DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

“Fark Yaratıyorum O Halde Varım” ve “Temiz Türkiye” (1)

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin “Tehâfütü’l-Felâsife” adlı eserinin birinci meselesinde Antik Yunanlı düşünür Protagoras’tan mülhem bir değerlendirmesi bulunmaktadır. Gazzâlî’nin “Mi’yârü’l-İlm fî Fenni’l-Mantik” ve “Mihakkü’n-Nazar” adlı çalışmaları ile İbn Sînâ’nın “Kitâbü’l-Burhân” adlı incelemesindeki bazı tahliller göz önünde bulundurulduğunda çelişkili görünen söz konusu değerlendirme, hem bütün “Tehâfüt”lerin doğru anlaşılabilmesi için temel bir ölçüt niteliğindedir, hem de David Hume, Immanuel Kant, Friedrich Nietzsche, Ludwig Wittgenstein, Michel Foucault, Paul Feyerabend ve Jacques Derrida gibi birçok modern yazarın varoldukları bağlamı yeterince açımlamak için temel bir ölçüt niteliğindedir. Akıl yürütmelerdeki tüm etkili orta terimlerin ayrıcalıklarını iptal eden Gazzâlî değerlendirmesi şöyledir: “Buradaki bütün tahlillerin amacı, onların hasımlarını (karşıt görüşlüleri) ancak akli zorunluluk iddiasıyla güç durumda bıraktıklarını; ayrıca kendi fikirlerine aykırı görünen meselelerde akli zorunluluğu onların aleyhine kullananlardan bir farkları bulunmadığını göstermektir.” (Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, Mahmûd Debîcû Baskısı, Dârü’t-Takvâ, Dımaşk, 2006, s. 29; Paragrafta Tanrı-âlem ilişkisiyle ilgili bulunan ve zihni başka yerlere götürecek olan birkaç kelimeyi bilinçli olarak tercüme etmedim). Ebû Nasr el-Fârâbî’nin “Kitâbü’l-Hurûf” adlı eserine göre Protagoras’tan mülhem olduğunu fark ettiğimiz söz konusu değerlendirme, Gazzâlî’nin aslında özgün felsefi düzeyini kanıtlamaktadır (mesela Yahya en-Nahvî ya da İmâm el-Haremeyn el-Cüveynî’den alınma değildir). Bu değerlendirmeyi yeterince anlayabilen herkes mantığın, fıkıh usulünün, hukuk felsefesinin, kelamın, teolojinin, bilim felsefesinin, dil felsefesinin ve nihayet ahlak felsefesinin ne yapmaya çalıştığını anlayabilecektir. “Akli zorunluluk”un kullanımıyla işarette bulunulan, karşısındakinin mantıksal bir eksiğine yoğunlaşarak aynı kusurlarla malul değilmiş gibi davranarak izleyenlerin tamamını kandırmaktır. Sadece bu detayla bile insan yaşamı ve özellikle dil içerisinde gerçekleşenler yeterince doğru tahlil edilebilir. Şimdi bir ilke belirleyelim ve Türkiye üzerine konuşalım. Nitekim Gazzâlî de salt felsefe yapmak için konuşmuş değildi, onun söylediklerinin “akıl-hayat” uyuşmazlığıyla ilgili bir arka planı bulunmaktaydı.

Her popüler vakıa ve meselenin ardından kazananın yanında konumlanan asalaklar ve popüler davranma meraklılarından olmamak için –bizim değerlendirmemiz de onlarınkine benzemesin diye- iki temel özelliği taşımayı kendimize ilke edinelim. 1- “Fark yaratıyorum, o halde varım” önermesini kendimizden yola çıkarak her insana, olaya ve kavrama uygulayacağız. Böylece “asalaklık”tan korunmayı mümkün kılacağız. Ne tür bir fark yarattığımızı da ihmal etmeksizin söz konusu uygulamayı sürdüreceğiz. 2- Her ne olursa olsun popüler sözcüklerle meramımızı dile getirmekten kaçınacağız. “Demokrasi”, “özgürlük”, “hümanizm/insancıllık”, “Hak”, “hukuk”, “adalet”, “eşitlik”, “iyilik”, “temizlik”,  “akıl”, “din”, “iman”, “İslâm”, “Kur’ân”, “Atatürk”, “vatan”, “emperyalizm” vb. kavramlar yaşadığımız dünyada herkesin kendini maskelediği popüler kavramlar olduklarından bunların yerine ya negatifliklere sığınacağız ya da fark yaratabilen ve gerçekten ayırmayı sağlayabilen büsbütün yeni sözcükler üreteceğiz. Gazzâlî’nin değerlendirmesine bu ilkeyi eklemlediğimizde en azından kendimizi kandırmaktan kurtulabiliriz ve fark yaratmak için bir yol bulabiliriz. Böylece benim “en az kötü” tanımım -“iyi” sözcüğünden hazzetmiyorum-, hiç olmazsa önce kendine ve sonra başka insanlara zarar vermemek ve muhtemel zararları bertaraf etmek için “fark yaratmak” olmaktadır. Zaten daha önceki bir yazımızda, yaşadığımız dünyada kaderimizin bir kötüden diğerine atlamak olduğunu; daha az kötüye doğru bir seçim olursa bunun fark yaratmak olacağını ifade etmiştik.

Şimdi “Türkiye’de neler oluyor?” sorusuna nasıl bir yanıt vereceğiz? Bence bir yanıt yok; çünkü yanıt için hem yeterli veri var değil -çünkü görünenler belli ki bir mücadeleden açığa çıkanlardır-, hem de yetersiz verileri birbirine bağlayan bir kesin orta terim (ilişki) mevcut değildir. Bizim hakkımızda spekülasyon yapıldığında nasıl “genelleme”, “indirgeme” ve “kanıtsızlık” sözcüklerine çokça dokunuyorsak, burada benzer duyarlılıkları işbaşına çağırmalı değil miyiz? (Olayların “dedikodu” kısmı bakımından söylüyorum böyle; yoksa adli süreçler bizim kanaatlerimize göre şekillenecek değildir. Biz ihtiyaçlarımıza göre davranmazsak biz de “güç”ün bir yanında yer almaktan daha iyisini yapamayacağız) Ayrıca bizim sorunumuz, olanların neler olduğundan çok bize uzantılarının neler olabileceğidir. Aksi takdirde ülkemizde potansiyel olarak iltimas talebiyle yaşamayan ve ayrıcalık beklentisiyle konuşmayan kaç istisna kişiye denk geldik ki? Politika, vakıflar ve dini çevreler bir yana akademik olarak şerefli yaşamış kaç tane aydının varlığına tanık olabildik? “Köprüyü geçinceye değin ayıya dayı de, sonra ne istersen yaparsın” cümlesini hayatında hiç kurmamış bir yakınınız, öğretmeniniz veya idolünüz oldu mu? Meydana gelmiş olanları popüler halkalara dâhil olmaksızın değerlendirebilmeliyiz. Çünkü popüler halkaların tümü “ayıya dayı demeli” refleksini sürdürüyorlar. Biz bir şeyi anlamaksızın hemen taraf olmamalıyız. Bu arada Türkiye neden bu denli hızlı gündem değişiklikleriyle yaşayan bir ülke haline geldi diye düşünmeliyiz. Eflâtûn’un “Devlet” adlı eserini mümkün kılan politik gelişmeler, Aristoteles’in “Politika” adlı eserinde “toplumsal devrimler”e temas etmesini olanaklı kıldı. Dahası Ebû Nasr el-Fârâbî ve Hüseyin b. Ali İbn Sînâ’ya göre bir toplumda önce siyasi düşünce, sonra felsefi düşünce ortaya çıkmaktadır. Bir sistem filozofunun ortaya çıkışının arifesinde mi yaşıyoruz? Türkiye’de dünya ölçeğindeki büyük resim bakımından ve yerel ölçekteki büyük resim bakımından gerçekten neler oluyor? Kendisi çok önemli şeyler biliyormuş gibi yazıp konuşanlar da, şu anda kazanacak tarafı tayin edemediği için susup ilerisi için güçlüye popüler desteklerini hazırlayanlar da gerçekten neler olduğunu bilerek davranıyor değiller. Kuklalarla oynuyor izlenimini verenlerin de kimler olduğunu bilmiyoruz. Birincil ve ikincil kuklalar görünümünde olanlar var; fakat kuklaların sahipleri ve esas hedef izleyiciler hakkında bir fikrimiz mevcut değildir. Türkçede herkes geçmiş bir hesabını görmenin derdinde ve birbirine var yere de olmamak üzere acı çektirmekten haz alan insanların arasındayız. Sonra aynı insanlar bir de “Temiz Türkiye” diyorlar. “Daha az kirli Türkiye”yi mümkün kılmadan bir aşırı uçtan diğer aşırı uca sıçrayanlar beni daima korkutmuştur. Hakikatin nerede yalan söylediğini soracak kadar ağır bir travma yaşıyor değiliz. Görünenler, söylenilenler, tereddütlerimiz ve korkularımız net birer orta terime dayanıyor değiller. Tarafların her biri bir diğerini akli zorlamalarla baş başa bırakıyor, hepsi olmasa da birazı bu. Ülkenin geneline yayılmış bir ekonomik kriz olmadıkça da Türkiye’de ani ve geniş çaplı bir toplumsal olayın patlak vermeyeceği açıktır (“Huzur” psikolojik bir kavramdır, “sağlık” nispeten ruh ve bedeni çağrıştırmaktadır; fakat “açlık” son derece reeldir. Benim öngörüm, şu anda oluyor görünen her şeyden sonra Türkiye’de ciddi bir ekonomik krizin patlak vereceği yolundadır. Bir şeyi çok fazla bilerek söylüyor değilim, daha az bilerek bu iddiada bulunuyorum. Bu dünyada her şey, sadece “para” ve “hesap” içindir. Umarım aklıma gelen başımıza gelmez). O halde fark yarattığı için varolan ne vardır? Yaratılan tek fark ülkenin memurlarının kötülenmesi ve “devlet” sözcüğünün gözden düşürülmesi değil midir? Yoksa bu da aslında bir fark olmayıp bir uzantı mıdır?

Doğrusu, son 200 yıl içerisinde edindiğimiz zayıflığın bir yansıması olarak milli hudutlarımızın dışına taşmayı pek düşünememiş bir toplumuz. Zayıflar birbirlerine acı çektirmekten haz alarak yaşarlar; çünkü güçlüler onlara başka bir oyun vermemiştir. Bu bağlamda -kişisel tarihim adına- fark yaratan iki olay anımsıyorum. Bir tanesi, 30 Ocak 2009 tarihinde İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen “Dünya Ekonomik Forumu”nda ülkemin başbakanının “one minutes” diyebilmiş olmasıdır. Sonunda Viyana’yı fethetmedik ve belki hoş şeyler gelişmedi; fakat ülkemdeki insanların özgüvenleri adına çok tayin edici bir olaydı. “Özgüven”in ne olduğunu yeterince düşünmüş olanlar beni anlayacaklardır. İkincisi ise, 24 Mayıs 2013 tarihinde İzmir Kültürpark Fuar Alanı’nda izlemeye gittiğim 11. Türkçe Olimpiyatları açılışıydı. Ülkemde ilk defa her renkten, fikirden ve yaşam tarzından insanın barış ve huzur içerisinde tebessümle varoldukları ve eğlendikleri bir ortama tanık oldum. Ülkemizde farklı yaşam tarzları ve fikirler arasında barışçıl bir ortamı temin etmeye çalışmanın ne denli yorucu olduğunu bir defa fark etmiş olanlar beni anlayabileceklerdir. İki hadisenin de bana gözyaşı döktürdüğünü biliyorum. Her şeye rağmen söz konusu iki olayın tatlı hatırası daima içimde kalacaktır; çünkü ikisi de fark yarattıkları için gerçekten varoluşun denendiği tecrübelerdi. Her ikisinde de en azından milli hudutların içindekilerin birbirlerini çekiştirmeleri mevzubahis olmamıştı. Acaba “temiz Türkiye” diyen başkaları benzer farkları hayatlarında kaç defa ve nasıl yarattılar? Türkiye gerçekten de temiz olacaksa “temiz Türkiye” diye bağıralım. Bu arada benim temizlikten kastım herkesin her şeyi bilmesi ve yargılaması değildir. Özel hayatım sadece beni ilgilendirir. Çeşitli ihtiyaçlarını gidermede birbirlerini takip edip suçlayan zayıfların bulunduğu bir toplum bence temiz değildir ve bir anda da olmaz. Birbirimize güvenimizi her gün daha fazla temin eden ve sürekli daha az kötüye doğru evrilmemizi başaran bir toplum olacaksak sözü kirletmeksizin “temiz Türkiye” diye haykırabiliriz.

Hayırlı bir gelişme olacaksa kendimizden başlayalım ve birbirimize acı çektirme alışkanlıklarımızı çöpe atıp yakalım. Eğer aynı alışkanlıklar devam edecekse ben temiz olmak istemiyorum. Çünkü temizlene temizlene temizlikten nefret eder oldum. Öyle ki biri bana temizlik dediğinde bu defa neyimi alacak diye düşünüyorum. Bilebildiklerimizden yola çıkarak faydamızı temin etmeyi düşünmeliyiz. Gazzâlî’nin de dediği gibi: “Harp bitti, maktuller harp meydanında yatıyor. Bütün çığlıklar, ızdırap ve kin çığlıkları sustu. Her beşeri kasırgayı takip eden bu sükût, hayattaki her şeyin ne kadar boş olduğunu ne iyi gösterir.”

Ek: Arapça “va-da-a” fiil kökünden gelen “tevâzu/tevâduun” sözcüğünün anlamı “alçakgönüllülük” değildir. Alçakgönüllülük bir çeşit taktik ve riyakârlıktır. “Tevâzu” ise, “yerini bilmek” demektir. Herkesin yerini bildiği veya buna niyetlendiği bir toplumda her şey daha az kötü olacaktır. Her seçimden önce gerginleşen ve güncel politikadan başka bir şey konuşmayan bir ülke profili bana sıkıcı geliyor. 2007’de böyleydi, 2011’de de benzeri oldu. Bir milletin en çok bile değil tek konuşulanları politikacılar ve sanatçılar olduğunda, aydınlık veya akademisyenlik de söz konusu iki meslek alanının dedikodusunu icra etmekten ibaret kaldığında biz kendi hayatımızı yaşamakla ilgili bir bilince evrilmemişiz demektir. Daha akıllı olmak daha siyasi meselelere kafa yorarak lüzumsuz politize olmak anlamına geldiğinde zayıfların hayatı geçiştirme ameliyesine dönmüş demektir. İstisnasız herkesten aynı cümleyi duyarsınız: “Onların her yaptığı kötüdür ve benim her yaptığım iyidir.”

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort