, içimden ona, senin burada ne işin var demiş bile olabilirim.

Rotamızda, buraları bizden daha işlevsel kullandıklarını düşündüğüm koyunlar ve inekler görüyoruz. Her biri sevimli tüylerinde boyalar olan koyunlar, biz onlara doğru yürüdükçe bizden kaçıyorlar. İnekler ise bize aldırmaz aldırmaz bakıyorlar.

Arada nefesim kesildi, bulutlar üzerime üzerime gelir gibi oldu. Önderimizin sürekli tekrarladığı üzere bir piknik gezisinde olmadığımızı hissettik. Adrenalin sporlarını yapanları anladım. İnsan can derdine düşünce aklı resetleniyor. Dün kavga ettiği insan, almak istediği kazak gibi dertleri önemsemiyor. Hayatta kalmaya çalışmak insanı çözemediği tüm dertlerinden soyutluyor. Bu soyutlama mecburi bir soyutlama. Normal hayatımızı yaşarken zihnimizde dönüp duran kurup kaldırdığımız o sofraların alayı, yerini sonraki nefesi düşünmeye bırakıyor. Doğada hayatta kalmaya çalışmak en işlevsel motivasyon.

Öyle öyle düşüncelere dala dala 1880 metreye çıkıvermişiz. Zirvede olmak, fiziki haritalardaki gördüğümüz gibi geçtiğimiz yolların iki boyutlu bir farklı tonlarda manzaralara evrilmesi, ardında gökyüzünde süzülen kartalları görmek, onca zahmete değdiğini gösterircesine arzı endam ediyor. Tam olarak geldiğimiz noktanın bizim eserimiz olduğunu, içine dâhil olduğumuz ekibe katkı sağladığımızı hissetmek, tam anlamıyla yaşadığımızı hissetmek, kısa bir gibi duran dev bir gurur anı yaşamak…

İnsana istediğinde başarabileceği şeylerin neler neler olabileceğini düşündürtüyor.

Sonrasında yeme içme molası, vücuda sinen tatlı bir yorgunluk, sağda solda beliren uğur böcekleri… Bitti mi ya diye düşünüp bir yandan yürüme işi bitti diye sevinip bir yandan gün bitmesin diye üzülürken, ekip liderinin, daha şelaleye gideceğiz, demesi üzerine bir canlanıyoruz.

Şelale göreceğiz diye servise gidiyoruz. Liderimiz, araba yolundan sonra 500 metre kadar yürüyeceğimizi söylüyor. Beş yüz metre yürümekte ne var ki, diyoruz. Neredeyse 11 kilometre yürümüşüz. 500 metre kime ne yapar diye düşünüp, bir stabilize yoldan ormanın içlerine dalıyoruz. Şelalenin deresini buluyoruz, şelalenin çok uzakta olmadığını düşünüp ilerliyoruz. Yalnız bu şelale denen şey bir tülü kendini bize göstermiyor. Bir bakıyoruz telefonlar çekmiyor. Ülkenin tüm GSM şirketleri dere boyunda çekemiyor, teknolojinin sadece şehre ait bir vasıf olduğunu düşünmek, aslında teknoloji denen şeyin ne kadar suni ne kadar aciz olduğunu hatırlatıyor.

Derenin çevresi bol ağaçlık ve çalılık bir alan. Haliyle zorlu şartlarda ilerlemek zorunda kalıyoruz. İlerledikçe hırsa kapılıyoruz. Şelaleyi bulma hırsı farkında olmadan bizi ikiye bölüyor ve bir grup şelaleyi buluyor. Resimler çekiliyor, Amerika’yı keşfetmiş gibi havalara bürünüyoruz. Sonrasında ikiye bölünen ekip farkında olmadan bir daha ikiye bölünüyor ve birbirini kaybediyor.

Birden, kaybolan grupta buluyorum kendimi. Şelaleyi bulmada yardımcı olmayan dere, bir de üstüne üstlük çatallıyor. Ne kadar kaybolmuş olabiliriz diye birbirimize gaz veren laflar ediyoruz. Gördüğümüz dallarda, kayalarda bizden bakışlar buluyoruz, umutlanıyoruz. Günlük hayatta da öyledir ya başarısız olduğumuz zamanlarda, bu başarısızlık yabancı değil, ben bu başarısızlığı yaşarken şöyle yapmıştım, hatırladım deyip mazimizdeki kılavuzlardan yardım almaz mıyız?

Hepimizin hatırladığı dev kayadan sonra stabilize yol belirdi. Başarmıştık. Yolu bulmak ile ilgili tüm sözler bana daha önce bu kadar anlamlı gelmemişti o anki sevincimi en son ne zaman yaşamıştım hatırlamıyorum.

Başarımızın eseri olan mutluluğumuz sonrası, bizi aramaya gelen ekip üyelerini gördük. Onlar bizi gördüklerine bizden fazla sevindiler.

Tembellik günü olarak addedilen pazar günü, https://ankyradogasporlari.com/ kulübü sayesinde içinde macerası bile olan dolu bir güne dönüştü. Çok teşekkür ederim, daha da gezmeliyiz.

Devamını Oku

Kervan Yolda Düzülür

Kervan Yolda Düzülür
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yazımda, plazalar dünyasının 2000’li yıllardan sonra kullanmaya başladığı popüler birkaç kelime, popüler birkaç rolden bahsetmek istiyorum.

Öncesinde bizden olan, “Kervan yolda düzülür.” diye bir sözümüz ile başlayayım. Dar zamanlar için geçerli olan, planlama ile oyalanmak yerine, tecrübe ettikçe ihtiyaçları belirlemenin ve amaca ulaşmak için zaman kaybetmemenin önemini vurgulayan bir söz.

Eskinin dar zamanı, şimdinin stresli zamanı olan, içinde yaşadığımız dönemin normali olan durum.

İş dünyası, özellikle yazılım dünyası, yaşadıkları başarısızlıkları tekrarlamamak için iş sürecini daha kontrollü yönetmeyi düşünmüşler. Akıllarına; uyum sağlamak için çevik olmak, plaza adıyla “agile olmak” gelmiş.

Çevik olmak; adından anlaşıldığı üzere, uyum sağlamaktır. Müşterinin değişen isteklerine uyum sağlamak, müşterinin yanlış anlaşıldığı durumlara uyum sağlamak gibi.

Müşterinin çevik dünyadaki adı paydaştır. Paydaş, sürecin her anına dahil edilir, çünkü işten mutlu olması beklenen kişi odur.

Agile olmak namıdiğer çevik olmak, hayatın her alanında pratiği yapılabilecek bir felsefe. Mesela mahalle terzileri bu mantıkla çalışıyor. Müşteri istediğini anlatıyor. Sonra terzi ona prova tarihi veriyor. Müşteri provaya geliyor, şunu beğenmedim değiştirelim diyor, terzi değiştiriyor. Bir iki prova sonrası iş bitiyor.

Yazılım dünyasında ya da çalışma hayatının diğer dünyalarında, bir terzinin yaptığı işler yerine, 10 ya da daha az kişinin çalıştığı takımlara bir iş veriliyor. İş verilirken takım; sadece kendini, scrum masterını ve ürün sahibini biliyor. Sonrasını, hep beraber sürece yayarak yürütüyorlar. Scrum master, takıma scrum çerçevesinde iş yönetmeyi öğretiyor.

Bahsedeceğim yeni diğer kelime “scrum” kelimesi. Scrum; rugby oyununda kafa kafaya verme anından adını alan, ekiplerin iş yürüttüğü, karmaşık işleri hafif çerçeveler ile çözen çerçeveye verilen ad. Hafif diyorum, çünkü çevik dünya, katı olan şeylerle ilerlemek istemeyen, ayağına onları bağ etmek istemeyen bir dünya.

Bu dünyada işe; duruma göre proje ya da ürün deniyor.

İş, yönetilmesi kolay olsun diye küçük parçalara ayrılıyor. Her parçaya sprint deniyor. Her sprint sonunda, adına artırım denen birim işler ortaya çıkarılıyor. Her artırım bir öncekine ekleniyor.

Scrum master denen rol için hizmetkar diyenler var. Takımın çalışmasına engel olan durumları yöneten, takıma işleri scrum yapmayı öğreten, bazı toplantıların belirli sürelerde yapılmasını salık veren, takıma tam zamanlı dahil olması gerekmeyen bir rol. Bana bu rol “mihmandar” kelimesini hatırlattı. Bence, scrum master hizmetkar değil mihmandar. Çünkü takımdakilerin görev tanımlarını onlara anlatan, takıma yeni katılana yol yordam öğreten, takımda sıkıntı yaşayana çözüm sağlama adına rehberlik eden, takıma kendini yönetmeyi öğreten, işten değil süreçten sorumlu kişi.

Takımda işten sorumlu olan kişi ürün sahibi. Plaza adı, product owner olan kişi. Ürün sahibi, işin ne olduğunu müşteriden öğreniyor. İşi adımlar ayırıyor. Ayrılan adımların öncelik durumunu müşteri ile konuşması sonucu netleştiriyor. Elinde iş listesi ile geliştirmecilerin yanına gidiyor.

Bundan sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Her sprint başında o süre zarfında yapılacak işler seçiliyor, planlanıyor. Geliştirmeciler, her sabah 15 dakika toplanıyorlar. Kısaca ne yapacaklarını, sıkıntı yaşadıkları konuları konuşup, işlerinin başına geçiyorlar. Gün boyunca sorunlar çözülüyor, işler ilerliyor. Saat gibi tıkır tıkır herkes çalışıyor. Geliştirmeci iş ile ilgili karar durumlarında ürün sahibini buluyor. Süreç ile ilgili sıkıntılarda scrum masterı buluyor. Ürün sahibi, ürün ile ilgili onu aşan durumlarda müşteriyi buluyor. Sprint sonunda, sprint review’da, müşteri ve tüm takım çıkan artırımı görüyor, beğeniyorsa o yolda ilerliyorlar, beğenmiyorsa bunu sprint retrospektifi denilen toplantıda konuşuyorlar. Tüm takım soruna çözüm arıyor. Retroda buldukları çözümleri sonraki sprintlerde uygulamaya alıyorlar. Takım sürekli öğreniyor, sürekli adaptasyon sağlıyor.

Takımda kimse kimseden üstün değil, kimse kimseden uzman değil. Takıma dışarıdan müdahale edilmiyor.

Scrum, dışarıdan bakılınca öğrenen, şeffaf ve adaptasyonlu bir iş yönetimi şekli. Amaç, iş üretmek. O yüzden sprintlerin arasında boşluk yok. Biri bitince yenisi başlıyor. AR-GE de işe dahil, malzeme tedariği de işe dahil, ekibe geçici destek sağlaması gereken uzman temini de.

Ben scrum’ı, “kervan yolda düzülür” sözüne ve bize benzettim çünkü, biz  yani doğu insanı planlamalarla, gelecek ile ilgili kurgularla uğraşmayız. Bugünü ve dünü biliriz. Dünden öğrendiğini, bugün uygular. Yarın olan hayır ola deriz.

Yaklaşık iki yıldır, bende agile dünyanın içindeyim. Gözlemliyorum, öğreniyorum, öğrendikçe bilmediklerimi öğreniyorum.  En son scrum master sertifikasını aldım. Yazdıklarım sertifika için çalışarak öğrendiklerimin küçük bir özeti niteliğinde. Çevik dünya, bir iki sayfa ile anlatılabilecek bir dünya değil.

Neredeyse yarım yüzyıldır yaşadığım bu dünyayı, öğrenerek yaşamak, yeni tecrübeler, yeni insanlar, yeni alemler bana iyi geliyor. Hatta abartayım, kendimi 2023 buz pateni şampiyonu Naz Arıcı gibi hissediyorum.

Ona benzettim çünkü; hayatta bir çok alem var ve her bir alemin kapısı, oraya kendini uyarlamak isteyen insanlara açık. Yapılması gereken tek şey ayağa kalkmak ve ilerlemek. Tıpkı Naz Arıcı’nın yaptığı gibi. Sonrasını düşünmeye gerek yok, kervan yolda düzülür.

Devamını Oku

İnsanın Hayatı İnsanın Hayalidir

İnsanın Hayatı İnsanın Hayalidir
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Eskiden beri tırtılları çok severim. Tırtıl, sürprizlerle dolu bir hediye paketi gibidir. İçinden ne çıkacağı hiç belli olmaz. Belki bir uğur böceği, belki bir mayıs sineği, belki bir güve, belki bir kelebek.

Köy çocuğu olmamdan mütevellit, nerede bir tırtıl görsem alıp sevesim, sonra da onunla takılasım gelir. Bizim nesil, oyuncaklarını kendi yapan nesildi.

Benim nesilden olup oyuncağı olanlar vardı ama yani o zaman oyuncağı olanlar şu anda üst gelir seviyesindeki insanların çocuklarıydılar.

Çocukluğumda iki yıl, KTÜ lojmanlarında yaşadık. O dönem oyuncağı olan çocuklarla aynı ortamda yaşadım. Benden tek farkları patenleri, oyuncak bir bebekleri ve bisikletleri olması idi. Yirmi otuz tane bebekleri yoktu, haliyle bebekleriyle oynamaktan sıkılınca bizimle oynardılar.

Bizler genelde, uğurböcekleri veya yavru kurbağalar ile oynardık. Yavru kurbağa bulması çok kolaydı. Her yer su birikintisi idi. Sağ olsun bir kurbağa binlerce yavru yapardı. Beş on tanesini alırdık. Plastik bir kapta eve götürürdük. Annem fark edene kadar bizimle takılırlardı.

Uğurböcekleri ise bebeğimiz olurdu. Onlara yapraklardan bornoz yapardık. Su birikintisinde uğurböceğimizi yüzdürürdük. Hayvanlar doğuştan yüzücü oluyor, bunu yaşayarak test ettik.

Uğurböceğimizi, karıncamızı, çekirgemizi boş kibrit kutusuna koyup okula götürmüşlüğümüz bile var. Birçok böcek sayemizde ilim irfan sahibi oldu.

Şaka bir yana survivor ortamında bir çocukluk yaşadık. Hayat kolay değildi ama kesinlikle eğlenceliydi.

Yapmamız gereken işler vardı. Bu işler genelde keyifsiz işlerdi. Keyifsiz işleri keyifli hale getirmek içinse hayal kurardık.

Hayal kura kura fındık topladığım, ot taşıdığım günlerin haddi hesabı yok. O hayallerde nerelere geldim nerelere?

Her hayal gerçek olmaya aday bir hayattır. İnsan kendine bambaşka hayaller kurabilen tek canlıdır.

Geçenlerde bir görsele denk geldim. Hayal kurabilen iki canlı olduğu yazılıydı görselde. Biri biz insanlardık, diğeri tırtıllar. Hayal kurabilen tırtıllar kelebek olabilirmiş, diğerleri tırtıl kalırmış.

Düşününce bayağı mantıklı geldi. Hatta kendimi hayal kurabildiği için kelebek olan bir tırtıl gibi düşündüm. Şu an, önceki kendimle alakası olmayan biriyim, bir nevi başkalaşım geçiren bir kelebek olmuşum. Sadece ben değil, dönem dönem farklılaşan tüm insanlar dönüşüm geçirmiş insanlar. Bir de dönüşüm geçirmeyen insanlar vardı. On sene önceki gibi duran.

Kimimiz tercihini geliştire geliştire yaşayan, dönüşen insanlarız, kimimiz tercihinde uzmanlaşan ve zirvesinde konumlanan insanlar.

Zirvede konumlanmak ya da dönüşen olmak, burası kimini tırtıl yapıyor kimini kelebek yapıyor, diye düşündüm. Sonra bir baktım benim gibi her gördüğüne inananları aydınlatmayı kendine görev edinmiş, “yok öyle bir şey”ciler hemen bu tezi çürüttü. İnsan dışında hiçbir canlıda hayal kurma geni olmaz, dedi. Mesela bir inek, yarın Hollanda’da otlasam diye düşünemezmiş. Olsa olsa yarın da dün otladığım çayırda otlarım diye düşünürmüş. Haliyle bir tırtıl da “ben var ya şu kozadan, bugüne kadar görülmemiş kadar güzel bir kelebeğe dönüşmüş şekilde çıkacağım, göreceksiniz” diye düşünmezmiş.

Kendimiz dışında canlıları ötekileştiren bilim, tırtılın kelebek olabilmesini ya da olamamasını doğal seleksiyona bağlıyor. Çünkü ellerinde tırtılların hayal kurabildiğine dair bilimsel veriler yok.

Bilim dünyasının, bizim dışımızda canlılarla ilgilenmesi insan egosunu şişirmek maksatlı olabilir diye düşünmeye başladım. Her araştırma sonunda, diğer canlıların doğal seleksiyon eseri olması ya insan egosu ya da yaratıcıyla açıklanabilir. Şahsen yaratıcının eseri olmaları bana çok daha iyi geliyor. Bir yerlerde bize muazzam dünyalar kuran bir yaratıcı olması fikri kadar şahane daha nasıl bir fikir olabilir ki?

Bize, aklımızın hayallerimizin alamayacağı güzellikler sunuyor, her güzellik bambaşka güzelliklere gebe. Bizden istediği tek şey ona şükretmemiz ve bize sunduklarını başkaları ile paylaşmamız.

Bilim bana ilaç prospektüsü gibi geliyor. Lazım olan/olmayan her şeyin yazılı olduğu, uzun uzadıya kağıtlar topluluğu. Aspirin için baş ağrısı ilacı demiyor, uzattıkça uzatıyor. Yaptığı güncel araştırmaları benim gözüme gözüme sokuyor. Ben o prospektüsü işler yolunda gitmiyorken okuyorum. İşler yolunda gittiğinde yapılan onca araştırma umrumda olmuyor.

Böcekleri doğal seleksiyon eseri olarak gören bilimciler namı diğer entomolojistler, 1999 yılından bu yana böceklerle ilgili bir farkındalık oluşturmak istemişler. Her yıla bir böcek yılı adını vermişler. Amaçları insanlarla böcekler arasında güzel ilişkiler tesis etmek. Linkte 1999 yılından bu yana olan yılların böcekleri var. Her biri kolaylıkla görebileceğimiz bizden böcekler ve her biri, farkındalığı hak ediyor.

https://www.dgaae.de/en/insect-of-the-year-history.html

Bu sene, mesela şahane bir kelebek olan harita yılı. Bu kelebeğin adı bildiğimiz harita.

Bilim dünyasının her şeyi bağladığı bir doğal seleksiyon tabiri var. Direnen kalır, sırası gelen gelir, ısınan hava genleşir falan filan… Bence bu dünyada mucize diye bir gerçek var. Bir ay kadar önce, kelebekler ile ilgili görsele denk gelmem, bayramda kelebek müzesine gitmem ve bu senenin kelebek yılı olduğunu öğrenmem, bunlar sayısal verilerle açıklanabilecek şeyler değil. Ben tüm bunları, bana he şeyi güzel gösteren, güzelleştiren Rabbimle açıklamak istiyorum. Bir mucizenin içine düştüm gene.

Bana, aldığım her nefesin hakkını vermem gerektiği hatırlatılıyor. Eskisinden daha meraklı, eskisinden daha az üzülen, eskisinden daha kolay mutlu olan, eskisinden daha çözüm odaklı, eskisinden daha farklı hayaller kuran biri olmalıyım. Uyuduğum her an, kelebeğin kozasında durduğu an gibi olmalı. Her sabah, yeni bir benle uyanmalıyım.

Kelebeklerden bu kadar bahsedip de güveden bahsetmemek olmaz. Güveye bizim orada farfara derler. Farfaralar gece uçar. Kelebeklerden daha iri bedenleri olur. Işığa bayılırlar. Işık görünce ışığın çevresinde uçmaya başlarlar. Bunu sinekler de yapar. Işık onlar için bizim kutup yıldızımız gibidir. Amaçlarına giden yolda onu kullanmak isterler ama tabi ne bilsinler onun ay değil sıradan bir ampul olduğunu.

Bilim insanları bizlerin de bir böcek kadar kolay kanabildiğimizi nasıl açıklar acaba? Uyanık insanların basit oyunlarına gelmemizi, her seferinde doğa ile baş edebileceğimizi sanıp ona yenildiğimizi mesela, nasıl açıklar bilim insanları.

Hayat doğal seleksiyon kadar basit değil ya, bu düşünce kimseye şiir yazdırmaz, roman yazdırmaz. Doğal seleksiyon hiçbir aşkı açıklayamaz. Açıklamasın lütfen bir şeyler açıklanamaz olsun. Benim daha çok hayal kurmam, o hayallere doğru yol almam, bazen yolda vazgeçip başka hayallere dalmam lazım.

Andre Gide’dan tatlı bir sözle bitireyim. “İnsanın hayatı, insanın hayalidir.”

Görsel Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nden. Görmeyenlere tavsiye ederim. Bir iki saatliğine yağmur ormanlarında yaşamış gibi oluyorsunuz.

Devamını Oku

Tesadüflere ve Sakince Gidenlere Minnet Duymak

Tesadüflere ve Sakince Gidenlere Minnet Duymak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Küçük bedeninden ona ait değilmiş gibi duran iki adet kocaman çakır gözleri ile bana baktı. Sonra koşarak otobüsün içinde koşmaya başladı. Koşarken kikir kikir gülüyordu. Ailesinden olduğunu sandığım diğer çocuklar elleri ağızlarında gülmelerini saklamaya çalışıyorlardı.

Arka arkaya iki koltuğu almışlardı. Daha otobüs kalkmamıştı. Muavin küçük kızın otobüsün orasına burasına kaçmasından hiç hoşlanmamıştı. Ailesini ikaz etti.

Kardeşleri ona yiyecek bir şey verilirse durabileceğini söylediler. Muavin onlara ters ters baktı.

Hava güneşliydi ama yakan bir güneş değil. İnsanı ısıtan, iyi eden ama rahatsız etmeyen Mayıs güneşi idi.

Küçük kızın içini kıpır kıpır eden belki de o Mayıs güneşi idi.

Kız kıpırdadıkça ona sakin bir yüz ifadesi ile bakan annesini fark ettim. Kızın görüntüsünün yaklaşık 30 yıl yaş almış yaşına göre biraz daha kilolu hali ile otobüsün koltuğunda sakin sakin oturuyordu. Kilolu insanların sakin olması hep ilgimi çekmiştir. Hem hareket hem mizaç anlamında sakin olmaları. Bedenlerinin değişimine direnmemeleri, sanki dünyaya direnmemelerine de sirayet etmiş.

Otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Kıza bilet alınmamıştı. Dört beş yaşında bir çocuğa otobüste bilet alınmaz. Bu yazılı olmayan bir otobüs kuralıdır. Kız bunu problem haline getiren bir çocuk değildi. Şımarıklık yapmadı. Yavru bir kedi gibi annesinin kucağına kuruldu. Annenin eti butu sayesinde en konforlu koltuktan daha konforlu olan anne kucağına gömüldü.

Otobüsün hareketleri uykusunu getirdi. Başını annesinin kocaman göğüslerinin arasına koydu ve uyudu.

Annesi sanki kucağında çocuk yokmuş gibi koltukta oturuyordu. Çocuk onun için hiçbir rahatsızlık vermiyormuş, hatta orda yokmuş gibi oturuyordu.

Annenin başında, pembe güllü kocaman oyalı bir yemeni vardı. Yemeniyi üstten bağlamıştı. Kulaklarında sarkan, gözleri ile aynı renkte, boncuklu altın küpeler vardı. Ayağında spor ayakkabılar vardı. Ama öyle pahalı ya da şık olanlarından değil. Tek özelliği spor ayakkabı olan siyah spor ayakkabılar. Kalan tüm kıyafetleri siyahtı. Belki etini butunu saklamak niyetinde idi, belki de siyah giyinmeyi seviyordu.

Benim karşımda bir ön sıradaki koltukta oturuyorlardı. Arada bir şeyler okuyup arada onların huzur veren görüntülerin izledim.

Bir anne ve kucağında uyuyan kız çocuğu.

İnsana yaşanmış tüm güzellikleri çağrıştıran, huzur anlarını hatırlatan, biraz da hüzünlendiren bir manzara. Yaşarken farkına varamadığımız, miadı dolan güzellikleri hatırlatan bir hüzün. Çok üzmeyen, dağıtmayan, sadece buruklatan bir hüzün.

Onlara bakarken en önce baharın ilk günlerini özledim. Yeşilin yeni belirmeye başladığı ilk günleri. Kuş seslerinin artmaya başladığı ilk günleri. Sonra kış geldi aklıma. Kar tanelerinin arta arta yerleri kapladığı her yeri bembeyaz yaptığı kışı özledim.

Sonra önceki kışlara, baharlara gittim.

Her biri birbirinden sıcak olan kışlar geldi aklıma. Sonra o kışlarda, beraber ısındığım insanlar. İçtiğim ballı limonlu ıhlamurlar. Hastalıklar, sağlıklar geldi aklıma.

Aklımda kötü anılara dönüşmemiş artık göremediğim insanlar. Hayatıma eklenmiş, hayatlarına eklendiğim, birbirimize karşılıklı güzellikler yaşattığımız insanlar. Üzdüğüm insanlar, beni üzen insanlar. Artık etkisinden kurtulduğum, zihnimde kısa öykülere dönüşmüş, ders olmuş, öğretilerine teşekkür ettiğim insanlar.

Ahmet Kaya’nın, ölmek ne garip şey anne, dediği şarkı geldi aklıma.

Otobüs mola yerinde durdu. Küçük kız uyanmadı, annesi yerinden kıpırdamadı. Anne olmak ne garip şey. Yüzünde tek bir bıkkınlık, yorgunluk ifadesi belirmedi.

Ben biraz dışarı çıktım. Mola yerinde gördüğüm kır çiçeklerinin fotoğraflarını çektim. Her kır çiçeğini gördüğünde, daha önce hiç kır çiçeği görmemiş gibi mutlu olan ruhum ile ben başbaşa kaldım. Unutkanlığımdan dolayı şanslı olduğum kanaatine vardım. İnsan gördüğü güzel şeyleri zihnine kazımamalı. Yoksa aynı güzelliğe, bir sene sonra gene sevinemez. Sahiplenmemeli o güzellikleri, çiçek koklar gibi koklayıp bırakmalı. Bir şeylerin sahibi olmasındansa, bir şeylerin farkına varmayı tercih etmeli. Güzellik kotasını doldurmamalı. Güzellik kotasının dibindeki musluğu açık bırakmalı.

Gündemden dolayı, ortalıkta seçimden başka bir muhabbet yoktu.

Hayatımıza giren insanları seçmek kısmını fazla mı ciddiye alıyorduk. Evladı, anayı, babayı seçemeyen bir canlı türü olarak.

Seçebildiklerimizin ya da bilinçli yöneldiklerimizin hayrını görebileceğimizin umudu yüzünden, tesadüflere ve sakince gidenlere minnet duymayı gözden kaçırıyorduk. Sonra her biri mazi olunca hüzünleniyorduk.

Otobüsün hareket saati geldi. Küçük kıza ve annesine baktım. Zaman onlar için donmuş gibiydi. Otobüs uçsuz bucaksız ufuğa doğru yola çıktı. Yolun sağında solunda kır çiçekleri, gökyüzünde beyaz bulut kümeleri. Arada beliren güneş ile otobüs bir fotoğraf karesindeki yerini almış, onda kendi hikayesini görecekleri bekliyordu.

Devamını Oku

Kadir Gecesi Zamanları

Kadir Gecesi Zamanları
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Yılın bu zamanlarında üzülemez bence insan.

Ağaçların çiçek açtığı, ülkenin her yerinin yemyeşil olduğu, kır çiçeklerinin sıra ile bitmeye başladığı bu zamanlarda insanın üzülmek için çok özel bir sebebi olmalı.

Böyle bir günde evden çıktım. Amacım sadece markete gitmekti. Bir baktım sitedeki meyve ağaçları çiçek açmış. Ama nasıl açmak? Çiçek açmış demek, gösterilen özene haksızlık olur.

Önce bir vişne ağacı gördüm. Kimi çiçeği tam açmış, kimi çiçeği yarım, kimisi daha tomurcuktu. Beyazın en duru haline sahip salkım salkım çiçekler. Sanki beyaz renk, ağacın dalının bile rengini açmış. Kahverengi ağaç dalları, yer yer açık kahverengi oluvermiş.

Sonra, taç yaprakları koyu pembe olan, içinde azıcık beyaz olan şeftali çiçeğini gördüm. Yurdum kadınlarının yaptığı oyalar kadar canlı renkleri vardı ve o kadar güzeldi. Güzelim çiçeklerin yanlarında, uzun ince yaprakları ile her bir dal, ayrı ayrı şahane fotoğraf karelerini andırıyordu. Güzelliğe kayıtsız kalamayan arılar, benim yapmak istediğimi yapıyordu resmen. Çiçeğin güzelliğini sağlarına sollarına buluyorlardı. Güzelliklerden alabildiğinizi alıp doğru bal yapmaya, hadi bakim dedim onlara.

Onun ardından ayva çiçeğini gördüm. Şu meşhur türkümüzdeki ayva çiçeği. Yazın müjdecisi ayva çiçeği. Tam türküdeki gibi çiçeklerini açmış. Her taç yaprağında beyazdan başlayıp pembede biten tonlamalar vardı. Ayva çiçeğinin taç yaprakları, vişne çiçeğinden daha etli olur. Yapma çiçek gibi olurlar. Bizim ayva çiçeği özel bir tür olduğu için yapma çiçekten evla kamelya çiçeğiymiş gibi bir görüntü sergiliyordu.

Ayva çiçeğinin güzelliğine kendimi kaptırdığımı gören karahindibanın beni dürtmesiyle gözümü aşağılara indirdim.

Karahindiba, Buz Devri filminde bile geçen meşhur sarı çiçek. Açmış tüm ince yapraklarını en yoğun hali ile bana bakıyordu. Sarısının yoğunluğu ve ağırlığı yüzünden, henüz çiçek sapı uzamamıştı. Tazecikti, körpecikti. Birkaç haftaya uzayacak, karahindiba sarısı, yoğunluğunu kaybedecek, elimize alıp dilek dileyip, üfleyeceğimiz uzun şeffaf tohumlara dönecekti. Ama bunun için daha zaman vardı. Belki de onun bunları yapacağından hiç haberi yoktu. Olacaklardan habersiz, yoğun yoğun açmış, otların arasında gökyüzüne bakıyordu.

Karahindibanın az ötesinde, sarı kanarya otu tomurcuklarını gördüm. Sarı kanarya otu, adını aldığı kanarya gibi tatlı açık sarı açar. Papatyaya benzer. Bu kadar sevimli bir çiçeğe neden ot denmiş bilemiyorum. Her bir tomurcuk farklı zamanlarda öbek öbek, sarı sarı açar. Her bir çiçek yaklaşık iki hafta güzelliğini arzı endam eder. Sonrasında o da karahindiba gibi, çiçeklerinin tonunu açar, açar ve en sonunda şeffaf tohumlara dönüşür. Ardından ona denk gelen ilk kuşla ya da rüzgârla kendini seneye kadar bekleteceği topraklara doğru yol alır.

Kara kıştan çıkan doğa, üstünü alelacele giyinen bir güzel gibiydi. Her gün doğanın yeşillenip ardından bağrında sakladığı kır çiçeği tohumlarını sırası geldikçe patlattığı, tohumların güneşi ve yağmuru görür görmez yaprağa, çiçeğe durduğu günler. Her biri diğerini daha farklı renkli olan boya kutusu gibi günler.

Üstelik o renkli günler maneviyat dolu günler Ramazan’a denk gelmiş.

Ramazan, bahar ve birbirimize edebileceğimiz bereket dolu, iyilik dolu, umut dolu, gelecek dolu duaların edebileceğimiz Kadir Gecesi zamanları.

Aslında Allah’ın bize verdiği her gün ayrı tatlı ve ayrı kıymetli ama sanki bu günler daha mı kıymetli?

Bayramın yaklaştığı günler…

Bir dala konup sağı solu izleyen ürkek minik bir kuş gibi, gününün ne zaman geçeceğini bilmeyen, bir sağa bir sola salınan kır çiçeği gibi olanlardan hakkımızı alıp üzerimizde hakkı olanlara hakkını verelim.

Belki bu günler olur biz olmayız, belki biz oluruz bu günleri görecek gözler olmaz, duyacak kulaklar olmaz, tadına varacağımız sağlığımız olmaz.

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort