DOLAR 32,2234 -0.11%
EURO 34,9331 0.17%
ALTIN 2.445,790,57
BITCOIN 1966487-3,25%
Ankara
17°

HAFİF YAĞMUR

16:59

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Demokrasinin Taahhütleri ve Bir İnsanın Dünyaya Güveni

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zorunlu olarak bebekliğinden itibaren toplumsal olan insan dünyaya ağlayarak geldiği anın takibinde acaba özellikle ne ile yaşar? Bebeğin annesine güvenmediğini ve memeyi reddettiğini varsayalım ve devamında olabilecekleri hayal edelim. Örneğin kutup ayılarından birinin kendi çocuğu olan yavru bir kutup ayısını açlık nedeniyle öldürerek yemesini neden içimize sindiremeyiz? Ebeveynine güvenerek yaşayan bir yavrunun –söz konusu yavru bir kutup ayısı bile olsa- güvenini kırmış olmak bize dokunaklı gelir; çünkü biz de ancak güvenerek yaşayabiliyoruz. Doğada hayvanlar birbirlerini öldürerek yedikleri ve böyle hayatta kalabildikleri halde ebeveynden olan bir kutup ayısının yavrusunu doğal gerekçelerle bile olsa öldürüp yemesi bize kabul edilemez gelmektedir. Tıpkı öldürülen yavrunun güvenindeki hayal kırıklığı gibi insanlar içinde dokunaklı gelmesi gereken bir olgu, bir insanın içerisinde yaşadığı toplumdan aldığı taahhütlere güvendikten sonra birtakım önyargılardan kaynaklanan çeşitli tahmini gerekçelerle söz konusu taahhütlerin gerçekleşmesinden mahrum bırakılmasıdır. Türkiye’de son zamanlarda siyaset felsefesi açısından sıra dışı gelişmeler yaşanmaktadır. Herkesin seçme ve seçilme hakkı demokrasinin taahhütleri arasında yer aldığı halde tüm dünya bir anda bir insanın Cumhurbaşkanı adayı olup olamayacağını tartışmaya başladı, tıpkı 27 Nisan 2007’den önce olduğu gibi. Birtakım sanrısal veya sanısal şüphelere her sahip olduğumuzda insanların demokratik haklarını engellemeye mi çalışacağız? Arkasında halk desteği olan birinin Hitler olma ihtimali, gerçekten de insanlar tekrar bir diktatörle baş başa kalmasınlar diye kendimizi yiyip bitirdiğimiz için mi bize kötü gelmektedir, yoksa biz ilgili kişiyi kıskandığımız için mi bizi rahatsız etmektedir? Başkaları için söz konusu olduğunda tarihsel koşullarla meşrulaştırdığımız olumsuz vakalar meydandayken ne kaygımızın samimiyetine ne de içerisinde yaşadığımız toplumdaki demokratik taahhütlere kimsenin güveni kalmayacaktır. Nitekim demokrasiyi televizyonlarda tartışanların Türkiye halkını sahiplenme merakı geçmişte olduğu gibi günümüzde de yeterince sahici algılanmamaktadır; çünkü onları dinleyenlerin tamamı sadece seçme hakları olduğunu ve hiçbir zaman kolay kolay seçilemeyeceklerini bilmektedirler.

Bir insanın demokrat olabilmesi, John Rawls’un da “Siyasal Liberalizm”de belirttiği gibi, zorlamaya değil isteğe bağlı olmalıdır. Söz konusu isteğe bağlılığı temin etmek üzere Rawls, iyi niyetin ve toplumsal görünüm haklarının sonuna değin tanınması gereğine yer vermiştir. Çünkü toplumsal sözleşmenin selameti ve barışın kalıcılığı için bireyin demokratik taahhütlerin yerine gelebileceğine güvenmesi bir önkoşuldur (John Rawls, Siyasal Liberalizm; Çeviren: Mehmet Fevzi Bilgin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 496). Bir insanın gerçekten de diktatör olma ihtimali varsa ve tahminimiz doğruysa, tahminimize dayanarak onu demokrasiye olan -taktiksel veya samimi- güveninden mahrum bıraktığımız ilk andan itibaren toplumda insanlar bir daha eşitlikçi bir duyarlılığa sahip olduğumuza inanmayacaktır. Açık ve son derece somut bir kanıt olmadığında ve insanlar her olumsuz hükümlerini aydınlatmak adına ölçüsüzce dayattıklarında, muhataplar da toplumsal sözleşmenin örtük bir güç hukukuna göre işlediğini ve anlamların çeşitli tarihsel gerekçeler uydurularak amuda kaldırılabileceğini onaylarlar. Böyle bir durumda da herkes sadece görmek istediklerini görür ve yorumlamak istediği istikamette yorumlamaya başlar. Bir insanın dünyaya güveni kalmadığında bir araya getirilebilecek Batılı yorumların bazılarını örnek olarak anmayı düşündüm ve hepimiz için çıkardım. İnsanlar ortak algıya ve sağduyuya güvenmediklerinde aşağıdaki alıntıların nasıl kullanılabileceğini hesaba katmak gerekmektedir.

“Fakat, geri kalan herkesin iyiliği ve yeteneğinin kendisininkiyle (kendilerininkiyle) kıyaslanamayacağı böyle çok üstün biri (ya da sayıları bir sitenin bütün yapısını oluşturmaya yetmese de birkaç kişi) varsa, böylelerini devletin bir parçası gibi değil, onun ötesinde görürüz. Erdem ve siyasi yetenek bakımından çok üstün oldukları için bu kişileri diğerleriyle sırf eşitlik bağlamında yargılamak onlara haksızlık olur. Haklı olarak böyle birini diğer insanlar arasında bir Tanrı [Hegel’in “Geist”ı] olarak görebiliriz. Bu durumda açıktır ki, amacını tartıştığımız yasaların konuyla doğrudan ilgisi yoktur; çünkü yasalar soy ve yetenek bakımından eşit olanlara ilişkindir ve bu olağanüstü kişileri yönetebilecek bir yasa bulunmamaktadır. Onların kendileri yasadır ve her kim onlar için yasa çıkarmaya yeltenirse, gireceği zahmetten dolayı hor görülür…” (Aristoteles, Politika; Çeviren: Ersin Uysal, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2007, s. 107)

“İşte bu daha yüksek geneli kavrayan, onu kendilerine amaç yapan, tinin daha yüksek kavramına karşılık gelen ereği gerçekleştirenler dünya tarihindeki büyük adamlardır. Bu açıdan bu bireylere kahramanlar denilmelidir… Şimdiki zamanın henüz ona açılmayan bir kapısını çalan gizli tindir bu: Şimdinin kabuğu içinde başka bir çekirdek gibidir… Kendi açılarından haklılar; çünkü görüşleri derine gidiyor; dünyaları, zamanları için ne doğrudur, kavram nedir, bundan sonraki genel nedir, biliyorlar… Konuşmaları, eylemleri, söylenebilecek, yapılabilecek şeyin en iyisi. Tarihin büyük bireyleri yalnız bu duruma göre anlaşılmalıdır… Tam da bundan dolayı bu bireyler dünyaya şiddet getirirler; kendinde ve kendisi için varolan tinin ereğine uygun ereğe sahip oldukları için, saltık olarak haklıdırlar; ama tümüyle kendilerine özgü bir hakla… İnsanlara isteklerinin ne olduğunu ilk bildirenler dünya tarihine mal olmuş büyük insanlardır… Oysa özgür insan kıskanç değildir, büyük insanları tanımaktan zevk ve kıvanç duyar [yazar da Napoleon Bonaparte’ı tanıdığında mesut olmuştu]… [Bazı öğretmenlerin söz konusu –İskender ve Sezar gibi- kahramanların sahip oldukları tutkuları olumsuz gösterdiklerini uzun uzadıya betimledikten sonra] Bundan da hemen bu öğretmenin andıklarından daha üstün bir kişi olduğu ortaya çıkar; çünkü böyle tutkuları yoktur. Ünlü sözdür: Bir uşak için kahraman yoktur, ben buna şunu ekledim –Goethe de iki yıl sonra yineledi- o kişi kahraman olduğu için değil, fakat öteki uşak olduğu için… Tarihe mal olmuş karakterler böyle ruhbilimci uşakların elinden kurtulamazlar: hizaya getirilir, bu ince insan uzmanlarının ahlakıyla bir düzeye, hatta onun birkaç basamak aşağısına konulurlar…” (G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl; Çeviren: Önay Sözer, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2. Basım, 2003, s. 100-106)

Ben yukarıdaki alıntıların sağladığı anlamsal bağlamların hiçbirini onaylamıyorum; fakat Ludwig Wittgenstein’ın da işaret ettiği gibi, toplumsal sözleşmede kuralların bir anlamı kalmadığında insanların gerekçelendirebilmek için bulabileceklerinden iki tanesini örneklemiş oluyorum (Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar; Çeviren: Haluk Barışcan, Metis Yayınları, İstanbul, 2007, s. 100, madde 201). Nitekim dünyada yaşayan hemen her insan için kendinden öte yukarıdaki nitelikleri haiz olan insanların tahayyülde bulunduğunu biliyoruz. İşte bunun sebebi, bir insanın içerisinde yaşadığı düzenin taahhütlerinden emin olmamasıdır. Bu arada maksadım sadece siyaset felsefesi açısından bir örnek olayı tahlil etmiş olmaktır. Bu kadar felsefi alıntıdan sonra bir de sosyolojiden alıntı yapmak uygun düşmektedir:

“Demokrasi iki farklı biçimde tanımlanmıştır. Kimilerine göre, halk egemenliğine biçim vermektir [“biçim vermek” ifadesi dikkatlerden kaçmasın]; kimilerine göreyse, siyasal tartışmanın özgür, serbest bir biçimde gerçekleşmesini sağlamaktır. Demokrasi ilkinde özüyle, ikincisinde prosedürleriyle tanımlanmıştır. İkinci tanımı açıklamak daha kolaydır: Katılım ve düşünce özgürlüğünden yola çıkarak güvence altına alınmış serbest seçimler, halk iradesinin aşılmasını, görüşmelerin ve kararların sayılmamasını, seçilmişlerin ve yöneticilerin bozulmasını önleyen kurumların işleyiş kurallarıyla tamamlanmalıdır. Daha çok Parlamentoyu bilgi toplama ve karar alma konusunda daha büyük bir yeterliliği olan yürütme erki karşısında savunmaktır burada söz konusu olan. Bu anlayışın zayıflığı, oyunun kurallarına duyulan saygı ne denli büyük olursa olsun, oyuncuların, içlerinden birkaçı üstün kaynaklara sahip olduğunda ya da oyun oligarşiler tarafından yönetildiğinde, hepsinin eşit şansı olmamasından ileri gelir. Bundan ötürü, demokratların pek azı, demokrasiyi salt prosedürlere dayandıran bir anlayışla yetinir. Lincoln’ün yaklaşımı kolay anlaşılır olmamasına karşın, büyük bir ilgi görse de, herkes demokraside ya çoğunluğun ya da bütün toplumun [“ya çoğunluğun ya da bütün toplumun” diyor yazar] çıkarlarına uygun kararlar alınmasını beklerler. Peki ama kim değerlendirir bu çıkarları? Toplumbilimciler bu zor soruya çok karamsar yanıtlar getirirler. Oyu büyük ölçüde seçmenlerin konumu, dolayısıyla da çıkarları belirler ve genellikle oylarda büyük bir durgunluk vardır…” (Alain Touraine, Demokrasi Nedir?; Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 5. Baskı, 2011, s. 169-170)

Alain Touraine’den yapılan alıntının başlığı “Özne Politikası”dır ve “Demokratik Kültür” kısmının ilk başlığıdır. Touraine’ninki de demokrasiye ilişkin bir yaklaşımdır; fakat özellikle devam eden tartışmalara göre oldukça net ve açık durmaktadır. Her halükarda bir risk vardır ve kimin yaratacağı muhtemel risk hangimiz tarafından nasıl takip edilmelidir? İşte bu soru, demokrasinin taahhütleri ile bir insanın dünyaya güvensizliği arasında sürekli sendeleyen ve hayattaki her şeyi şaibeli hale getiren bir sorudur. Çünkü hiçbirimiz Tanrı değilizdir ve O’nun kadar ayrıcalıklı davranma hakkımız olmamalıdır. Eğer demokrasinin taahhütleri varsa ve insan dünyaya önce güven ile tutunuyorsa!

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort