DOLAR 32,4839 0.08%
EURO 34,8161 0.1%
ALTIN 2.470,220,34
BITCOIN 1995481-3,81%
Ankara
21°

AÇIK

04:46

İMSAK'A KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90
Modernite Kavramının “İslam Kardeşliği” Tasavvuruna Etkisi

Modernite Kavramının “İslam Kardeşliği” Tasavvuruna Etkisi

ABONE OL
25 Mayıs 2017 22:16
Modernite Kavramının “İslam Kardeşliği” Tasavvuruna Etkisi
1

BEĞENDİM

ABONE OL

islamİslâm, Allah Teâlâ’nın insanlık için seçmiş olduğu dinin ismidir. İnsanoğlu Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Diğer bir ifade ile insanın dünyada varoluş sebebi Allah Teâlâ’ya kulluktur. “Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[1] âyet-i kerîmesinde insanın dünyada varoluş sebebinin Allah Teâlâ’ya kulluk olduğu açıkça belirtilmiştir.

İnsanoğlunun dünya serüveninde ilk insan ve ilk peygamber Âdem (as)’dan son peygamber Muhammed (sav)’e kadar, çeşitli zaman dilimlerinde çeşitli bölge ve toplumlara peygamberler gönderilmiş, bu peygamberler aracılığı ile insanlara Allah’a yapacakları kulluğun programları beyan edilmiştir. Son peygamber olarak Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlık için, bütün zamanların peygamberi olarak Allah’ın dinini/İslâm’ı insanlığa tebliğ etmiş, gerek söz gerekse fiilî olarak insanların Allah Teâlâ’ya nasıl kulluk yapacaklarını beyan etmiştir. Allah Rasûlü (sav) efendimiz, yirmi üç yıllık zaman diliminde, cahiliyenin karanlıklarından bütün insanlığın ufuklarını aydınlatan nûr mesabesinde bir toplum ortaya çıkarmış, tarihte benzeri bir daha görülemeyecek bir inkılap meydana getirmiştir. Allah Rasûlü (sav) efendimizin yetiştirdiği nesil olan sahâbe-i kirâm hazretleri, câhiliye karanlığından çıkarak İslâm’ın nuruyla nurlanmış, daha sonra gelecek nesiller için bir yıldız mesabesine çıkmışlardır.[2]

İslâm, insanların hem aklını hem kalbini inşâ ederek, Allah Teâlâ’ya layıkıyla kulluk yapacak fertlerden müteşekkil bir toplum meydana getirmiş, bu toplum, hayatın her alanında “model” teşkil edecek uygulamalar ortaya koymuştur.

İslâm’ın, Müslüman toplumu inşâ ederken üzerinde önemle durduğu konulardan bir tanesi de “Müslümanların kardeşliği” meselesidir. İslâm, câhiliye toplumunun, renk, dil, ırk, aşiret, kabile gibi her türlü ayrıştırmalarına, ötekileştirmelerine mukabil, bütün insanlığın tek bir atadan geldiğini vurgulayarak[3] “hilkatte eşitlik”; “Allah katında üstünlüğün ancak takvâ ile olduğunu”[4] “Müslümanların ancak kardeş olduğunu”[5] vurgulayarak da “dinde kardeşlik” ilkesini esas almış, “sizden hiç kimse, kendisi için sevip istediğini kardeşi için de sevip istemedikçe mü’min olamaz”[6] ilkesiyle, kardeşliğin temel esaslarını ortaya koymuştur.

Allah ve Rasûlü’nün ortaya koymuş olduğu ilkelerle tasavvurları inşâ edilen sahâbe-i kirâm, kardeşliğin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde hayatlarında göstermişler, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlık için ölümsüz örnekler ortaya koymuşlar ve “Müslüman nasıl olmalı?” sorusunun “yaşayan cevapları” olarak Allah Teâlâ’nın övgüsüne ve rızasına nâil olmuşlar,[7] hidayet üzere olmanın ölçüsü kılınmışlar,[8] “model nesil” olmuşlardır.

Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle oluşturulan kardeşlik müssesesi,[9] Medine’ye hicret eden muhacirler için Ensâr’ın yapmış olduğu fedakârlıklar, savaş meydanında ölüm anında bile kardeşini kendi nefsine tercih etme şeklinde gösterilen fedakârlık örneği,[10] kendileri ihtiyaç halinde olsalar da başkalarını kendi nefislerine tercih edişleri[11] onları örnek bir nesil yapmış ve kıyamete kadar dillerde ve gönüllerde taht kurmalarını sağlamıştır. Hadis kitaplarının “Fedâilü’s-sahâbe” bölümlerini, İslâm tarihi ile ilgili ve sahâbe hayatı üzerine yazılan kitapları okuyanlar, sahâbenin kardeşlik adına göstermiş oldukları birçok fedakârlığı müşahede edebilirler.

İslâm’ın Kardeşlik Anlayışının Temel Esasları

Her şeyden önce bilinmesi gerekir ki, İslâm’ın kardeşlik anlayışı din esasına dayanır. İslâm, mensubu bulunan herkesin birbirinin kardeşi olduğunu belirtir.[12] Hangi ırka mensup olursa olsun, hangi dili konuşuyor olursa olsun, hangi coğrafi bölgede yaşıyor olursa olsun, “ben Müslümanım” diyen herkesin, “ben Müslümanım” diyen herkesi kardeş bilmesi, mensubu bulunduğu dinin kendisine yüklediği bir görevdir. “Mü’minler ancak kardeştir”[13] ilâhî beyanını, “Müslüman Müslümanın kardeşidir”[14] nebevî fermanını duyan hiçbir Müslümanın, Müslümanlara karşı kardeşlik duygusu taşımaması mümkün değildir. Hangi saikle olursa olsun, bir Müslümanın ırk, dil, renk gibi, seçimi insanın kendi elinde olmayan bir şeyden dolayı Müslüman olan bir kimseyi “ötekilemesi”, câhiliye davranışlarındandır ve bu şekilde davranan bir Müslümanın aklını ve kalbini “düzeltmesi” gerekmektedir.

İslâm kardeşliğinin görünür kılınmasının ve toplum hayatına yansımasının iki temel esası olduğunu düşünüyoruz. Muhabbet ve îsâr

Muhabbet, varlık âleminin esasını teşkil eder. Muhabbet bütün varlıkların âb-ı hayatıdır. Bu muhabbetten beslenen, ölümsüzlüğün kapısından girer ve çevresine de muhabbet nağmeleri söyler. Kur’ân ve Sünnet’e baktığımız zaman da, “Allah-kul” ilişkisinde de, “Rasûl-ümmet” ilişkisinde de muhabbetin merkezi bir yer işgal ettiğini görürüz. Birçok âyet-i celîlede Allah Teâlâ, sevdiği kullardan ve kendisini seven kullardan bahseder. “Mü’minler en çok Allah’ı sever”[15] Allah da (celle celâlühu), muhsinleri,[16] çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri,[17] muttakileri,[18] tevekkül edenleri,[19] adaletle hükmedenleri,[20] kendi yolunda savaşanları sever.[21] Allah Teâlâ, İman edip sâlih ameller işleyenler için bir sevgi yaratacağını haber verir.[22] Rasûlullah (sav) de, “bir kimsenin, kendisini, ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamayacağını”,[23] kendi nefsi hariç her şeyden daha çok Allah Rasûlü’nü sevdiğini söyleyen Hz. Ömer’e (radıyallahü anh), “kendi nefsinden de daha çok sevmedikçe iman etmiş olamayacağını”[24] haber vermiştir.

Ümmetin fertleri arasında da muhabbetin önemli bir yeri vardır. Müslümanlar arasındaki ilişkiler muhabbet esaslı olmalıdır. Her şeyden önce Müslümanlar birbirlerini sevmelidirler. Sevmelidirler ki, “iman esaslı” bir kardeşliğin “muhabbet esaslı” meyveleri devşirilebilsin. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız”[25] “Ey Allah’ın kulları kardeş olun”[26] “sizden hiç kimse, kendisi için sevip istediğini kardeşi için de sevip istemedikçe mü’min olamaz”[27] “İmanın tadını almak isteyen kimse, sevdiği kimseyi ancak Allah için sevsin”[28] gibi nebevî fermanlar, Müslümanlar arasında muhabbete dayalı bir kardeşliğin olması gerektiğini göstermektedir.

“Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkasını kendi nefsine tercih etmek” olarak tanımlanan ve kardeşliğin ve muhabbetin zirvesini teşkil eden îsâr ise, Medineli Müslümanlar/Ensâr özelinde Allah Teâlâ’nın övgüsüne mazhar olmuş bir davranıştır.[29]

Nübüvvetin on üçüncü yılında mal ve mülklerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret eden Muhâcirler, her şeyden mahrum kalmışlardı. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi. Hazreti Peygamber’in “ikişer ikişer kardeşleşiniz” emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda birçok şeye sahip oldular. Bu “muâhât/kardeşlik akdi” ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu.[30]

Bu kardeşliğin tesisinden sonra Muhacirlere karşı gösterdiği fevkalade alâka ve ev sahipliğinden dolayı Ensâr, Rasûlullah (sav) tarafından övülmüştür.[31]

Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle Ensar, Muhacir kardeşlerinin özellikle maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hatta eşlerinden birisini boşayarak muhacir kardeşine nikâhlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman b. Avf’ın Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman, Abdurrahman b. Avf, Ensâr kardeşine yük olmamak için bunları kabul etmemiş, kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiştir.[32]

Huzeyfe (radıyallahü anh)’ın anlattığı Yermûk savaşında yaşanan olay ise, akıllara durgunluk verecek kadar muhteşem bir kardeşlik/îsâr örneğidir. Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor: “Yermûk harbinde, yaralılar arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere savaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su vardı. Hava da çok sıcaktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini sordum. Başıyla isterim, dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden birisi, “Ah!.. suuu!” diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Gittim, baktım ki Âsım’ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada başka birisi “Suuu!” diye inledi. Hişam da suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Arayıp buldum, fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit olmuştu. Hemen Hişâm’ın yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihayet su elimde kaldı.”[33]

Modern zamanlara gelene kadar, Müslüman toplumlar, hayatın değişik alanlarında, kardeşlik prizmasından yansıyan değişik renk ve tonlarda çarpıcı kardeşlik örnekleri ortaya koymuşlardır.

Ecdadımız Osmanlıların yaptıkları imaret, kervansaray ve misafirhanelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirdi. Giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi. Zenginler, hapishaneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazan ayında bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesabı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf Allah rızası için muhteşem bir din kardeşliği yaşanırdı. İşte bu kardeşlik şuurunun bir mahsulü olarak Osmanlı’da vakıf müesseseleri toplumu bir şefkat ağı hâlinde örmüştür. Osmanlı döneminde -tespit edilebildiği kadarıyla- 26 bin küsur vakfın kurulmuş olması, ecdadımızın bu husustaki dinî gayretini ve faziletini göstermesi bakımından çok önemlidir. Bunlar içinde Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakıf çok dikkat çekicidir. Vakfın hizmet sahası, hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya ziyan verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin etmektir.[34]

Modern zamanlara kadar biz böyleydik. Modern zamanlara gelindiğinde ise Müslümanlara bir şeyler oldu. Bırakalım kardeşlik adına çarpıcı örnekler ortaya koymayı, Müslümanlar moderniteyle birlikte hızlı bir “dönüşüm” ve “başkalaşım” içine girmişler, kendi varlık değerlerini tahrip etmişlerdir.

Modern Zamanlar Ve Müslümanlar

Modernizmin/Modernitenin temelde dayandığı ana esas, din, fikir, sanat, edebiyat, siyaset, kültür, günlük yaşam, kısacası hayatın her alanında gelenek adına ne varsa artık zamanını doldurduğu ve bu yüzden bunların bir kenara bırakılıp yeni bir kültür/yaşam tarzı icat edilmesi gerektiğidir. Modernizm, gelenek adına ne varsa her şeyin sorgulanmasının gerekliliğini savunur.

Modernizim/Modernite insanlığın karşılaştığı en tehlikeli virüstür. Girdiği her alanı tekeline alır ve hızla dönüştürür. Girmedik alan bırakmak onun tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla hayatın bir alanında modernitenin hakimiyetini kabul ederek o istikamette dönüşmeye rıza göstermek, diğer alanlarda da açık veya örtülü olarak aynı durumu kabul etmek ve tescillemek demektir.

Müslümanların bugün karşı karşıya bulunduğu en önemli problemin “modernizm/modernite” olduğu, tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açıktır. Birey, toplum ve ümmet olarak muhatap olduğumuz herhangi bir problemi ele alıp, ciddi bir arka plan yoklaması yaptığımız zaman, temelinin moderniteye dayandığını görürüz.

Modernizm/Modernite, insanlık için virüslerin en tehlikelisidir. Zira modernite, dönüştürdüğü insanda “mutlaklık” hissi oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle uzun insanlık tarihinin hiçbir döneminde insan, “beşer kaynaklı” değer yargılarını ve pratiklerini modern dönemde olduğu gibi mutlaklaştırmamıştır. Modern insan, “değer” adına, hatta “hakikat” adına ulaşılabilecek ne varsa, ona münhasıran kendisinin ulaştığı vehmini taşıyan yegâne insandır. Modernite de “mutlak hakikat”ın kendisi olduğu iddiasındadır ve kendi dışında hiçbir hakikat tanımamaktadır.

Modern insan, “amentüyü bilim yazacak” diyerek insan aklını hayatın merkezine koyan anlayışın hayata damgasını vurduğu dönemin insanıdır. O, kendi kaderini kendisi yazan, neye inanılması ve neyin inkâr edilmesi gerektiğini başkasından öğrenmeyi peşinen reddeden, gözüyle görüp eliyle dokunamadığını (yani kontrol edemediğini, hükmü altına alamadığını) yok saymayı kanun haline getiren bir varlık anlayışının ürünüdür. Bunun için modernitenin her görüntüsünün altında şu veya bu ölçüde bir tekebbür, istiğna ve benlik vardır.

Modernizm/Modernite, Batı’nın insanlığın başına bela ettiği bir felakettir. Ve bugün dünya, Batı’dan ibaretmiş gibi lanse edilmekte, batının anlam dünyasına uymayan hiçbir değer yok hükmünde sayılmaktadır. Dünyayı Batı’dan ibaret sayınca, öyle olduğunu söyleyenlerin telkinlerini sorgusuz sualsiz kabul edince, oradan gelen her şey “dünya”dan geldiği için “evrensel” olma özelliğini de kendiliğinden kazanmış oluyor. Orada üretilen ve tedavüle sokulan her kavram, kurum, değer yargısı, tarz, moda… vs. bir anda bütün dünyanın malı haline geliyor. Herkes (her kavim, millet ve coğrafya) ona aidiyetini deklare etmenin, onunla bütünleşmenin, onu benimseyip yaymanın “insanlığın gereği” olduğu inancıyla hareket ediyor. Modernizm işte böyle bir şey…[35]

Küreselleşme ise, Batılı insanın değer yargılarının, ekonomik, siyasî ve askerî üstünlüğünün tescil edilme sürecidir. Yani aslında “emperyalizm” daha da azmanlaşarak sömürmeye devam ediyor ve yaşadığımız süreç bunun bütün dünya sathına yaygınlaştırılması projeleriyle kendini gösteriyor.

Müslümanlar “modernite virüsü”ne yakalandıkları zamanlardan sonra büyük bir “dönüşüm” ve “başkalaşım” geçirmişlerdir. Artık tasavvurlarımız değişmiş, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, doğrunun-yanlışın, faydalının-zararlının, kısacası akıl ve hayatımıza yön veren bütün kavramlarımızın anlamları da modernite ile birlikte büyük bir dönüşüme/başkalaşıma uğramıştır.

Modern zamanlarda Müslümanlar’ın müptela olduğu en önemli hastalıklardan birisi, meselelerini, kendilerine ait olmayan kavramlarla konuşmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam’dan hemen her şeyiyle farklı bir tasavvurdur bu. Oysa tasavvur, insan aklının kavram kaynağıdır, insan aklı insanın tasavvurundan beslenir. Aklımız, tasavvurumuzdaki kavramları kullanarak fikir/düşünce üretir ve aklımızın tasavvurumuzdaki kavramlardan ürettiği fikirler/düşünceler doğrultusunda hayatımıza yön veririz. Tasavvurâtı düzgün/sahih olmayan insanların tasdikâtı da istikameti de düzgün/sahih olmayacaktır. İşte bugün modern dünyada yaşayan Müslümanın en büyük handikabı “tasavvurât”ının tepe taklak olmasıdır.

Modernizm/Modernite, ma’rufu münker, münkeri ma’ruf olarak tanımlayan, yani değer yargılarını tepe taklak eden bir olgudur. Bunun gereği olarak modern insan da, gerçeğe “şaşı” bakmakla malüldür. Diğer bir ifade ile modern zihne sahip insan, hayata, eşyaya, hakikate “amuda kalkmış” vaziyette bakmaktadır. Rasûlullah (sav)’in “Öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda doğru olan yalanlanacak, yalancı olan tasdik edilecek, güvenilir olan hain, hain de güvenilir olarak kabul edilecektir”[36] şeklindeki beyanı, modern dönemlerdeki kavram kargaşasını, kavramların ters yüz oluşunu, tasavvurâtın tepe taklak oluşunu haber vermektedir.

Modern insanın dünyasında sadece sınırsız bir tüketim hırsı ve sınırsız bir nefsanî/şehevî özgürlük var. İnsanlar arası ilişkiler hayatı paylaşmak için değil, hayattan pay almak için yapılıyor. Modern insan, sınırsızca tüketen, tükettikçe mutlu olduğunu zanneden, başkalarıyla ilgilenmeyen ve başkalarını düşünmeyen bir egoist, sınır tanımayan nefsânî bir özgürlük peşinde koşan, âhiret yokmuş gibi yaşayan “tek dünyalı” bir insandır. Onun lügatında kardeşlik, diğergamlık, fedakârlık, paylaşmak, sorumluluk gibi değerler yoktur. Tam da modernitenin istediği “Homo economicus/Economic human” meydana getirilmiştir.

Bir Müslüman için ise din, varoluşun tek izahı, anlamı ve varlığın layıkı veçhile devamının tek geçerli zeminidir. Din Allah’a aittir ve insan ona teslim olduğu, öğretilerine gönülden bağlandığı ölçüde yücelir, değer kazanır ve kurtulur. Kelâmî görüşler bir yana, Müslüman, “aklen, kalben, kavlen ve fiilen” Allah ve Rasûlü’ne teslimiyet gösteren kişidir. Müslüman, hem iç dünyası hem de dış dünyasıyla Allah ve Rasûlü’nün koymuş olduğu ölçüler çerçevesinde hayatına yön verebilen, “tasavvurâtını” Kur’ân ve Sünnet’in koyduğu ölçülerle inşâ edebilen kişidir. İşte modernizmin/modernitenin en büyük düşmanı da böyle bir Müslümandır.

Modern Dünyada Kardeşlik Ya Da Yok Olan Değerlerimiz

Modernizmle beraber aklımız, kalbimiz ve istikametimiz alt üst oldu. Tarihimizdeki muhteşem yıldızlar söndü/söndürüldü de yolumuzu bulamaz olduk. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar savrulmalar yaşadık, dönüşümlere, başkalaşımlara uğradık. Modern zamanlarda “zihinsel travma” geçirdik, “varlık tasavvurumuz” ve “hayat algımız” tahribata uğradı, hayata, eşyaya, olaylara bakışımız değişti. Modern dünyanın değer yargılarını benimsemiş olmamız bir yana, kendi değerlerimizi modern değerlere feda ettik. Sevgi, dostluk, kardeşlik, diğergamlık, komşuluk, arkadaşlık, akrabalık, adalet, hakkaniyet…vs. bizi biz yapan değerlerimiz hayatımızdan uçtu gitti.

“Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar kazandıkları malın helâlden mi yoksa haramdan mı olduğunu umursamayacaklar,”[37] “Öyle bir zaman gelecek ki, dinar ve dirhemden başka hiçbir şey fayda vermeyecek,”[38] “Öyle bir zaman gelecek ki, insanların bütün gayretleri mideleri, şerefleri malları, kıbleleri kadınları, dinleri dinar ve dirhemleri olacak”[39] şeklindeki nebevî mesajlar, modern zamanların Müslümanları için ne anlam ifade etmektedir? “Müslümanların kardeşliği,[40] “kendi nefsimiz için sevip istediğimizi kardeşimiz için de sevip istemedikçe iman etmiş olamayacağımız,”[41] “kendimiz ihtiyaç içindeyken başkalarını kendi nefsimize tercih etmek,”[42] “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir”[43] gibi değerler, modern insan için ne anlam ifade etmektedir?

Modern zamanlarda Müslümanlar, tam da Allah Rasûlü (sav)’in dikkat çektiği “dünyevileşme” handikabının içine düşmüşlerdir. “Kalbinize vehn atılacak.” Vehn nedir yâ Rasûlallah? “Dünyayı sevmeniz ve ölümden korkmanız.”[44] Modern zamanların Müslümanları, “âhiret yokmuş gibi” yaşıyorlar, dünyayı seviyorlar ve ölümden hoşlanmıyorlar. “Dünyayı seviyorsunuz, âhireti ihmal ediyorsunuz,”[45] “Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar”[46] âyet-i celîlelerinde verilen mesajlar, modern Müslümanın hayatında nerede durmaktadır?

Modernizm, sacayakları mesabesinde olan pozitivizm, materyalizm, kapitalizm, sekülarizm gibi paradigmalarla bir ahtapot gibi dünyayı sarmıştır. Modernizmin insanı, kutsal olandan arındırılmış, bütün davranışları ve eşyaya bakışı dünyadan haz almaya yönelik, egoist, bencil, “tek dünyalı” ve “tek başına” bir insandır. Modern insan, “şehirler kalabalıklaştıkça insanlar yalnızlaşır” sözünün bire bir örneği olarak yüz binler içerisinde tek başına yaşayan insandır.

Modern insanın bütün ilişkileri nefsânî hazza yöneliktir. O, ibadetlerinde bile dünyevî haz peşindedir. O, midesini dinlendirmek, perhiz yapmak, fazla kilolarından kurtulmak için oruç tutar, vücuduna faydalı olduğu için spor olsun diye namaz kılar, reklamını yapmak için fakir fukaraya yardımda bulunur, farklı yerler görmüş olmak için turistik seyahat içerikli hac ve umre yapar, yaşadığı apartmandaki insanlardan habersizdir, onların kim olduklarını ne halde bulunduklarını bile bilmez ama dünyayla ilgilenirmiş gibi görünür. Modern insan, her şeye sahip olmanın ve sahip olduklarını sınırsızca tüketmenin peşindedir. Modern insan madde karşısında nesneleşmiştir, maddeye hakim olduğunu, maddeye yön verdiğini düşünür ama kendisi tamamen maddenin tahakkümü altındadır.

Modernizmin/Modernitenin ürünü olan bir insanın, İslâm’ın kardeşlik hükümlerini ve başta sahâbe-i kirâm olmak üzere kardeşlik adına ortaya konan muhteşem güzellikleri anlaması, anlamlandırması ve pratize etmesi de mümkün görünmemektedir. Çünkü modernizmin ve modern insanın hayatında, kardeşliğin temel esasları olan muhabbet, îsâr ve fedakârlıklara asla yer yoktur, zira “modern zihin” bunları anlayabilecek/idrak edebilecek kapasitede değildir.

Modernizmin sınırsız nefsânî/hevâî özgürlük anlayışı karşısında, Allah Rasûlü (sav)’in, “Hevasını benim getirdiğim ölçülere uydurmayan iman etmiş olamaz”[47] fermanını ölçü edinmek, bir Müslümanın başta gelen görevleri arasında olmalıdır. Müslüman, hayatını, modernitenin yönlendirdiği doğrultuda nefsâni arzulara göre değil, Allah ve Rasûlü’nün koymuş olduğu ölçülere göre düzenlemek durumundadır.

Müslümanlar, Rabblerinden indirilenin hak olduğunda[48] ve kendilerinin hak üzere bulunduğunda asla tereddüt ve şüphe etmeksizin,[49] “ben hakikatim” şuuruyla, gerek kişisel gerek kurumsal olarak, modern zamanlarda kardeşliğin, muhabbetin, fedakârlığın muhteşem örneklerini yeniden ortaya koymalıdır. Modern zamanlarda savrulan, başkalaşan, kendisine yabancılaşarak çıkmaza düşen insanlık için yegâne çıkış yolunun “insanın özüne/kendisine dönüş”te olduğunu pratize ederek göstermelidir.

Bugün insanlığın gören göze, tutan ele, yürüyen ayağa ihtiyacı vardır. Müslümanlar, “insanlık için çıkartılmış ümmet olmanın”[50] ve “insanlığın şahitleri kılındıklarının”[51] şuuruyla, yeniden insanlığın gören gözleri, tutan elleri, yürüyen ayakları olmak durumundadırlar. İnsanlık yeniden, muhabbetin ne olduğunun, kendisinin ihtiyacı olsa bile başkalarını kendi nefsine tercih etmenin ne demek olduğunun, kişinin komşusu açken kendisinin uyuyamamasının nasıl bir şey olduğunun canlı örneklerini yeniden görmelidir. İnsanlık yeniden kardeşlik prizmasından yansıyan çeşitli renk ve tonlarda muhabbet, îsâr, fedakârlık örneklerine şahit olmalıdır. Bunu yapabilecek olanlar da, sadece ve sadece “hakikatin bilgisine” sahip olan Müslümanlardır. Zira tarihte bunu başarabilen ancak Müslümanlar olmuştur.

BİBLİYOGRAFYA

Abd b. Humeyd, Ebû Muhammed Abd b. Humeyd b. Nesr el-Kissî (249/863), el-Müntehab min Müsnedi Abd b. Humeyd 1-2, Thk: Ebu Abdullah Mustafa b. el-Adevî, Riyad 1423/2002.

Ahmed, Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel eş-Şeybanî (241/855), Müsned 1-6, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), el-Camiu’s-Sahih, Beyrut/Dimeşk 1423/2002.

Darimî, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. Fadl ed-Dârimî (255/869), es-Sünen 1-4, Thk: Hüseyin Selim Esed ed-Daranî, Riyad 1421/2000.

ed-Deylemî, Ebû Şücâ’ Şeyrûye b. Şehredâr b. Şeyrûye ed-Deylemî (509/1115), el-Firdevs bi me’sûri’l-hitâb 1-5, Thk: Saîd b. Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1406/1986.

Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistanî (275/889), es-Sünen 1-5, Thk: Muhammed Avvâme, Beyrut 1419/1998.

el-Hâkim, Muhammed b. Abdullah Ebû Abdullah el-Hâkim en-Nisâburî, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn 1-4, Thk: Mustafa Abdülkadir Ata, Beyrut 1411/1990.

Hakîm et-Tirmizî, Muhammed b. Ali b. Hasen Ebû Abdullah el-Hakîm et-Tirmizî (360/970), Nevâdiru’l-usûl fî ehâdisi’r-Rasûl 1-4, Thk: Abdurrahman Umeyra, Beyrut 1992.

Heysemî, Nureddin Ali b. Ebî Bekir el-Heysemî (807/1405), Mecmeu’z Zevâid ve Menbeu’l Fevâid 1-10, Thk: Abdullah Muhammed ed-Dervîş, Beyrut 1414/1994.

İbn Hacer, Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Hacer el-Askalânî (852/1449), et-Telhîsu’l-Habîr fî tahrîci ehâdîsi’r-Râfiî el-Kebîr 1-4, Beyrut 1419/1999.

İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed et-Temîmî (354/965), Sahihu İbn Hibbân bi Tertib-i İbn Belebân 1-18, Thk: Şuayb el-Arnaût, Beyrut 1414/1993.

İbn Mace, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kaznevî (275/889), Sünen, Mektebetü’l Mearif, Riyad, ts.

Kudâî, Ebû Abdullah Muhammed b. Selâme b. Cafer el-Kudâî (454/1062), Müsnedü’ş-şihâb 1-2, Beyrut1407/1986.

Müslim, Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî en-Nisaburî (261/875), es-Sahih 1-2, Riyad, 1427/2006.

Nesâî, Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali (303/915), es-Sünen, Mektebetü’l-meârif, Riyad, ts.

et-Taberânî, Ebü’l Kâsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî (360/970), el-Mu’cemü’l-Kebîr 1-25, Thk: Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Mektebetü İbn Teymiye, Kahire, ts.

……………,el-Mu’cemü’l-evsat 1-10, Thk: Tarık b. Ivadullah b. Muhammed-Abdülmuhsin b. İbrahim el-Hüseynî, Kahire 1415/1995.

et-Tahâvî, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selâme b. Abdülmelik b. Seleme el-Ezdî (321/933), Şerhu meâni’l-âsâr 1-5, Thk: Muhammed Zehrî en-Neccâr-Muhammed Seyyid Câdü’l-Hak, Beyrut 1414/1994.

Tirmizî, Muhammed b. İsa et-Tirmizî (279/892) 1-5, es-Sünen, Thk: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, ts.

el-Ukberî, Ebû Abdullah Ubeydullah b. Muhammed b. Betta b. Hamdân el-Ukberî (387/997), el-İbâne an şerîati’l-firkati’n-nâciye ve mücânebetü’l-firakı’l-mezmûme (el-İbânetü’l-Kübrâ) 1-9, Thk: Rıza Mu’tî, Osman el-Esyûbî ve diğerleri, Riyad 1415-1426/1994-2005.

[1] Zâriyât 51/56.

[2] «أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمْ اقْتَدَيْتُمْ اهْتَدَيْتُمْ» “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” Abd b. Humyed, Müsned, H: 783; Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, H: 1346. Değerlendirme için bakınız: İbn Mülakkın, el-Bedru’l-münîr, IX, 584;  İbn Hacer, et-Telhûsu’l-Habîr, IV, 462.

[3] Tirmizî, “Tefsîr” 49; Ahmed, Müsned, V, 411; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 586.

[4] Hucurât 49/13.

[5] Hucurât 49/10.

[6] Buhârî, “İman” 6; Müslim, “İman” 71; Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyame” 59; Nesâî, “İman” 19, 33; İbn Mâce, “Mukaddime” 9; Dârimî, “Rikâk” 29; Ahmed, Müsned, III, 176, 206, 251 , 272, 278, 289; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 470.

[7] “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” Enfal 8/74.

“Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.” Tevbe 9/88.

“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” Tevbe 9/100.

“Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.” Tevbe 9/117.

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” Fetih 48/29.

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” Hadid 57/10.

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Haşr 59/9.

[8] “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar,” Bakara 2/137.

[9] Buhârî, “Fedâilü’s-sahâbe” 33, 34, 35; Müslim, “Fedâilü’s-sahâbe” 204, 205.

[10] İleriki sayfalarda kaydettiğimiz Hz. Huzeyfe (radıyallahü anh)’ın Yermûk harbiyle ilgili olarak anlattığı olay gerçekten muhteşemdir. Hâkim, el-Müstedrek, III, 270.

[11] Ebu Hüreyre’den gelen bir rivâyete göre, bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna bir adam geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarına bu adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka bir yiyecek bulunmadığını söyleyince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Bu gece bu adamı kim misafir edecek?” dedi.

Bunun üzerine Ensâr’dan biri: “Ya Rasûlallah, ben misafir ederim” dedi. Onu evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sordu. Karısı da yalnız çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunduğunu söyledi. O da: “Öyleyse onları bir şeyle avut, sofraya gelmek isterlerse uyut. Misafirimiz eve gelince lambayı söndür, ona kendimizi de yiyormuş gibi gösterelim,” dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar ve aç yattılar. Sabah olunca ev sahibi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına gitti. Rasûlullah, ona: “Bu gece misafirinize karşı yaptığınız davranıştan Allah razı oldu” buyurdu. Buhârî, “Fedâilü’s-sahâbe” 40; Müslim, “Eşribe” 172; İbn Hibbân, es-Sahih, XII, 95.

[12] Hucurat 49/13.

[13] Hucurât 49/10.

[14] Buhârî, “Mezâlim” 4, “İkrâh” 7; Müslim, “Birr” 32, 58; Ebû Davud, “Edeb” 46; Tirmizî, “Hudûd” 3, “Birr” 18; İbn Mâce, “Keffârât” 14.

[15] Bakara 2/165.

[16] Bakara 2/195; Mâide 5/13.

[17] Bakara 2/222.

[18] Âl-i İmrân 3/76; Tevbe 9/4, 7.

[19] Âl-i İmrân 3/159.

[20] Mâide 5/42; Hucurât 49/9; Mümtehine 60/8.

[21] Saff 61/4.

[22] Meryem 19/96.

[23] Buhârî, “İman” 7, ; Müslim, “İman” 69; Nesâî, “İman” 19; İbn Mâce, “Mukaddime” 9; Dârimî, “Rikâk” 29; Ahmed, Müsned, III. 177, 207, 275, 278; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 405.

[24] Buhârî, “İman” 2; Ahmed, Müsned, IV, 336, V, 293.

[25] Müslim, “İman” 93; Ebû Davud, “Edeb” 142; Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme” 56, “İsti’zân” 1; İbn Mâce, “Mukaddime” 9; Ahmed, Müsned, I, 164, 167, II, 391, 442, 477, 495, 512; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 171.

[26] Buhârî, “Nikâh” 46; Müslim, “Birr” 30; İbn Mâce, “Et’ıme” 1; Ahmed, Müsned, I, 3, 7, II, 156, 480.

[27] Buhârî, “İman” 6; Müslim, “İman” 71; Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyame” 59; Nesâî, “İman” 19, 33; İbn Mâce, “Mukaddime” 9; Dârimî, “Rikâk” 29; Ahmed, Müsned, III, 176, 206, 251 , 272, 278, 289; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 470.

[28] Ahmed, Müsned, II, 298, 520; Hâkim, el-Müstedrek, I, 44, IV, 186.

[29] “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Haşr 59/9.

[30] Buhârî, “Fedâilü’s-sahâbe” 33, 34, 35; Müslim, “Fedâilü’s-sahâbe” 204, 205.

[31] İbn Mâce, “Mukaddime” 11.

[32] Buhârî, “Nikâh” 68.

[33] Hâkim, el-Müstedrek, III, 270.

[34] http://www.osmannuritopbas.com/altinoluk-dergisi/hak-dostlarinin-ornek-ahlakindan-10.html

[35] http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=918

[36] et-Tahâvî, Şerhu-meâni’l-âsâr, IV, 151; et-Taberânî, el-Kebîr, XXIII, 314; el-Evsat, VIII, 282; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, VII, 556.

[37] Buhârî, “Büyû’” 7, 16; Nesâî, “Büyû’” 2 ;

[38] Ahmed, Müsned, IV, 133; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IV, 110.

[39] Deylemî, el-Firdevs, V, 444.

[40] Hucurât 49/13.

[41] Buhârî, “İman” 6; Müslim, “İman” 71; Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyame” 59; Nesâî, “İman” 19, 33; İbn Mâce, “Mukaddime” 9; Dârimî, “Rikâk” 29; Ahmed, Müsned, III, 176, 206, 251 , 272, 278, 289; İbn Hibbân, es-Sahih, I, 470.

[42] Haşr 59/9.

[43] Taberânî, el-Kebîr, I, 259, XII, 154; Abd b. Humeyd, Müsned, I, 231; Hâkim, el-Müstedrek, II, 15; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, VIII, 305, 306.

[44] Ebû Davud, “Melâhim” 5; Ahmed, Müsned, II, 359, V, 278; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, VII, 563;

[45] Kıyâme 75/20.

[46] İnsan 76/27.

[47] Deylemî, el-Firdevs, V, 153; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, IV, 164; el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, I, 387.

[48] “Hak olan Rabbinden gelendir. Sakın şüpheye düşenlerden olma.” Bakara 2/147; Âl-i İmrân 3/60.

[49] “Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki, sen apaçık hak üzeresin.” Neml 27/79; “Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Muhakkik ki, dosdoğru yol üzeresin.” Zuhruf 43/43.

[50] “Siz, insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” Âl-i İmrân 3/110.

[51] “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız için sizi vasat bir millet kıldık.” Bakara 2/143.

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort