DOLAR 19,1275 0.03%
EURO 20,7772 0.08%
ALTIN 1.212,950,00
BITCOIN 5199080,01%
Ankara

HAFİF KAR YAĞIŞLI

05:27

İMSAK'A KALAN SÜRE

Sıddıka Rahime

Sıddıka Rahime

17 Mart 2023 Cuma

Kalan Sağlar Bakın Kim Geldi?

Kalan Sağlar Bakın Kim Geldi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçen gün bir medya haber ajansının derlediği bir haberi inceledim. İçeriği bugüne kadar yaşadığımız sel felaketleri hakkındaydı. Trabzon ile ilgili olana 20 ölü daha eklemiş. Yaptığı şey, basın ve olayları abartma şekline tam bir örnek teşkil edecek bir hareket. Yazdım onlara ama beni ne kadar ciddiye alırlar, Allah bilir.

Türkiye bir sel ülkesi, haliyle birçok sel yaşandı. Birçok can sel yüzünde kayboldu, insanlar başka yerlere nakloldu. Mesela benim anneannemin köyünü sel yüzünden Gökçeada’ya taşıdılar. Aynı köyde Kırıkhan’a taşınanlar oldu. Bu bahsettiklerim devletin yaptırdığı düzenlemeler. Köyü terk edenleri, kendi kendine büyük şehirlere taşınanları saymıyorum.

Ne seller görmüşüz.

1990 yılında, sıradan bir haziran günüydü. Ayın on dokuzuydu. Her zamanki gibi sebebini bilmediğimiz bir yağmur yağıyordu. Klasik Trabzon havaları. O zaman yaşadığımız yer, şehrin tepesi olduğu için, geçip giden yağmur suyu derelerini görüyorduk.

Teyzemin kızı bizimle kalıyordu. Sel felaketi günü sel olan yerlerde o da vardı.

O gün şehrin doğu tarafını batı tarafına bağlayan Değirmendere Köprüsü sel suları yüzünden ağır hasar almıştı. Köprünün yarısı yok olmuştu.

Teyzemin kızı otobüsle o köprüyü kullanmıştı. Ondan biraz sonra köprünün yarısı üzerindekilerle beraber göçmüştü.

Teyzemin kızı, yaşadığı mucizenin farkında olmadan bize gelmişti. Yağmur ise yaptığına aldırmadan, yağmaya devam ediyordu. Akçaabat tarafında birçok kayıplar olmuştu.

Karadeniz, günlerce çamurlu kalmıştı. Resmen dağlar denize akmıştı. Denize akarken, ne bulduysa önüne katmıştı. Dev yılanların, sel suları ile denize kadar geldiği şeklinde şehir efsaneleri duymuştuk. Artık, doğru yalan Allah bilir.

Selin boyutu hakkındaki bilgimiz, sadece duyduklarımız ve bize basının servis ettikleri kadardı. O zamanki basın, şimdiki gibi değildi. Haberlerden çekilip çekilip yeni haber yapmak gibi bir uğraşı yoktu. Elimizde olanla idare edin derdi basın.

O güne dair hatırımda kalan tek şey, Değirmendere Köprüsü’nün az gerisindeki tarihi Değirmendere Köprüsü’nün ayakta kaldığı, yeni köprünün yıkıldığı idi.

1891 yılında yapılan köprü ayakta kalmıştı. Zamanın aklı, modern zamanın aklından üstün çıkmıştı. Eski zamanlarda gösterilen özen, yerini modern zamandaki hıza bırakmıştı. Hız zaman kazandırıyordu ama birçok şeyi kaybettiriyordu. Anı yaşamak lafı, inşaat sektörü için geçerli olmamalıydı.

Cep telefonu ve internet gibi nimetler hayatımızda olmadığı için felaketin boyutu hakkında bilgiyi akşam haberlerinde ya da ertesi günün gazetelerinden görmüştük.

Biz kalan sağlar olarak, ertesi gün hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik.

Gördüğümüz ilk sel değildi, son sel de olmayacaktı.

Babaannem doğduğu zamanı, seller senesi üzerinden tarif ederdi. Ona şu kadar yakın, şu kadar uzak diye. 1929 senesi Trabzon’un Of ilçesinde 146 kişinin ölümüne sebep olan sellerin yaşandığı yıldı. O yıllara yakın doğanlar için bir nevi milat olmuştu o seller. O sellerde, yakını kaybolanlar için mesela.

Köyümün karşısındaki köyün yaşadığı sellerden bazılarına bizzat şahit oldum. Çaykara Uzungöl yolunu değiştirecek şiddette seller oldu.

Kendi köyümde, yollarımızın dereye karıştığı seller gördüm. Yollarımıza beş on yılda bir güncelleme atılan seller olurdu.

Hatta en son 2005 senesinde, yaşanan bir sel sonrası, bir ev kadar kayanın gelip anneannemin köy yolunun ortasını kapladığını gördüğümde şok olmuştum. O dev kaya, yıllardır orada. Onu ilk gören binlerce yıldır orada sanabilir. Oysa o kaya 18 yıldır orada.

Hatta o sel ile ilgili komik bir anım bile var. Aracımız ile selin boyutu hakkında fikir sahibi olmak ve akrabalarımızı ziyaret etmek için yola çıkmıştık. Normalde çok cılız akan bir ırmak, bizde küçük olan derelere ırmak, hatta yöresel ağızla yirmak derler, koca bir şelaleye dönüşmüştü. Aracı kullanan kişi, araç iyice yıkansın diye şelalenin altında bekletmişti aracı.

Ne yapıyorsun, dedim.

Niye ki, dedi.

Sel suyu bu, farkında mısın, ne getirir Allah bilir, dedim.

Sonrasında o da ayıldı, güle güle oradan geçtik.

Öyle idi o zaman, hayat bizim için. Her zaman, kalan sağlar ile hayata devam ettik. Bir iki gün dramatize ettik, sonrasında yaşadıklarımızı komik anılara evirdik. Daha sonra nerede kaldıysak oradan devam ettik.

Şanlıurfa sel felaketini görünce bunlar aklıma geldi: Şanlıurfa’da bir yıl kadar bulundum. Çok sevdiğim bir şehir oldu, sel için çok üzgünüm. Dilerim en kısa zamanda toparlanır.

Sel ile yatıp kalkan bir coğrafyadayız.

Basının bizi dağıtmasına müsaade etmeyelim.

Aynı basın bizi sonra, selden dolayı psikolojisi bozulanlar istatistiğine konu edebilir.

Akıl gurularımdan biri olan Nevzat Tarhan hocam der ki: “Olumsuz duyguların en önemli özelliklerinde biri paylaşıldıkça pekişmesidir. Bu sebeple insan haklı ve mantıklı olmadığı sürece menfi duygularını paylaşmamalıdır.”

Selden dolayı can ve mal kaybı yaşayanlar dışında olanlar, bu lafı üstüne alabilir. Olayı dramatize etmeyelim. Aslında bu, rol çalmak. Kimsenin dramını olayla alakası olmayan bir başkası pazarlamasın. Ne gerek var? Kime ne faydası olacak ajitasyon yapmanın?

Günlerdir acılar ile haşır neşir oluyoruz. Zor bir dönemden geçiyoruz. Ama bu esnada güzel şeyler de oluyordur. Aşklar, meşkler, doğan bebekler, yakınlaşılan dostluklar, indirimler, bahar manzaraları, geri gelen göçmen kuşlar.

Mesela bugün, Yaren leylek Âdem Amca’nın kayığına gelmiş. Ona hoş geldin demeyecek miyiz? Neler neler görmüştür gelirken. Kaç kilometre uzaklardan geldi. O kadar yolu kanat çırparak aştı. Gayreti saygıyı hak ediyor bence.

Kalan sağlar, size diyorum, yaşamaya devam edelim. Yaşam motivasyonu olarak 12 yıldır bu zamanlarda buluşan; Yaren Leyleği ve onu bekleyen Âdem Amca’yı örnek alabiliriz.

Güzel görsel, Yaren Leylek ve Âdem Amca’nın dostu Alper Tüydeş’ten. Çok güzel bir kare değil mi? Gülümseyim gari.

Devamını Oku

Dünyanın Şakası Yok

Dünyanın Şakası Yok
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Görsel 1940 yılında Londra’da çekildi. İkinci Dünya Savaşı’nda, yerle bir olan Londra’da, hayatına devam eden Londralı bir kadın. Muhtemelen, onlar için çay saati olan saat beş civarları çekilmiştir. Canım sağ olsun hepsi hallolur lafının, kareye yansımış hali.

6 Şubat tarihinde beri, deprem ülkesi olduğumuzu acıyla ve maddi kayıplarla, neredeyse her gün yeniden öğreniyoruz. 6 Şubat, on binlerce insan için ölüm tarihi oldu. Genç yaşlı birçok insan, enkaz altında kaldılar. Bu deprem, aynı anda ülkenin 13 milyon civarı nüfusunun yaşadığı toprakları, çok ciddi anlamda etkiledi. Çoğu yeri dümdüz etti. Böylesi şiddette, bu kadar geniş alanı etkileyen, bu kadar uzun süren deprem öngörülmüyordu. Haliyle, en az vatandaş kadar, hazırlıksız yakalanan devlet de ilk anlarda spontane davrandı. Yardım kuruluşları, ilk anlarda kendi organize kapasiteleri ve güçleriyle ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Sivil toplum hareketinin kıymetini anladık.

Hatay’a, ilk günlerde gidilemedi.

Hatay’da depremi yaşayan birinden duyduğum, bizi Allah kurtardı oldu. Kimse bizi kurtarmaya gelmedi dedi. Kimseyi suçlar gibi demedi bunu. Halini ifade etti ağlayarak. Şikâyette etse, idi hakkıydı. Kimsenin o şikâyeti susturma hakkı olamazdı. O kadar haklıydı.

Dünya’dan maddi manevi yardımlar geldi. Ezeli dostumuz ve düşmanımız Yunanistan ilk gelenlerden oldu. Bizde onun başı sıkıştığında ilk gidenlerden oluruz hep. Hani derler ya komşu akrabadan daha yakındır diye, aramızdaki öyle bir bağ bence.

Sabaha karşı olan depremden sonra öğlen bir deprem daha oldu. Böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamıştık. Artçılar olurdu, şöyle son sallantılar gibi ama art arda güçlü depremler olmazdı. En azından daha önce olmamıştı.

Gündüz olan depremle ilgili tek avuntu depremin gündüz vakti olması ve birçok insanı dışarda yakalaması oldu. Avunanlar orda yaşayanlar olmadı. Biz avunduk. Evimizde internetten depremi izleyenler. Hatta depremden etkilenenlerden, utanarak avunduk. Yaşamsal faaliyetlerimizi, kişisel bakımımızı yaparken bile utandık. Hala utanıyoruz.

 Sonra, artçılar hiç durmadı. Hatta en son 20 Şubat’ta şiddetli, bir deprem daha oldu.  Arama kurtarma ekiplerinin çalışmalarını bitirip bölgeyi terk ettiği gün. Bitti sandık ama bitmedi. Bu sefer kayıplar az oldu çünkü deprem bölgesinde yıkılacak ev kalmamıştı. Depremden kurtulanlar evlerinde çadırlarda yaşamaya başlamıştı.

Yazdıklarım hepimizin tüm rakamlarına, lokasyonlarına kadar herkesin bildiği şeyler. Acı tablomuz.

Yılın en kısa ayı olan şubat ayında, ömrümüzün en uzun günlerini yaşadık. Canımızdan canlar koptu. Tarih kitaplarına geçen, medeniyetlerin sonunu getiren bir felaket yaşadık. Olanlardan öğrenmek zorunda olduğumuz net bir ders var.

Türkiye, Japonya gibi deprem ülkesi olan bir ülke.

Hayatımızın her anını, deprem olacak mı diye korkarak değil, depremle ilgili önlemleri alarak yaşamak zorundayız.

Uçağa her binişte, uçağın olası kaza durumlarında yapılacaklar anlatılır. Uçak kazaları kurtulma olasılığı düşük kazalar olduğu halde, çıkış kapısına yakın oturanın, almak zorunda olduğu sorumluluğa kadar anlatılır.

İki yılımız, tüm dünyayı etkileyen salgın bir hastalıkla geçti. Hes kodu ile yaşadık. Cep telefonlarımıza ve tc’mize entegre olan hes kodu sayesinde, toplu alanlara girişimiz kontrol altına alındı. Salgın hastalık geçiren ve onun yakınında olanlar, toplu olan hiçbir alana giremedi. Sokağa çıkma yasakları oldu. Evlerden okuduk, evlerden çalıştık. Hala o döneme ait ibareler, toplu yaşam alanlarında duruyor.

Yangın ve iş güvenliği gibi önlemler hayatımıza girmişti. İnsanların yaşadığı, çalıştığı, okuduğu yerlerde iş güvenliği ve yangın için gerekli önlemler alınmak zorunda. Ne yazık ki birçoğu göstermelik olan, gerektiğinde hiçbir işe yaramayacak süs gibi biblo gibi mevzuatlar.

Millet olarak sahip olduğumuz bir şey olmaz ihtimalini en güçlü ihtimallerden çıkarmak zorundayız. Bir şey olabilir olmalı en güçlü ihtimalimiz.

Böyle geldi böyle gitmesin.Her bireyin, bundan sonra depremle ilgili algısı değişmek zorunda. Evimizi ya da çocuğumuzun okulunu yapan müteahhitti suçlayınca, giden canlar yıkılan evler geri gelmiyor. Ev satın alan, kiralık ev tutan, çocuğuna okul arayan herkes standartlarının önüne, ön şart koymak zorunda.  Deprem önlemleri, içine dahil olacağımız her yapının ön şartı olmak zorunda.

Deprem önlemlerinden geçen yapılarda, diğer standartlarımızı aramalıyız. Hatta bence deprem önlemleri olan yapı her bireyin yaşam standardı olmalı. İnsani hakların ilki olan yaşam hakkının, kapsamında olmalı. Herkes deprem önlemi olan yapılarda yaşamalı, okumalı, çalışmalı, eğlenmeli vb.

İnsanların paranoyalarının eseri olan güvenlikli siteler, yerini ne yapacağı belli olmayan doğaya karşı güvenlik önlemler eklenmeli. Hatta önce deprem güvenliği sonra güvenlik görevlisi şeklinde olmalı.

Elit olduğunu düşündüğümüz mahalleler, elit olmasından önce zemini sağlam mı, ona bakılmalı. Zemini bataklık olan, tarla olan, doldurma olan mahalleler elit olsa ne olmasa ne.

Evlerin; mutfağı, banyosu değil duvarlarına bakılmalı. Alt katında ne var ona bakılmalı.

Eşyaları odalara yerleştirirken, deprem anında bu eşya üstüme düşerse ne olur diye senaryolar üretip yerleştirilmeli. Sabitlenecek her şey sabitlenmeli.

Bir restoranda yemek yiyoruz mesela, restoran deprem anın için hazırlıklı mı, gerekli önlemleri almış mı soruna karşılık gelebilecek yazılar aramalı gözümüz ve bulabilmeli.

Alışveriş merkezleri, hastaneler, okullar, kamu binaları, köprüler, camiler, kültür merkezleri vb.

Toplu olarak kullandığımız her yerin deprem karnesi olmalı, düzenli aralıklarla karne bilgileri kontrol edilmeli.

İnşaat sektöründe çalışanlar, üniversite mezunundan sadece okuma yazma bilenine kadar, eğitime tabi olmalı. Eğitimleri almadan çalışmalarına müsaade edilmemeli.

Okullarda, spontane deprem tatbikatları olmalı. Küçük yavrular, deprem anında nasıl hareket edeceğini öğrenmeli.

Binalara erken uyarı sistemi yüklenmeli.

Beş dakika düşündüm aklıma bu kadar şey geldi. Ben mühendis değilim, sıradan bir vatandaşım. Benden çok daha iyi düşünebilecek, donanımlı mühendisler bir araya gelmeli. Tüm ülkeyi koordine edecek donanım sahip organizasyonla kurulmalı. Depremle ilgili, yapıyla ilgili, insanla ilgili uzmanlardan oluşan bir yapı olmalı, bu yapı. Yaşayan, sürekli çalışan sürekli fikir üreten, sürekli pilot uygulamalar yapan bir yapı olmalı. Mesela, Şili’de deprem mi olmuş, depremde hangi yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmış, depremle ilgili hangi konuda sınıfta kalınmış gibisinden fikirler üretilse. Önlemler her gün yeniden güncellense.

Önlemler için her kurumda takımlar kurulmalı. Kurulan takımlar üst takımla koordineli bir şekilde çalışmalı.

Eskisi gibi olamayız, ciddi bir şeyler yapmak zorundayız. Devlet, vatandaş, stk’lar olarak yenilenmeliyiz. Karşımızda olan doğal afet diğerlerine benzemiyor. Verebileceği zarar diğer doğal afetlerin kat be kat üstünde. Hatay’da yaşayan arkadaşımın dediği, “Hatay savaş geçiren Suriye gibi oldu.” idi.  Haliyle, kırk yılda bir olsa bile, olduğu an milyonlarca insanı etkileyecek potansiyeli barındırıyor.

Eğer bu yaşadığımız deprem dünyanın sonu değilse, topluca yok olmaya doğru gitmiyorsak kalan günlerimiz için yeni birer biz inşa etmek zorundayız. Yazımı dünyanın yeni bir döneme geçişi diye bitirmek istiyorum. Kötü şeyler çağırmayayım. Yeni dünya düzenine yeni Türkiye düzeni, yeni birey düzeni geliştirerek dahil olalım. Yaşadığını bize belli eden dünyamızı daha fazla kızdırmayalım, onu ciddiye alalım. Şakası yok.

Ne kadar yardımsever olduğumuzu birbirimize gösterdik sıra ne kadar bilinçli olabileceğimizi  göstermede.

Bakara suresi 134. Ayette rabbimizin sevdiği işini güzel yapanlardan olalım.

Babaannemin deyişi ile bitireyim, hadi Türkiye’m göreyim seni.

Devamını Oku

hayat için 12 kural (II)

hayat için 12 kural (II)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Jordan B. Peterson’ın kitabına kaldığım yerden devam ediyorum. Geçen bir haftada, hayatımıza kar eklendi. Bereket olsun barajlara su olsun inşallah.( Görsel 2023’te Ankara şehir merkezine düşen ilk kardan, kendi çekimim.)

6- Dünyayı eleştirmeden önce, kendi evinizde kusursuz bir düzen sağlayın.

Önüne bak diyor. Birilerini eleştirmeden önce önüne bak. Eleştirme, icraat yap diyor. Eleştirmek en kolayıdır. Kınamak gibi bir şey. İnsan kınadığı günahla sınanır. Aynı minval, farklı ifade. En güzeli kendinle, kendi hükümranlığında olanla meşgul olmak. Başkası da kendi hükümranlığınla meşgul olsa dünya güllük gülistanlık olur.

7- Anlamlı olanın peşine düşün, kolay ve kestirme olanın değil.

Basite kaçmayın diyor. Anlamlı olanla uğraşın, anlam arayın, bol bol arayın, vazgeçmeyin. Vazgeçmek en kolay olandır. Vazgeçersin, sonra bir ömür niye vazgeçtim diye hayıflanırsın. Çevremiz, vazgeçenlerin pişmanlıkları ile dolu.

8- Doğruyu söyleyin ya da en azından yalan söylemeyin.

Okuduktan sonra tatbik etmeye başladığım yöntem. Bize derdini anlatan birine, onun hoşuna gidecek pembe yalanlar söylemek mi, hiçbir şey söylemek mi, hangisini tercih etmeliyiz? Pembe yalanlar karşımızdaki kişiye sus artık demekten başka bir şey değil. Senden sıkıldım sana boyalı sözler söylüyorum çünkü derdini dinlemeye devam etmek istemiyorum demek. Oysa onu yerine sadece dinlediğimiz zaman, kişi kendi sorununu kendi çözebiliyor. Çünkü derdini anlatan çoğu insanın amacı, derdine çözüm bulmak değil amacı aslında konuşurken düşünmektir. Dert anlatan çoğu insan aslında sesli düşünen insandır.

9- Dinlediğiniz kişinin sizin bilmediğiniz bir şeyi biliyor olduğunu varsayın.

Dinlediğimiz kişinin bizim bilmediğimiz bir şeyi anlattığını varsaymak, bu mümkün mü? Çocuğumuz mesela, karşı komşumuz, iş arkadaşımız, otobüste yanımıza oturan kişi, bizim bilmediğimiz bir şeyi anlatıyor olabilir mi? Olamaz mı, pekâlâ olur. Her insan bir âlem. Merak edersek her insandan bir şeyler öğrenebiliriz. Yeter ki dikkatlice dinleyelim. Dinleyebilmek başlı başına bir beceri. Duyduğunu algılamak, onu anlamlı hale getirmek, bellekte ona yer açmak ve sonra ihtiyaç duyunca kullanmak. Beyindeki birçok sinirin çalışması. Kısa vadede karşımızdaki insanı mutlu eden, uzun vadede bize iyi gelen bir şey. Hiç zor olmayan bir eylem. Yapmamız gereken sakin kalmak, cevap vermeye çalışmadan, sessizce dinlemeyi başarmak. Sessizlik, cevap verme yarışından çok daha bereketlidir. Sessizlik analizdir, ona müsaade etmeyi başarabilsek.

10- Açık ve net konuşun.

Evet ya da hayır demek yerine, uzun ama bomboş cümleler kurmak. Hiçbir şey söylemeden uzatıp durmak. Moda tabirle hayır diyememek. Ne istediği belli olmayan ne istemediği belli olmayan safı belli olmayan biri olmak. Ne sevilen olmak istemek ne sevilmeyen olmak istemek, kimseye yar olmamak. Tam olarak bu, kimseye yar olmamak. Birilerine yar olmak daha iyi değil mi, bence daha iyi. Beni şunlar sevsin şunlar sevmesin ya. O kadar net olmak, değen birileri için başka birilerinden geçmek.

11- Kaykay yapan çocukları rahatsız etmeyin.

Beni en çok yoran bölüm bu bölüm oldu. Sebebi de kaykay. Benim çocukluğumda kaykay yoktu. Anlamadım, ne diyor bu adam dedim. Bölümü defalarca okudum. Köyde kaykay vardı da biz mi kullanmadık? Dediği tam olarak, fıtrata müdahale etmeyin. Bizim kültürde karşılığı olan bir durum. Bırakalım bazıları, bazılarında daha riskli şeyler yapsın. Bırakalım bir şeyler yapanlar duramayanlar, durmasın. Kimseyi durdurmayalım, kimseyi başkası yapmaya çalışmayalım.

12- Sokakta karşılaştığınız kedileri okşayın, köpekleri de okşayabilirsiniz.

Dokunun diyor, doğaya dokunun. Her ne kadar şehirlerdeki doğa gerçek doğa gibi olmasa da şehirde denk geldiğiniz doğal olan şeylere dokunun. Ben bu hayvanlara kuşları da eklemek istiyorum. Kuşları seyretmek iyi gelir, diyorum. Sokaklarda şakıyan minnacık kuşları. Onların hal ve hareketlerini. Ölene kadar yaşamalarını. Yaşadıkları her anın hakkını vermelerini. Anı yaşamalarını.

Benim kısa birer paragrafta anlattığım yolları, yazar uzun uzadıya anlatmış. Herkes anlasın diye iyice uzatarak anlatmış. Yaşamayı seven, yaşatmayı seven insan bir seven, yazar. Okuyun bence, size de iyi gelecek bir iki madde bulabilirsiniz.

Keyifle kalın, huzurla kalın, hoşçakalın.

Devamını Oku

Hayat İçin 12 Kural

Hayat İçin 12 Kural
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Birinci  Bölüm

“İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir” der eskilerimiz. Bu sözün bir de tıbbi versiyonu var. Hasta iyileşmeye karar verdiğinde iyileşir. Tıp ve eskilerimiz muhakkak bir yerde kesişiyor. Genellikle tıp bunu sonradan fark ediyor.

“Bir kitap okudum hayatım değişti” diyenler ne kadar haklı acaba? Bir kitap insanın hayatını ne kadar değiştirir? Ne kadar istersek o kadar. Olay tamamıyla bizle alakalı.

Öğrenmek isteyen öğreniyor, iyileşmek isteyen iyileşiyor. Hayat sandığımızdan daha basit, sandığımızdan daha basit değil.

Yazımda bahsetmek istediğim yazar, İngilizce kitabımda karşıma çıktı. İyi olmak isteyen hastanın doktor ayağına gelir. Psikoloji ilgimi çektiği için hemen adamı araştırdım. Dindar bir adam olması ilgimi çekti. Yaptığı çalışmalar ve güncel olması üzerine kitabını okumaya karar verdim.

Kitap 2018 yılında yazıldı, 2021 yılında Türkçe’ye çevrildi. Kitap psikolog Jordan B.Peterson’ın hastalarından ve kendi hayatından çıkardığı 12 hayat dersini anlatıyor.

Hayat için 12 kural:

1- Omuzlarınızı arkaya itin ve dimdik durun.

Duruşun verdiği mesaja atıfta bulunuyor. Kişi verdiği mesajla, direncini ifade ediyor. Dik duran “ben kendimden eminim” diyor, eğik duran benim kafam karışık diyor. Dik durana kimse bulaşmıyor, eğik durana gelen geçen bir omuz atıyor ve daha da eğik duruyor.

2- Kendinize yardım etmekten sorumlu bir insan gibi davranın.

Kendinize hemşirenin hastaya baktığı gibi, annenin çocuğuna baktığı gibi bakın. Nasıl anne çocuğunu ihmal etmezse, hemşire hastasını ihmal etmezse siz de kendinizi ihmal etmeyin. Kendinize özenin.

3- Sizin için en iyisini isteyen insanlarla arkadaşlık kurun.

Ne derler, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”. İyi arkadaş nimettir. İyi arkadaşla arkadaşlığı devam ettirmek ise akıllılıktır. İyi olmayan arkadaşla devam etmek ise bozuk bir yolda yol almaya benzer. Yorar ve insanın başına ne geleceği kestirilemez. Film ağzıyla boş ekşındır.

4- Kendinizi bir başkasının bugünkü haliyle değil kendinizin dünkü haliyle kıyaslayın.

Kendinizle yarışın diyor. Birey kendi ile yarışırsa ancak ne kadar ilerlediğini görebilir. Başkaları ile yarışmak bizleri hem yorar hem yıldırır hem hedef şaşırtır. Komşumuz, akrabamız ya da arkadaşımız gibi olmanın bizi mutlu edeceğini sanmak ya da onu geçmenin bizi mutlu edeceğini sanmak bizi sadece haset yapar. Haset, kişiyi kemirmekten başka bir işe yaramaz. Karşımızdaki kişiyi bazen ilah yapmamıza, bazen de ezik yapmamıza sebep olur.

5- Çocuklarınızın onlara sinir olmanıza neden olacak herhangi bir şey yapmasına göz yummayın.

Yazarın anne babalara yönelik telkini… Bunu şöyle savunuyor. Şımarık ve kaprisli çocuk yetiştirmek çocuğa yapılmış bir kötülük. Küçükken şımartılmış çocuklar, ileride toplumla baş başa kalınca çekilmez insanlar oluyorlar ve kimse onları çekmiyor. Toplum onları dışlıyor. Toplum anne baba gibi olmadığı için çirkin davranışlara müsamaha göstermiyor. O yüzden, anne babalar da müsamaha göstermesin ki çocukta bunlar alışkanlık halini almasın.

6- Dünyayı eleştirmeden önce, kendi evinizde kusursuz bir düzen sağlayın.

Önüne bak diyor. Birilerini eleştirmeden önce önüne bak. Eleştirme, icraat yap diyor. Eleştirmek en kolayıdır. Kınamak gibi bir şey. İnsan kınadığı günahla sınanır. Aynı minval, farklı ifade. En güzeli kendinle, kendi hükümranlığında olanla meşgul olmak. Başkası da kendi hükümranlığınla meşgul olsa dünya güllük gülistanlık olur.

kalan 6 kural haftaya olsun. Tüm hayatta işe yarayabilecek kuralları sindire sindire iki haftada tamamlayalım. Yarasın:) şifa olsun:) keyif olsun:)

(Fotoğraf Amasra sokaklarından.)

 

Devamını Oku

insanın Anlam Arayışı, Logoterapi

insanın Anlam Arayışı, Logoterapi
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Viktor Emil Frankl, 20.yüzyılda yaşamış Yahudi nörolog ve psikiyatristtir. Üçüncü Viyana Okulu olarak bilinen logo Terapinin Kurucusudur.

Birinci Viyana Okulu, Çoğu Kişiye Sempatik Gelmeyen Haz Ve Dürtü Eksenli Freud’un Kuramlarıdır. İkinci Viyana Okulu Alfred Adler’in sistemi olan toplumun eseri olan bireysellik ile ilgilenir. Buralar, dalmasını isteyene deniz deryadır. Ben burada, daha çok logoterapi’ye dalmak isterim.

Logoterapi, Latince “anlam” demek olan “logos” kelimesinden türemiştir. Kişinin yaşamdaki anlamını bulmasıyla ilgilenir. “Yaşamdaki anlamını bulan kişi, yaşamını anlamlı kılar” der.

Bir arkadaşımın bana verdiği bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Bilinçli olarak almadım ama çok ilginçtir ki çok sevdiğim bir kitap oldu.

Aslında kitabın yazarı da benim gibi düşünerek yazmış kitabı. Kitabın bu kadar çok satacağını tahmin etmemiş. Amacı orada çektiği sıkıntıların yok olup gitmemesiymiş, tuttuğu notları eser haline getirmek zorunda hissetmiş kendini. Hatta kitabına atıfta bulunarak öğrencilerine, başarıyı ve mutluluğu hedefleyerek yapılan işlerde, mutluluğu ve başarıyı kaçırma olasılığının artabileceğini söylemiştir. Öğrencilerine, başarı ve mutluluğu hedeflemek yerine, yaptığınız işe kendinizi adayın, o zaman başarı ve mutluluk, ortaya çıkan ürünün yan etkisi olarak ortaya çıkacaktır demiş.

Kitabını yazma amacı, çok ağır şartlara maruz kalan insanların, yaşama tutunmasını konforlu şartlarda yaşayan insanların yaşama tutunması için yol gösterici olması idi.

Aslında kendisi başta Freud’cu idi ama Freud’un tespitleri ona çok eksik geliyordu. Freud açlık gibi mahrumiyet durumlarında, her insanın aynı ilkelliği göstereceğini savunur. Eğitimli insan, zengin insan, fakir insan aynı şekilde ilkelleşir der. Oysa Frankl bizzat gözlemlediği üzere, en ağır şartların insanın, kendini tanıyabildiği şartlar olduğunu söyler. İnsan, kendinin ne kadar yüce olabileceğini asıl ağır şartlarda öğrenir.

Yaşadığı her şeyi yazar. Öyle ki yazdığı notlar onu hayata bağlar.

Yeni evli olarak girdiği kampta eşi ile kavuşacağı hayali ile uyanır her sabah. Aslında eşlinin yaşayıp yaşamadığını bilmiyordur ama yaşamadığını düşünmesindense, yaşıyor olduğunu düşünmeyi tercih eder. “Beni kalbine mühürle, sevgi ölüm kadar güçlüdür.”

Yaşamı dişçiye gitmeye benzetir. Her an daha kötüsünün yaşanmadığına inanırsınız oysa yaşanmış ve bitmiştir. Bunu kamptaki hayata benzettiğinde, kamptaki mahkûmların yaşamın tüm fırsatları geçmiş yaşantılarında düşünmek yerine, kamp hayatının da fırsatlar içerdiğini inandığı durumda, yaşamın anlam arayışı devreye girer. Ya bu anlamı fark edip, yaşadığını kişisel bir zafer gibi okuyacak ya da zaferini görmezden gelip, yaşamına bitki gibi devam edecek. Bu açıdan bakıldığında günümüz insanının durumuna benzemiyor mu? Yaşam hiç adil değildi hiç olmayacak. Peki bu durum, yaşayan insanların kendi kişisel zaferlerini görmelerine mâni mi? Her birey kendi deneyimlediği zaferler yaşamıyor mu?

Aslında Frankl, yaşamın anlamını bulmak için yaşamı sorgulamak yerine yaşamın bizi sorgulama hallerine odaklanmamızı salık verir. Kaçan fırsatlar, terk eden sevgili, kaybedilen para, acı deneyimler vb. her biri, yaşamın sesini duymak isteyenlere yönelttiği sorgulamalardır. Bunları anlamlı kılmak bireyin kendini anlamlı kılar. Yaşanılandan zaferler evirir.

İnsanın anlam arayışı olan logoterapide yaşamın anlamını bulmanın 3 yolu vardır. Bu üç yol aslında her birimizin deneyimleyebileceği yollardır. Belki şu an birini deneyimliyoruzdur. O üç yolu anlatmaya başlıyorum.

1- Bir eser ortaya koymak veya bir iş yapmak.

Eser o kadar geniş bir çerçevedir ki. Bir resim yapmak, bir şiir yazmak, bir yemek yapmak, bir kazak örmek vb. insanın içine kendinden parçalar koyduğu her ürün bir eserdir. Ortaya çıktığı anda, en başta eser sahibini, mutlu eden, sonrada bir iki kişiye olsun dokunan her ürün eserdir.

2- Bir insanla etkileşime girmek.

O insan öğrenci olabilir, kardeş olabilir, arkadaş olabilir, eş olabilir, evlat olabilir, sevgili olabilir, komşu olabilir, otobüs şoförü olabilir, yolcu olabilir, dilenci olabilir vb. bir tebessüm ile bir günaydın ile bir selam ile birinin ilacı olunabilir.

3- Acı yaşarken acıya yüklenen tutum ile.

Muhtemelen deneyimlemesi en tatsız olan durum budur. Acıya karşı yapıcı bir tutum takınmak, her acı çekenin sahip olabileceği bir durum değildir. Frankl ve diğer mahkûmların Yahudi çalışma kampında deneyimlediği durum gibi durumlar için geçerli olan yoldur. Kamptaki çoğu mahkûm yaşadığı sıkıntıları sonunda kişisel zafere dönüştürdü. Dışarıdan bakınca imkânsız gibi gözüken şeyi yaptılar. Çünkü başka çareleri yoktu. Frankl bununla acıyı kutsallaştırmaz. Çekilmesi zorunlu acıları yaşanılır kılmak ister.

Logoterapi kendini acılar içinde inşa etmiştir. Frankl bu durumla ilgili şöyle bir örnek verir. Bir sabah çalışma kampına gitmeyi reddeden, dışkısının üzerinde oturan mahkûmun bir iki güne hastalanıp öldüğünü yazar. Bir tür, çilesini çekememe halinin, yaşamın sonu olma hali olduğunu söyler.

Okurken nasıl olur da bu kitap bu kadar çok satmış diye düşündüm. Sonra kelimelerdeki acılar, bana dram sevme durumu gibi geldi. Ajitasyon sevme sandım. Malum olduğu üzere insanoğlu başkalarının acısını izlemeyi, dinlemeyi, okumayı sever. Sonra, Frankl’ın yaşadığı dramları, psikolojik durunlar ile örtüştürerek kanıt niteliğinde sunumunun, getirdiği anlaşılırlığın bu kadar çok okumayı sebep olduğunu anladım.

Frankl, Nietzsche’nin “yaşamak için bir nedeni olan her türlü nasıl’a katlanır” sözünü anımsatacak şekilde, anılarını yazar. Yazarken kullandığı dil, kampın fetişizminden çok, insanların davranışlarının adlandırmadır.

Umut vaat eder sürekli. Yaşamın sağına soluna serpiştirilen, bireyin kendi çabası ile bulabileceği umutları.

En büyük derdi, ulaşabileceği herkesin yaşama evet demesidir. Onun kelimeleriyle yaşama evet demek, “trajik geçmişimizden çıkarılacak dersten, geleceğimize yönelik bir iyimserlik doğabileceğini umut etmektir.

Devamını Oku