DOLAR 32,2053 -0.22%
EURO 35,1156 -0.22%
ALTIN 2.498,171,32
BITCOIN 21695751,30%
Ankara
24°

AÇIK

17:01

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Alain Touraine’in Eleştirel Bir Yorumu: Felsefe İnsanı Türkiye’de Gerizekâlılaştırır mı?

Alain Touraine’in Eleştirel Bir Yorumu: Felsefe İnsanı Türkiye’de Gerizekâlılaştırır mı?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

feeble_minded_nyt_1913Bu yazının amacı, Türkiye’den hareketle hayat bilgisi ve insan zekâsı veya anlama yetisi üzerine felsefi spekülasyonda bulunmaktır. Türkçede aklın nedenselliği ve kavramlarla anlamlar arasındaki ilişki üzerine tümel bir saptama gelişmediği için her defasında olduğu gibi yine olgu ve kavramlardan hareketle basit, ama karmaşık ve aykırı bir akıl yürütmede bulunmak gerekiyor. Alain Touraine hakkında Türkçede birikmiş literatür onu ancak bir ideal şemsiye olarak alabildiği ve çapraz sorularda kendi tecrübesini merkeze koyabilen akademisyen ve okuryazar aydın alışkanlığımız bulunmadığı için ben farklı bir yöntemden, yine post-kolonyalist ve nispeten Gayatri Chakravorty Spivak’ın psikanalizinden hareket edeceğim. Çelişki yaratsa bile betimlemede post-kolonyalist ve yapısalcı indirgemeleri, olgu saptamalarında radikal ampirizmi ve tahlillerde psikanalizi kullanacağım.

Dilsizlikle ilgili felsefi tahlillerim yanlış anlaşılarak hakaret ve aşağılamaya ilişkin özgüvensiz koşullanmalara kurban gitmeseydi ve ben de özellikle okuryazar akademisyen ve aydınlarımızın aklına güvenebilseydim, işim çelişkilere kalmayacak ve nispeten kolaylaşacaktı. Görebildiğim kadarıyla Türkiye’de insanlar çalışmaktan rahatsızlar ve sorumluluğu başkalarına atarken her olgu betimlemesinde iltifat beklentisiyle yaşamaya alışmışlar. Bu da aslında geç ergenleşme sorununun önemli bir bileşeni, çünkü ardından ellerinde bir şey kalmayınca bu defa da canları sıkılıyor ve her biri diğerinin ve devletin başına bela olarak lüzumsuz ek maliyet yaratabiliyor. Bu ek maliyete de ilgi ve sevgi talebi diyorlar. Daha sonra da gerçek aşkı tartışıp duruyorlar. İnsanımızdan şikâyet etmek, benim pek tercih ettiğim bir tarz olmadığı için –insanlar buna da “sevdiğim bir tarz değil” diyorlar-, ben sınırlı kelimelerle kimseyi rahatsız etmeden düşünmeye çalışıyorum. Her yerde düşman edinmekten ve vakit azlığı ve üstelik dilsizlik ve geç ergenleşme sorunu nedeniyle sözlü tacizlere maruz kalmaktan sıkıldım ve bunaldım. Türkiye’de herhangi bir insanın bir olgu, olay ve kavramı anlayabilmesi için en az bir defa yaşaması gerekiyor, dil, onun anlaması için hiçbir işe yaramıyor. Yaşadığında ve anladığında da verimli olamıyor, çünkü kendisi de daha önce dile yatırım yapmak yerine inatlaşmayı tercih ediyordu. Türkiye’de böylece yaşayıp gidiyoruz. Bir gün geç de olsa herkes anlayabilecek, Türkiye’de ve belki dünyada eskiden en kıymetli olan bilimsel bilgiydi; artık en pahalı şey, güven veya güven bilgisidir.

Alain Touraine, “İkinci Dünya” olarak akademik bir çalışmamda kavramsallaştırdığım, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ne kıyasla geri kalmış bir ülke olan Fransa’nın vatandaşı, sosyoloğu ve yazarı olan ve sırf Fransız ulusal çıkarlarından yola çıkarak insanlığa seslenen çağdaş bir akademisyen, bazılarına göre de –bana göre değil- bir düşünürdür. Onun faydalandığım çalışmalarından birisi, İngilizcedeki çevirisiyle “A New Paradigm for Understanding Today’s World” adlı kitaptır. Bu eser Türkçeye de çevrildi. Anlam tartışmasıyla başlayan kitap küreselleşme (globalisation) kavramı ile Avrupa toplumlarının bilincini tahlil ederek, kendince Fransa’nın son üç yüzyılda nerelerde yanlış yaptığını tahlil etmeye çalışıyor. Fransa’yı Avrupa olarak alıp, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin karşısına yerleştiriyor. Oysa daha önemli ve yine bir “İkinci Dünya” olan Almanya var. Diğer yandan Türkçeye “Demokrasi Nedir?” olarak çevrilen eserinde de “Muhteşem Devrim” (Glorious Revolution) dolayısıyla İngilizlerin ilerlediklerini ve demokrasiyi yarattıklarını, Fransızların ise “Fransız İhtilali” ile –bir anlamda “aydınlanma” ile- cumhuriyeti dolayladıklarını ve bu nedenle geri kaldıklarını olabildiğince açık dile getiriyor. Bu kitapta mesela kişisel hak ve din kavramına haksızlıklar yapıldığını söylüyor. Benim akıl yürütmem ise gayet basittir: “The Empire Writes Back” adlı post-kolonyalizmin esas teori kitabı –hala Türkçeye çevrilmedi-, sonuç bölümünün altındaki “More english than English” (“İngiliz’den daha ingiliz”) başlığı ve teşhisiyle sona eriyor. Burada daha fazla olanların küçük harfle “e” ve “i” olarak yazıldıklarına dikkat edilmelidir. Türkiye ve başka Doğu ve İslâm veya Güney Amerika ülkelerinin yanı sıra bizzat Alain Touraine ve onun üzerinden Fransa da bu başlık ve içeriğiyle pekâlâ uyuşuyor. O halde Türkiye’de sosyal bilimlerde ideal şemsiyelerden birisi olarak görülen Alain Touraine’in –sosyal zekâsına ilişkin fazlalıkları dışında- edilgenlik ve yaşanılan kompleksler bakımından bizden pek bir farkı yoktur. Türkiye’de sosyal bilimlerin yanı sıra John Locke’u bir aydınlanma filozofu sanarak böyle anlatan felsefe de Alain Touraine örneğinde bilinçli değildir. Bu istidlal ve sonuçtan sonra iki soru vardır: 1- Ülkemizdeki ünlü sosyologların mesela Alain Touraine okumalarındaki kusur nereden kaynaklanıyor? İma ettiğim kusur, elbette Touraine’nin zihninin karışıklığı ve İngiltere karşısındaki edilgenliğidir, bunlara Türkçe metinlerde rastlayamıyoruz. 2- Türkiye’de felsefe ve sosyal bilimler insanı gerizekâlılaştırıyor mu? Kastettiğim, Türkiye’den bir insan için bunu anlamak bu kadar zor muydu? Türkçede istikrarla referans verilen her Batılı ve özellikle Kıta Avrupalı için –mesela Karl Marks için- her seferinde yeniden böyle belirlemelerde bulunarak psikolojik ve akademik maliyeti artırmak mı gerekiyor?

Pekiyi de gerizekâlılaşma nedir? Türkçede belli ki, İslâm medeniyetinden kopuşun ardından genellikle Fransız ve biraz Alman geleneği üzerinden ve özellikle rasyonalist bir çerçeve ile zekâ kavramı anlaşılagelmiştir. Türkiye’de insanlar “geri zekâlı” ile doğuştan gelen ve çevresel koşullardan bağımsız olan bir kabiliyeti anlıyorlar. İngiliz geleneğinde –bunu da bir çare olarak gördüğümden değil, sadece gerçekten de tek yol sosyal bilimcilerimizin alıştığı ve biraz mecbur olduğumuz tarzda edilgenlik ve tercüme yoluyla düşünmek ise, bu takdirde öneriyorum- “Muhteşem Devrim filozofu John Locke”un “tabula rasa” (“boş levha”) yaklaşımında ifadesini bulduğu haliyle zekâ, belli ki, sonradan karşılaşılan uyaranların niteliği ve sistematik gelişimi üzerinden hayatla sınama üzerinden anlamlandırılıyor. İngiliz geleneğinden hareketle zekâ, içerisinde dünyaya gelinen toplumsal alışkanlık tarzının nitelikli uyaran çeşitliliği ve her bir uyaranın tesadüfi olmayan bir hesabın ürünü olarak etkide bulunması denklemiyle gelişen ve insanın hayata yetmesini ve hayatı yönetmesini ilgilendiren bir araç veya birikimdir. Birikim kısmı daha tercihe şayan olmak kaydı ile, şayet insan hesapsız bir toplumda ve niteliksiz uyaranlarla tesadüfi bir karşılaşmaya mahal verecek şekilde dünyaya geliyorsa, hayatın bir alışveriş olduğunu sistematik olarak anlayamayacak anlamında geri zekâlılık kaderine yenilmiş oluyor. Çünkü ergenlik gecikiyor ve geciken ergenliğin yarattığı maliyet, insanın üretimini olumsuz önkoşullarken aynı zamanda bir kültür birikimi olarak aklı da olanaksızlaştırıyor.

İngiliz geleneğinden hareketle böyle görünen tabloya dayanarak bir yıla yakın bir zaman önce Türkiye’deki insanların 18 yaş yerine ancak en erken 40 yaşlarında ergenliğe ulaşabildiklerini teşhis etmiştik. Nitekim Hamid Dabashi’nin Amerika Birleşik Devletleri’nde kendi alanında –ötekilerin bilimi olarak antropolojik çalışmalarda- 2015 yılı içerisinde ikinci olan kitabı, “Can non-Eropeans Think?” (“Avrupalı Olmayanlar Düşünebilirler mi?”) adlı eserde bizim yaklaşımımızı çağrıştıran saptamaların bulunduğunu da sonraki temaslarımızda haber vermiştik. Tarafıma yöneltilen itirazlardan bir kısmında –ki birbiriyle buluşmaları olanaksız sayıda ve çeşitlilikte tecrübeye dayanan saygıdeğer itirazlardı bunlar- benim Türkiye’deki çocukları ihmal ettiğim ve çocuklukta gayet belirgin izlenebilen “ben bilinci” ve “alışveriş bilinci”nin bulunduğuna, fakat sonradan bunun bir şekilde geriletildiğine yönelik argümanlar vardı. Bunu bir süre değerlendirdim ve itirazların isabetli olduğuna karar verdim. Bu takdirde Türkiye’deki çocuklar -muhakkak bir saptamada bulunmak lazımsa- en azından ilkokul eğitim-öğretiminin yarısını tamamlayıncaya değin gerizekâlılaşmış değilken sonradan gerizekâlılaştırılıyor ve biz mevcut halimizle ortaya çıkıyoruz. İtirazlarda verilen tüm sıradan örneklerde bile çocuklar, ebeveynlerinin ve başka yetişkin insanların bazı akıl yürütmelerini ve davranışlarını düzeltiyorlardı. Bunlar arasında sıradan olan somut kuralların hatırlatılmasının yanı sıra görev sorumluluğu ve mesaiden haz alma gibi şaşırtıcı örnekler de vardı. Elbette bu olgusal veri, 2000’lerden önce de böyle miydi, yoksa sonradan mı ortaya çıktı sorusu önemlidir, çünkü modern Türkiye adına tarihsel bir saptamada bulunulacaksa, bunun da bilinmesi gerekiyor. Ayrıca yetişkinliğe göre neden çocuklar Türkiye’de daha zekilerdir? Şimdi yaklaşık olarak 9-10 yaş ile 16-18 yaş arasına yoğunlaşmamız gerekmektedir. Daha deneysel ve işe yarar bir saptama için bu yaş aralığındaki tecrübelerimizi doğrudan günlük Türkçenin işe yarayabilen alışveriş dilinden aktarabilen çalışmalara ihtiyacımın bulunduğu görülüyor. Belki de yapılmıştır ve ben henüz okuyamamışımdır. Felsefe ve sosyal bilimlere dair temamızı detaylar hariç pek değiştirmeyecek olsa bile daha işe yarar bir netice ve belki bir öneri için bu çalışmaları incelemem gerekiyor.

Felsefe özelinde başlıktaki soruya cevap vermek bağlamında şunlar söylenebilir: Edilgen ve tercümeyle alınan Batılı felsefeler hakkında gelenekler ve birbirleriyle ilişkiler bakımından bir saptama eksik bulunduğu ve ayrıca filozofların imajı Türkiye’de daima hayattan kopuk geliştiği için, dahası sistem düşünürleriyle yorumcu ve eleştirmen düşünürlerin ayırt edilmesine yönelik bir alışkanlık yerine herkesin kendi çalıştığı filozofu tarihin amacı olarak sunması gibi bir bireysel çalışma yöntemi söz konusu olduğu için, daha yukarıdaki söylediklerimizden evvel bunlarla felsefe insanı Türkiye’de yanlış yollara sokuyordu. Şimdi söyleyebileceğimiz ise, John Locke’u aydınlanmanın filozofu olarak görecek kadar kendini yanlış geliştirmiş felsefi edilgenlikte, yukarıdaki gerizekâlılık koşullarında bir insanın felsefenin alışveriş kavramı üzerinden bir tanımını dahî yapamayacağıdır. Belki doğrudan felsefeden dolayı değil, ama felsefe ve sosyal bilimlerle beraber evet insanlarımız daha geri zekâlı olabilmektedir diyebiliriz. Yukarıdaki onca saptama ve tahlil, felsefe bölümlerinde değil de ancak bazen kahvehanelerde yapılabiliyorsa, üstelik bu içerik felsefi değil de başka türlü kavram çerçeveleriyle bir araya getirilerek anlamlı bulunabiliyorsa, elbette Türkçede felsefe idealize edildiği ve taahhüt edildiği düzeyde işe yaramıyor demektir. Örneğin Müslüman dindarlarımız alışverişe materyalizm diyorlar, dindar olmayanlarımız ise kapitalizm diyorlar. Bir kavram bu kadar hayatın içindeyken bu denli hayatın dışından algılanabiliyorsa ve üstelik bu algı da baskın algıysa, orada ne anlama vardır, ne de anlaşılma vardır. Anlayabildiğim kadarıyla çocuklarda materyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla ilgili bir manipülasyon bulunmadığı için onlar doğru anlayıp işletebiliyorlar. Yanlış anlaşılmamasını dileyerek bulgularımın ve araştırmalarımın henüz bunları söylettiğini söyleyebilirim.

NOT: Gerizekâlışma olgusunda hiç olmazsa dizilerin olumsuz katkısını azaltmak için, aşk ve entrika işlemeleri arasında sözgelimi bir dairenin elektrik, su ve doğalgazını kişinin üzerine alması esnasında gezdiği daireler, uğraştığı evraklar ve muhatap olduğu insanların gösterilerek, hayattan gerçek parçaların birer denklem halinde insana neler yüklediğini hissettirmeyi öneriyorum. Sonra “bugün beni özlemedin mi?” ve “bu ülke nasıl yönetiliyor?” ya da “Tanrı neden bu kadar kötülükleri tercih ediyor?” soruları oldukça lüzumsuz ve hayali kalabiliyor.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort