DOLAR 32,5038 0.08%
EURO 34,7826 -0.12%
ALTIN 2.496,260,50
BITCOIN 21056581,00%
Ankara
13°

AÇIK

04:36

İMSAK'A KALAN SÜRE

Barış Kasak

Barış Kasak

25 Aralık 2020 Cuma

Kur’ân’ı Doğru Anlamada Dil ve Tarih Bilgisinin Önemi

Kur’ân’ı Doğru Anlamada Dil ve Tarih Bilgisinin Önemi
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Dil ve tarih bilgisi özellikle çeviri söz konusu olduğu zaman çok önemli bir yapı ihtiva etmektedir. Özellikle tefsir ilmi alanında Arap dili ve tarihi bu anlamda Kur’án’ı doğru anlamada bize yol gösterici olacaktır.  Kur’ân mevzu bahis olduğunda bunun anlaşılması, yorumlanması ve hidayet rehberi olarak hayatımıza yön vermesi Kur’ân’ın doğru anlaşılması ile paraleldir. Vahiy ürünü olan Kur’ân’ın mesajlarını doğru anlamak Arap Dili ve Edebiyatı ve dönemin tarihi yapısını doğru anlamayla orantılıdır. Çünkü tedrici bir şekilde indirilen Kur’ân dönemin olay örgülerine cevap niteliğinde ve dönemin hakim belagatını kullanarak muhataplarına hitapta bulunmuştur.

Kur’ân’ın ilk ayetlerinden son ayetlere kadar olan içerik Allah’ın koruması altında olmuştur. Bu nedenle Allah(c.c.) sıkça tehaddiye başvumuştur. Ancak herhangi bir muarazaya muhatap olmayan Kur’ân’ın ne denli bir özgün yapı barındırdığını bize göstermektedir. Kur’ân peygamberin yaşadığı coğrafyanın diliyle gönderilmiştir. Kur’ân’ın dilinin Arapça olması muhataplarına kolaylık sağlamak açısından önemlidir. Buradan hareketle fasih Arapçanın nedenli güçlü bir yapıya sahip olduğunu bilmeyen bir insanın Kur’ân’ın vermek istediği mesajları anlaması haliyle zor olacaktır.

Hz Peygamber’e Kur’ân Arapça indirildi, fakat Hz Peygamber ümmi olduğu için kendisi vahyi yazıya aktarmamıştır. Vahiy kâtipleri aracılığıyla Kur’ân yazıya geçirilmiştir. Ancak özellikle ilk zamanlarda ezberleme yöntemine gidilmiştir. Sahabeler Kur’ân’ın ayetlerini doğru bir şekilde ezberlemek çabası içerisinde olmuşlardır. Yanlış veya hatalı ezberin yapılması veya yazıya geçirilmesi peygamber aracılığıyla engellenmiştir. Ancak İslam’ın geniş coğrafyalara yayılması beraberinde bir takım zaruretler getirmiştir. Arapça olarak inen Kur’ân’ın bu sefer farklı dillere sahip milletlere açıklanması ve çevirisini zorunlu kılmıştır. Birebir yapılacak çeviriler ya da kelime kelime yapılacak bir çeviri pek sağlıklı olmamaktadır. Bu durum Kur’ân-i bazda düşünüldüğünde verilmek istenen mesajın nasıl ve ne şekilde algılanabileceği hassasiyetini ortaya koymaktadır.

Bilindiği üzere Kur’ân ihtiyaca binaen Mushaf haline getirilmiştir. Ancak ilk başlarda harekesiz olarak bulunan Kur’ân farklı okuyuşları ve beraberinde de farklı anlamlara gelebilecek bir zemin oluşturmuştur. Bunun üzerine Ebu Esved ed Düeli tarafından harekelendirilmiştir. Böylelikle yanlış okuyuşların önüne bir nebze olsun geçilmiştir. Bu durumun gerçekleşme nedeni Kur’ân’ın doğru anlaşılması zaruretinden kaynaklıdır. Yazımızın geneline bakıldığında Kur’ân’ın indirilmesinden günümüze doğru gelinen süreçte dil bilimsel yaklaşımların ve tarihsel sürecin ne denli önem arz ettiği anlaşılacaktır.

Diğer kültürlerle iletişime geçildiği andan itibaren bir kültürleşme faaliyeti meydana gelmektedir. Bu durumda Kur’ân’ın orijinal mesajları nasıl korunacaktır? Bu durum bizi yine peygamber ve sahabelerin dönemine götürecektir ve nitekim de götürmek zorundadır. Çünkü Kur’ân’ı indirildiği dönemden bağımsız değerlendirmek oldukça yanlış bir yaklaşım olacaktır. Sahabe dönemi bu anlamda biraz daha ihtilafın az olduğu dönemdir. Çünkü genel itibariyle olay örgülerine ve Arap diline hakim oldukları için Kur’an’i mesajları anlayabiliyorlardı. Anlamadıkları noktada ise peygambere başvuruyorlardı. Tabiun ve Etbauttabiun döneminde durum biraz daha farklılaşmaya başladı. Ehli kitaba yönelişlerin beraberinde getirdiği bir takım farklı yorumlar neticesinde; Arapça dil yapısı ile ilgili çalışmalar ve bununla beraber tefsir çalışmaları önem kazanmıştır.

Günümüzde Kur’an’ı anlamak, Kur’ân’ın indiği dönemi ve ayetlerin iniş sebeplerini bilmek daha çok Kur’ân’ın tarihini bilmeyle doğru orantılıdır. Kur’ân’ın mesajını muhataplara taşırken kullandığı dil ve üslup özelliklerini bilmek Arap dilinin özelliklerini bilmeyi gerektirir. Kur’an’ın hangi yöntemlerle açıklanabileceğini bilmek ise Kur’an’a dair oluşan geleneksel ve güncel yorum yöntemlerini bilmeye bağlıdır. Bu bağlamda, Kur’an’ın tarihsel ve dilsel özelliklerine ve kendisine uygulanabilecek yorum yöntemlerine dair elde edilecek bilgiler Kur’an’ın anlaşılması noktasında günümüze ışık tutacaktır. Sonuç olarak Kur’ân’ı tam anlamıyla anlamak ve yorumlamak mümkün olmamakla beraber dönemin tarihsel yapısının ve Arap dilinin bilinmesi Kur’ân’ın doğru anlaşılması noktasında bizlere yol gösterici olacaktır.

Devamını Oku

Mavi’nin Gizemi

Mavi’nin Gizemi
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Mavi, gökyüzü ve denizin rengidir. İnceliği ve nezaketi çağrıştırır.   Yaratıcılığı, ciddiyeti ve güvenilirliği simgeler. İnsanı kendinden alıp uçsuz bucaksız diyarlara götüren etkileyici ve tarifsizdir mavi! Şiirlere konu olan yazarlara ufuk açan bu renk hayatımıza nasıl girdi ya da biz varlığını ne zaman öğrendik? Hayatımızda bu denli yer edinen renge dair neler biliyoruz?

Geçmiş çağlarda mavi rengine dair bir bilgi olmadığını biliyor muydunuz? Antik kaynaklarda maviyi betimleyen kelimelere cümlelere rastlamak pek mümkün değil. Yunan mitolojilerine baktığımızda da deniz ‘koyu şarap’ olarak tasvir edilir.

Business Insider’dan Kevin Lora konu ile ilgili kaleme aldığı makalede Antik Yunan şairi Homeros’un denizleri “Şarap kırmızısı” olarak tanımladığını fark eden İngiltere eski başbakanı William Gladstone’un İlyada destanındaki renk referanslarını saydığını ve “Dev eserde mavi kelimesinin bir kez bile geçmediğini fark ettiğini söyledi.

Alman dil uzmanı Lazarus Geiger’in ise mavi rengin sadece Antik Yunan metinlerinde değil, Kuran’da, İbranice yazılmış İncil’de ve tarihi Çin hikayelerinde de hiç geçmediğini tespit ettiğini açıklayan Lora ilk mavi boyayı üretmeyi başaran Mısırlılar’ın Mavi renk için özel bir kelime kullanan ilk uygarlık olduğunu belirtti.(Alıntı)

Buradan hareketle diyebiliriz ki mavi rengi dillere kavram olarak girmeden önce insanlar tarafından sıkça görüldü. Ancak büyük olasılıkla insanlar ne gördüğünü bilemedi veya ne gördüklerinin farkında değillerdi. Kim bilir belki şuan bizimde görmediğimiz ya da farkında olmadığımız onlarca renk vardır!

Böylelikle Mısır kültürüyle birlikte varlığının farkına vardığımız ve hayatımız da yer alan mavi çeşitli dönemlerde farklı anlam yüklemekleriyle karşımıza çıkmıştır. Her ne anlam yüklendiyse bilinen bir gerçek var ki bu renk insanlara ilham kaynağı olmuştur.

Nitekim şairlerin şiirlerinde yer verdiği mavi neydi ki ya da maviye olan özlem neyden kaynaklıydı? Denize olan özlem ya da gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliğimiydi? Belki de hayır! Gözlerinde hapsolunan, kirpiklerin demir parmaklık olduğu ve kurtuluşun asla mümkün olmadığı bir kadının ruhunu yansıttığı engin mavilik olmasın!

Gözlerine baktıkça deniz görürüm

Kumlar, martılar, bembeyaz yelkenliler

Gözlerimiz önünden bulutlar geçer

Masmavi dalgalarla yıkanır gönlüm (Ümit Yaşar OĞUZCAN)

Şairimizden yaptığımız bu alıntı sanki savımızı destekler nitelikte! Nitekim onlarca yazı ve şiire konu olan bu renk başka nasıl anlatılabilir ki? Her ne olursa olsun kavramlar insanlarla anlam kazanır, insanların anlayabildiği veya anlam yükleyebildiği kadar var olur ya da varlığı bilinmez! Kaynağı ister denizler ister gökyüzü isterse de sevgilinin gözlerindeki o uçsuz bucaksız mavilik olsun şurası bir gerçek ki;

‘Bilinmezliğin mavisine olan özlem, mutluluğun yegâne kaynağı olduğuna inançtan başka bir şey değildi!’

Devamını Oku

Beşeri İdeolojiler ve İslam’a Göre İnsan

Beşeri İdeolojiler ve İslam’a Göre İnsan
1

BEĞENDİM

ABONE OL

310120151618464279621_2Bugün bilim ve teknolojinin geldiği safha hepimizin malumudur. Ancak bu gelişmişliğin arasında unutulan ve varoluşun temelini oluşturan ‘insanlık’ denen alan unutulmuştur. Evet bugün bilim insanın faydasına olan bir düstur ile ortaya çıkmasına rağmen en çok insanı ihmal etmiştir.  Son yüzyıllara baktığımızda bunun en kanlı halini görmek mümkün olacaktır. Dünya tarihinde hiçbir zaman bu kadar cinnet, psikolojik hastalıklar, intihar vakaları ve en önemlisi savaşların yol açtığı toplu ölümler olmamıştır. Bilim güçlendikçe daha çok insan yok olmuştur ve yok olmaya devam edecektir! Bu olanlar akla şu soruyu getiriyor; ‘Bilimden önce insanlığı mı keşfetseydik?’ Ancak ilerde değineceğimiz gibi İslam bu sorunun cevabını asırlar öncesinde vermektedir.

İnsanlık neleri unuttu? Ya da insanı anlamak o kadar mı zor? Psikoloji alanında yapılan çalışmalar bize gösteriyor ki batılı anlamda bilim henüz insanı tam manasıyla anlamış değildir. İvan Pavlov’un “Psiychologie Experimental” adlı eserindeki görüşleri bir anlamda bu düşüncenin itirafıdır. İvan Pavlov bu eserinde “Beşeriyet binlerce senedir psikolojik tezahürleri; ruhi hayatın, insan ruhunun tezahürlerini araştırmaktadır. Bununla sadece psikologlar, uzmanlar değil, bütün sanatla edebiyat ve insanlığın ruhi hayat mekanizmasının tüm ifade şekilleri ilgilenmektedir. Binlerce sayfa insanın iç dünyasını tasvir etmekle doldurulduğu halde, biz, şimdiye kadar bu çabalarda herhangi bir muvaffakiyet elde etmiş, insanın ruhi hayatını idare eden bir kanun tespit etmiş değiliz.” Peki neden sözde demokrasi, insan hakları ve uygarlığın beşiği olarak nitelenen batı ve onun uzantısı bilim, insan denen varlığa dair bir ortak payda oluşturamıyor? Bunun sebebi kanaatimizce batılı anlamda bir insan tasavvurudur. Çünkü geçmişten günümüze kadar gelen süreçte batının insan tasavvuru insanın salt bir yönüne odaklanmıştır. Ancak burada unutulan nokta insanın maddi yönünün yanında manevi bir yönünün de olduğudur. Nitekim son dönemlerde psikoloji bilimine yönelimler tezimizi destekler niteliktedir.

Batı’daki bazı ideolojilerin ve düşünürlerin insan hakkındaki tasavvurlarına göz attığımızda; Materyalistler her şeyi maddeye indirgemiştir. Kapitalizmde sermaye merkez konumda olmuştur. Ancak bu ve buna benzer yaklaşımlar insanı merkeze almayı unutmuşlardır. İnsanı merkeze aldığını savunan Hümanizm bile insan tasavvurunda hatalara düşmüştür. İnsanın kendine yönelmesi, kendini tanımasındaki en büyük engelin Tanrı olduğu düşüncesi apaçık hatalar barındırmaktadır. Çünkü bu yaklaşım bireyi bir boşluğa itmektedir. Başta da değindiğimiz gibi insan iki yönlü bir varlıktır ve insandan manevi yönü çekip alırsan onu eksik bırakmış olursun.

Batılı düşünürler işte tam olarak zikrettiğimiz yanlışlara düşmüşlerdir. Birkaç örnek vermek gerekirse; ‘Sırf insana ait bir öz yoktur’.(John Watson), ‘İnsan insanın kurdudur.’(Thomas Hobbes), ‘İnsan hayvan olmak istemeyen hayvandır.’(Albert Camus), ‘İnsanın tüm hareketleri cinsi temayüllü ve boğazına kadar cinsellik batağına batmış bir yaratıktır.’(Sigmund Freud), ‘İnsan, iktisad ilahı karşısında güçsüz, kuvvetsiz, zayıf bir yaratıktır.’(Karl Marks), ‘İnsan dış çevrenin ve kendi çalışmasının bir ürünüdür.’(F. Engels)… Görüldüğü gibi Batı’daki insan tasavvuru insanı ya kendi ideolojilerinin birer kurbanı olarak betimlemekte ya da insanın yanlış ve eksik yönüne odaklanmaktadır. Bunların yanı sıra batının iki yüzlülüğü bu durumu daha kaotik bir hale sokmuştur. (Victor Hugo’nun; ‘Paris’te bir insan öldürülürse bu bir cinayettir, doğuda elli bin insan boğazlanırsa bu sadece bir meseledir.’ Sözü batının iki yüzlülüğünü net bir şekilde ortaya koymaktadır.) Peki tüm bu yanlış insan tasavvuruna alternatif olan mükemmel ve evrensel insan tasavvuruna ulaşmış dünyada başka bir deklarasyon yok mu acaba? İdeolojilerin değil insanın kendisini (mutluluğunu, emeğini, sükunetini, ahlaklılığını, duygularını, şerefini, iradesini…) merkeze alan ve bunu yaparken de tek taraflı bir çıkar değil de dünya ve ebedi hayatın saadetini kazanmayı vadeden tek anlayış İslam’ın özüdür. Çünkü İslam insanı bir bütün olarak ele almaktadır. İslam’a göre insan madde-ruh bütünlüğü anlayışı üzerine yaratılmıştır ve bir yönün göz ardı edilmesi bütünün yarım bırakılması anlamındadır. Kısacası İslam’a göre insanın salt bencilce kas gücünü kullanması ruh alanının ihmali demek anlayışına sahip olduğu gibi salt münzevi hayatı yaşaması da maddeyi inkar demektir ve bu anlamda aşırılıkları yasaklar. İslam’ın insanı bu şekilde ele alması Hristiyanlık tarafından da Materyalistler tarafından da eleştirilmiştir. Hristiyanlığın eleştirisi İslam’ı aşırı maddeci görmesinden dolayıdır. Materyalistlerin eleştirisi ise İslam’ı aşırı mistik görmesindendir. Oysa İslam bu iki görüşten de uzaktır. İslam bu dünyadan bütün bütün yüz çevirmeyi istemediği gibi diğer dünyanın hakikatinin de inkar edilmesine karşı çıkar. “Ahiret için çalış ama dünyadan nasibini unutma!” (Kassas, 77) ayeti de tam olarak bu gerçeği dile getirir. Ve İslam’a göre insan Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Allah ona kendi ruhundan üflemiş ve meleklerine öğretemediği isimleri saymayı öğretmiştir. Ve böylece onu meleklerinden de üstün kılmıştır. (Bakara, 30-34) Ve İslam’a göre insan eşrefi mahlukattır. Yani yaratılmışların en hayırlısıdır. (Tin, 4)

Tüm bu hakikatler gözardı edildiğinde yani insanı kendi öz bilincinden uzaklaştırdığı zaman ve İslam’ın insana sunduklarıyla ideolojilerin insana sundukları arasında insan, tercihini ideolojilerden yana kullandığı an insanın vahşi ve yırtıcı bir hayvana dönüşmesi, hatta ondan daha korkunç bir duruma düşmesi kaçınılmazdır. Ondan daha da korkunç olur diyorum; çünkü yırtıcı hayvanların başka hayvanları öldürmesi kendi fizyolojik ihtiyacını gidermesindendir. Oysa insan bunun ötesine geçiyor ve daha da korkunç olanı yapıyor; öldürdüğü binlerce cesede bakmadan sırtını dönüp yoluna devam edebiliyor. Bencil yanı ağır basan insanın öz bilincinden uzaklaşması onu bilmediği yere gidip bilmediği, tanımadığı insanları öldürmesine neden olabiliyor. Nitekim şuanda Suriye’de yaşananlar!  Peki nedir bu öz bilinç? Ali Şeriati’e göre öz bilinç; İnsanın kendi nitelik ve yaratılışını, evrenin yapısının nitelik ve yaratılışını, kendisinin evren ile ilişkisinin nitelik ve tabiatını algılamasıdır. (İnsanın Dört Zindanı) Evet öz bilinç insanın kim olduğunu nereden gelip ve nereye gittiğinin bireysel sorgulamanın bir tezahürüdür. İnsan ancak kendine yöneldiği zaman, böyle bir sorgulamayı kendinde başlattığı zaman insan olabilir. İşte İslam da tam bu noktadan yaklaşır insana. İslam, insanın anlam arayışının tek cevabıdır.

 Mehmet Şah ASLAN & Barış KASAK

Devamını Oku

Filozofların Zaman Algısı ( Aristoteles, Augustinus ve Kindi )

Filozofların Zaman Algısı ( Aristoteles, Augustinus ve Kindi )
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Zaman kavramı bir çok düşünür tarafından konu edinilmiş bir alandır. Zaman denilince  madde, hareket ve süre işin içine girmekte ve bunların öncelik sonralık problemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü madde olmadan bir hareket gerçekleşmeyeceği gibi hareket olmadan süre, süre olmadan da zaman ortaya çıkamaz. Bu süreçler ancak insan ile anlam kazanmış ve bilince konu olmuştur. Ama zaman en çok filozofların araştırma konusu olmuş ve ta ilkçağdan günümüze kadar zaman varlık ve ilk felsefe olarak adlandırılan metafiziğin vazgeçilmez alt başlıklarından biri haline gelmiştir. Şimdi bu filozofların belli başlılarından birkaçının zaman görüşünü ele alalım.

İlkçağ zaman anlayışıyla Ortaçağ zaman anlayışı birbirinden oldukça farklıdır. İlkçağ’da Aristoteles, Ortaçağda Augustinus zaman konusundaki görüşleri açısından öne çıkan filozoflardandır. İlkçağ’da bilindiği üzere  bir yoktan yaratım fikri yoktu ve Tanrı yalnızca var olan formsuz maddeye şekil veren bir  Usta Tanrı  idi. Ortaçağda ise Hıristiyanlığın etkisiyle yoktan yaratım fikri benimsenmiş oldu. Buna göre, Tanrı evreni yoktan yaratmıştı. Yaratma kavramı bağlamında zaman anlayışına baktığımızda karşımıza bir problem çıkar. Tanrı evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? Burada Aristoteles ile Augustinus ‘un zaman anlayışlarını karşılaştırarak ve fazla derine inmeden İlkçağ ile ortaçağın zaman anlayışlarını kısaca açıklamaya ve zaman ile ilgili ortaya çıkan problemlere nasıl çözümler ürettiklerini ele almaya çalışacağım.

İlkçağ düşünürü olan Aristoteles’in zaman anlayışı değişim ya da devinimle doğrudan ilgilidir. Her şeyin sabit kaldığı ve bir değişimin olmadığı yerde bir zamandan bahsetmek mümkün müdür? Aristoteles de zamanı anlayabilmek için zaman ve şimdiki an arasındaki bağlantıya bakmak gerekir. Aristoteles ‘in zaman görüşü şimdiki an üzerine kurulu gibidir. Zaman hepten yok mudur ya da ele avuca sığmaz kaygan bir şey midir? Zamanın bir parçası var olmuştur ama o şu an var değildir. Gelecekteki parçası da ileride var olacaktır. Yani o henüz mevcut değildir.  Zaman parçalanabilir parçalarından biri olup bitmiş, diğeri de henüz var olmamıştır. Şimdiki an ise zamanın bir parçası değildir. Çünkü parçanın bir ölçüsü vardır, bütünün parçalardan  kurulması gerekir. Oysa zaman şimdiki anlardan bir araya gelmiş gibi görünmüyor. Şimdiki an geçmiş ile geleceği ayırır.

Aristoteles zamanın değişim olmadığını söyler. Çünkü ona göre değişim her yerde aynı değildir. Fakat zaman değişimden de bağımsızda değildir. Değişim bazı yerlerde hızlı bazı yerlerde de yavaştır. Oysa zamana baktığımızda böyle bir şeyden söz etmek olanaksızdır. Zaman her yerde aynıdır. Zaman hızlı veya yavaş değildir, az zaman veya çok zamandan bahsedebiliriz ama bu da göreli olur. Zaman değişimden bağımsız değildir. Çünkü değişimin olmadığı bir yerde zamandan bahsetmemiz olanaksızdır.  İnsan değişimin farkında olmadan zamanında farkında olamaz.

Zaman, değişim ve insana birlikte bakalım. Anne karnında başlayan yaşam sürecinin bazı evreleri vardır. Bu evreler; embriyo, fetus, bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık ve ölüm gibi evrelerden oluşur. Bu evrelerin her birisinde bir değişimin bir gelişimin olmadığını farz edelim. O zaman bütün bu evreler, durağan bir şey olarak kalır. Örneğin bir embriyo evresinde ise embriyo, çocukluk evresindeyse çocuk vs. Dolayısıyla zaman bir değişim değil fakat değişimle bire bir ilgilidir. Değişime insan bağlamında bakarsak zamanın insan ile anlam kazandığını görebiliriz. Çünkü diğer canlılarda zaman kavramı diye bir şeyden söz edilemez. Olsa olsa sadece “an” vardır. Şimdi konuya bazı önemli filozofların gözüyle bakalım.

Aristoteles’in zaman görüşünü anlayabilmek için zaman ile şimdiki an arsındaki ilişkiye bakmak gerekir. Zaman şimdiki an aracılığıyla fark edilebilir. Nasıl ki bir devinim devinen nesne aracılığıyla bilinebiliyorsa zaman da şimdiki an aracılığıyla fark edilebilir. Aristoteles, zaman olmazsa şimdiki an, şimdiki an olmazsa zaman olanaksızdır, derken bunu kasteder. Demek ki zamanı yaratan anların toplamıdır. Zamanı geçmiş, gelecek ve şimdiki an gibi parçalara bölersek bu parçaları birbirine bağlayan bir şeyin olması gerekir. Bunu da Aristoteles şimdiki an olarak görür. Şimdiki an’ı geçmişin sınırı geleceğin başlangıcı olarak görür. Zaman düşüncelerimizdeki ardı ardına geliş bilincine ve tecrübe ettiğimiz olaylar arsındaki farklılık olgusuna karşılık gelir. Bir ard ardalığın ve tecrübe edilen olaylar arasında bir farklılık bir değişim olmadığında bir zamandan bahsetmek olanaklı mıdır?  Hiçbir değişimin farkında olmadığımızda zamanın farkında olabilir miyiz?

Ortaçağın önemli temsilcilerinden olan Augustinus’un zaman anlayışına baktığımızda Hıristiyanlığın etkisiyle ortaçağın hâkim düşüncesi olan yoktan yaratım fikrinin zaman anlayışı üzerinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Her dönemin hakim olan düşünce yapısı o dönemin düşünce adamlarını etkilediği bilinen bir gerçektir. Dönemin hakim anlayışı düşünürleri etkilemiştir, tabi ki düşünce adamları da dönemin düşünce yapısı üzerinde  etkili olabilmiştir. Augustinus’un da içinde bulunduğu dönemin varlık konusundaki hakim düşünce yapısı yoktan yaratım fikriydi. Zaman ve varlıkta birbiriyle ilişkili olduğundan bunun Augustinus’un zaman görüşü üzerine etkide bulunduğunu söyleyebiliriz.

Augustinus’a göre her şeyin yaratıcısı Tanrı’dır. Zaman da bu yaratılanlar arasında yer alır. Her şeyin yaratıcısı olarak Tanrı görülüyorsa bu yaratım gerçekleşmezden önce Tanrı ne yapıyordu? Şeklinde sorulan bir soru Augustinus’a göre saçma bir sorudur. Yukarda da değindiğimiz gibi Tanrı evreni yoktan yaratmıştır, zaman da bu yaratılanlardan bir tanesidir. Haliyle zaman yaratılmazdan önce bir zamandan bahsetmek olanaksızdır. Tanrı yeri ve göğü yaratmadan önce hiçbir şey yapmıyordu, çünkü bu yaptığı yaratmadan başka ne olabilirdi. Her şeyin yaratıcısı olan Tanrı bütün zamanların öncesi ve ötesindedir, ezeli ve ebedidir.

Zaman değişmeyle kendini belli eder. Her şey değişmeden kalabilseydi zaman diye bir şey olmayacaktı. Zamanın geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman olmak üzere üç boyutlu olduğunu biliyoruz. Ancak; Geçmiş zaman geçmiş olduğu için, gelecek zaman da henüz gelmediğine göre bu nasıl bir vardır? Diye sorabiliriz.  Şimdiki zaman hep şimdi olsaydı, gelecekte kaybolmasaydı, o zaman da zaman olmaktan çıkar ebediyet olurdu. Gelecek ve geçmiş varsa, nerede onlar? Eğer her neredeyseler onlar geçmiş ve gelecek olarak değil şimdiki zaman olarak vardırlar. Öyleyse gerçekte var olan gelecek değil şimdiki zamandır. Geçmiş ve gelecek zamana ilişkin olarak ‘uzun zaman ‘ ve ‘kısa zamandan’ söz ediyoruz. Pekiyi, olmayan bir şey nasıl uzun veya kısa zaman olarak nitelendirilebiliyor? Geçmiş zaman geçmişte kaldığı için, gelecek zaman da henüz gelmediğine göre geriye bir tek şimdiki zaman kalıyor, şimdiki zamana baktığımızda da o bize çok uzun bir zaman olarak gözükebiliyor. Fakat görüldüğü gibi o kadar uzun bir zaman değildir. Çünkü Augustinus şimdiki zamanı dakikaya hatta dakikayı da parçalara bölebileceğimizi ve bu şekilde şimdiki zamanın o kadar uzun bir zaman olmadığını ifade etmiştir.

Zamanın bilincine varabilmek için bir şeylerin akıp gitmesi gerekir. Geçmiş ve gelecek nerede diye sorulduğun da Augustinus oldukları yerde şimdiki zaman olarak vardırlar diye cevap veriyor. Bu üç zaman insan zihnindedir aksi takdirde biz onun farkına varamazdık. Ona göre zaman aklın veya ruhun bir ürünüdür. Varolan ve şimdiki zamanda bulunan şeylerden öndeyide bulunarak gelecek hakkında bir şeyler söylenebilir. Augustinus, zamanın aklın bir ürünü olduğunu söyler ,ölçtüğümüz şey belleğimizde iz bırakan şeydir. Tanrı evrenle birlikte zamanı da yoktan yaratmıştır. Yaratımdan önce bir zamandan bahsetmek saçmadır.

İnsanın bakış açısı zamansaldır. Dolayısıyla zaman insanın bakış açısına ait bir şeydir. Geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman bir anı, şimdikilere ilişkin şimdiki zaman bir anlık görür. Gelecektekilere iliklin şimdiki zaman da beklenti olarak vardır. Augustinus’un zaman anlayışına baktığımızda birinci olarak karşımıza Tanrı’nın ebediliği çıkar. İkinci olarak Tanrı’nın dünyayı belli bir zaman noktasında yarattığıdır. Zamanın dünyadan ayrı bir gerçekliği yoktur çünkü zaman dünya ile aynı anda yaratılmıştır.

Sonuç olarak da ilk çağ ve orta çağda hakim görüşleri olan filozoflardan Aristoteles ve Augustinus ‘un zaman görüşlerine fazla derine inmeden yüzeysel bir şekilde değindik. Yukarda da belirtildiği gibi dönemin hakim dünya görüşü bireyi her zaman etkilemiştir. Bilindiği üzere ilkçağın zaman anlayışı döngüseldir, ortaçağın ise yaratım fikrinden yola çıkarak çizgisel bir zaman anlayışına sahip olduğunu görebiliriz. Aristoteles zamanı, öncelik ve sonralığa göre hareketin sayısı olarak tanımlar. Bunun yanında zaman zorunlu olarak süreklidir, çünkü böyle olmadığı taktirde önce ve sonra kavramları olanaksız hale gelir, zaman süreklidir, sürekli olan bir şey devinime ait olan bir şeydir. Aristoteles’de zaman mutlaktır ve iki olay arasındaki zaman aralığını ölçebiliriz. İlkçağda olduğu gibi Aristoteles’in de zaman anlayışı döngüseldir, dolayısıyla zamanın onda sonsuz –sınırsız olduğunu söyleyebiliriz.

Augustinus’a göre de zaman özneldir ve ölçülebilen şey veya akılda kalan izlenimdir. Zaman akılda ölçülür çünkü geçip giden şeylerin sadece akılda izlenimleri kalır. Zamanı ölçerken işte bu izlenimleri ölçüyoruz. Tanrı yeri ve göğü yarattığında işte bu zamanı da yarattığı için, zamanın bir başlangıcı vardır; dolayısıyla orta çağda olduğu gibi Augustinus’ta da zaman çizgisel ve sonludur. Yunan ve Hıristiyan düşünürlerinden birer örnek ile zamana ilişkin dönemin hakim düşünce anlayışını size aktarmaya çalıştım. Şimdi İslam düşünürlerinden olan el Kindi’nin zaman görüşüne bir bakalım.

Zaman, hareket ve cisim hakkında ki görüşlerini birlikte ele alan İslam filozoflarımızdan biri olan el Kindi’nin de zaman, hareket ve cisim hakkında önemli görüşleri vardır. Hatta ilkçağ ve Ortaçağ Batı filozoflarına göre El-Kindinin zaman görüşü daha duru ve makuldür. Bilindiği üzere İslam düşünürleri  antik yunan düşünürlerinden etkilenmişler ise de ona İslam düşüncesinin ve doğu görüşünün kendine mahsus renklerini katmaktan geri durmamışlardır. Yukarda değindiğimiz gibi Aristoteles, zamanın mahiyeti ve zamanın varlığı gibi problemlere çözümler getirmeye çalıştığını görmüştük.  Burada da Kindi’nin zaman hakkındaki görüşlerine aynı perspektiften bakalım.

Zaman ve hareket sonludur. Zaman bir başlangıcı ve sonu olan bir niceliktir, sonsuz bir zamandan bahsetmek mümkün değildir. Niceliğin varlığı cismin varlığına bağlıdır. Mekan, zaman ve cismin varlığı hareketin varlığıyla anlaşılır. Cisim’de bir değişim olmadan hareketin varlığından bahsedemeyiz. Zamanı da o hareket esnasında geçen süreç meydana getirir. Cisim sonlu bir varlık olduğuna göre cisme bağlı olan her şey sonludur. Alem sonlu ise zamanın sonsuzluğundan bahsedilemez.

Cisim zaman ve hareket arasındaki ilişkiye bakarak zamanı alemin varoluş süreci olarak tanımlayabiliriz. Zaman sonlu bir yapıya sahiptir, o halde cisim de sonludur. Çünkü zaman cisim ve hareketten bağımsız değildir. Zaman hareketin sayısıdır, yani hareketin sayısının oluşturduğu bir süreçtir. Cisim, hareket ve zaman birbiriyle ilişkilidir, biri olmadan diğerinin varlığından söz edilemez. Hareket varsa zorunlu olarak bir cismin ve değişimin olması gerekir. Evren sürekli hareket halindedir; cismin varlığı hareketin varlığından önce değildir. Çünkü; cismin yoktan varlığa dönüşmesi aşamasında bir hareketin olmadığından söz etmek imkansızdır yani cisim hareketten önce olamaz.

Yukarda verdiğimiz bilgilerden hareketle zamanın, hareket, cisim ve mekandan önce geldiğini söyleyemeyiz. Zaman, hareket ve cisim birbirinden önce veya sonra varolamazlar. Zaman, hareket ve cisim aynı anda varolmuşlardır. Demek ki bunların Tanrı tarafından yaratılışı birliktedir, pareleldir. Bunların arka arkaya değil, yan yana aynı anda yaratılması gerekir. O halde alem ezeli ve sonsuz olamaz. Bir başlangıcı ve sonu vardır.

Zaman, ister varlığa ister insana bağlı bir şey olsun şurası muhakkak ki insan ile ortaya çıkar ve insanla anlam kazanır. Zaman algısı insan yaşamında çok önemli değişimlere neden olur. Zamanın insan üzerinde yapıcı veya yıkıcı bir etkisi vardır. Yıkıcı etkisi diyorum çünkü belli bir süreden sonra gelişim yerini gerilemeye bırakabiliyor. Çağın düşünce yapısı, ve hakim görüşü düşünürlerin zaman algısını etkilemiştir. Çünkü düşünür çağın düşünce yapısından her zaman etkilenir ve de o düşünce yapısını etkiler. Bu yüzden Aristoteles’de şekilsiz madde ezeli bir şekilde vardır ve sonsuzdur. Tanrı sadece şekil veren bir varlıktır yoktan yaratan değil. Buna bağlı olarak o da döngüsel bir zaman kabul etmiştir. İlk hareketle birlikte başlayan devinimle zaman anlaşılır olmuştur. Ortaçağda ve İslam dünyasında ise daha çok Tanrı anlayışının benzerliğinden dolayı benzer bir zaman algısı ve görüşü hakim olmuştur. Ancak Kindi’de açıkça ifadesini bulan zaman, mekan, cisim ve hareket kavramlarının birlikte yaratılmış olduğu fikri orijinaldir.

Devamını Oku

Machiavelli ve Politik Karaktersizlik

Machiavelli ve Politik Karaktersizlik
1

BEĞENDİM

ABONE OL

İtalyan düşünürü olan Machiavelli modern siyaset felsefesinin kurucusu olarak kabul edilir. İki önemli eseri vardır; ‘hükümdar’ ve ‘söylevler’.  ‘Hükümdar’  adlı eserini 1513’te yazmıştır. Bu eserinde Machiavelli önceki cumhuriyetçi duygularına taban tabana zıt olan hanedanı övgüye boğdu. ‘Söylevler’ adlı esrinde ise siyaset felsefesini konu edinmiştir.

Machiavelli’nin siyasete ilişkin görüşleri iktidarı nasıl güçlendiririm üzerine inşa edilmiştir. İktidarın güçlendirilmesi noktasında kullanılacak her türlü araç ve gerecin kullanılmasını mübah görmüştür. Biz bu yaklaşımı politik karaktersizlik olarak ele aldık. Çünkü belli bir duruş noktası yoktur, zaman ve şartlara göre şekillenmek söz konusudur. Mubah olan konular içinde; sahtekarlık, ölüm, adaletsizlik ve bunun gibi bir çok öğenin meşrulaştırıldığı açıkça görülmektedir. Bundan dolayı böyle bir yönetimin karaktersizlik olarak nitelenmesinin ağır bir hitap olmayacağı düşüncesindeyim. Machiavelli, devletin amacı olayını politikayı aşan ( ahlaki, dini, kültürel) terimlerle anlamayı reddeder. İktidarın kendi başına bir amaç olduğu varsayımına sahiptir ve araştırmalarını da iktidarı elde edecek, elde tutacak ve yaygınlaştıracak araçların en müsait olanının neler olabileceği konusuna yoğunlaştırmıştır. Machiavelli, iktidar olgusunu doğruluktan, ahlaktan, dinden ve metafizikten ayırmakta ve devleti diğer herhangi bir kaynaktan bağımsız, kendini var kılan değerler sistemi olarak ifade etmektedir.

Devlet adamı, doğruluk, ahlak,din gibi değer sistemlerini ifade edebilir. Devlet adamının düsturu-iktidarın alınması, elde tutulması ve yayılması- farklı amaç taşır ve araçları da farklıdır. İktidarı elde tutmak için her araç her yol mubahtır. Machiavelli öte yandan ahlaksızlığı hiçbir zaman övmez, değerlerin yıkıldığı bir dünya kurma arzusu da yoktur, medeniyetin bir çeşit değer telkin ettiğinin bilincindedir. Ancak iktidarın kurallarının ahlak ve doğruluk kuralları karşısında bir önceliğe sahip olduğunu savunur. İyilik ve kötülük noktasında bir değerlendirme yapıldığında; etkin bir iktidar aracı iyidir, iktidarı elde etmede, elde tutmada ve yaygınlaştırmada etkili olmayan bir araç ise kötüdür.

Machiavelli, başarılı bir hükümdar için ‘erdem’ terimini kullanır, ama bununla acımasız, düzenbaz, başarılı bir yöneticiyi kasteder; genel olarak kurallara uyan bir ahlakçıyı değil.  Machiavelli’nin ahlak ve din hakkındaki görüşleri iktidarın diğer sosyal değerler karşısındaki üstünlüğüne olan inancın örneklerindendir. Ancak dine karşı olumlu bir tavrı vardır; onun dini, yönetenin elinde yönetilen üzerinde bir etki ve kontrol aygıtıdır. Dinin olduğu yerde orduları yönetmek ve disiplini sağlamak kolaydır. Machiavelli, hükümdar yanlış olduğunu bile bile dini doktrinlerin ve mucizelere inanmanın yaygınlaşmasını desteklemelidir. Diğer taraftan Hristiyanlığa olan ilgisi felsefi veya teolojik değil tamamen pragmatik ve siyasidir. Kilise söz konusu olduğunda ,iki açıdan saldırır; birincisi, İtalyanlar ‘dinsiz ve kötü oldularsa bunun sebebi ‘ Roma mahkemesinin kötü örneğidir.  İkinci ve daha ciddi suçlama, kilisenin ‘ülkeyi bölünmüş halde tuttuğu ve tutmakta devam ettiğidir’. Devamında  İtalyan siyasi parçalanmasının  tek sebebinin kilise olduğunu söyler. Papalıktan nefret etmiş olsa da; Machiavelli eğer İtalya’nın birliği başka yolla sağlanmayacaksa Papalığın bütün İtalya’yı yönettiğini görmekten mutluluk duyacağını dile getirmiştir. Papalığa olan eleştirisi ülkeyi yönetmedeki siyasi başarısızlığıdır.

İtalyan düşünüre göre ‘hükümdar tilkiyi ve aslanı taklit etmelidir, çünkü aslan kendini tuzaklardan koruyamaz, tilki de kendini kurtlara karşı savunamaz.’ Bir hükümdar inanç sahibi olmalı mıdır? Machiavelli’nin bu soruya verdiği yanıt; bir yönetici için inançlı olmanın ne kadar ‘övgüye değer’ olduğunu herkes bilir. Ancak gerçek siyaset dünyasında bu övgüler menfaatle uyuşmaz. Bu yüzden iyi yönetici menfaatine uygun hareket etmelidir. Genel itibariyle bakıldığında hükümdar iktidarını sağlamlaştırmak için her türlü hileye hatta her türlü cinayetlere başvurabilir. Bu şekilde ülkenin daha güçlü bir yönetime sahip olabileceğini ve başarılar elde edebileceğini düşünür. İtalyan düşünür için kimin hükümdar olduğu önemli değil, yönetici her hangi bir sınıftan olabilir; ancak iyi yönetiyor olması gerekir. Kısacası iktidarın sağlamlaştırılması için her şey meşrudur.

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort