DOLAR 32,2053 -0.22%
EURO 35,1156 -0.22%
ALTIN 2.498,171,32
BITCOIN 21695751,30%
Ankara
24°

AÇIK

17:01

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Gülün Adı: Avrupa Birliği mi, Kutsal Engizisyon mu?

Gülün Adı: Avrupa Birliği mi, Kutsal Engizisyon mu?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Umberto Eco’nun aynı adı taşıyan romanından 1986 yılında sinemaya uyarlanan ve bir kült haline gelen Gülün Adı’ndan (“the Name of the Rose”) hareketle çağdaş Avrupa ile Kutsal Engizisyon arasındaki benzerlikleri tahlil etmek istiyorum. Geçmiş yıllarda öğrencilerimle bilim tarihi derslerinde onlarca kez izlediğim bu filmi, Bahar yarıyılını tamamladığımız eğitim öğretim yılında, sosyoloji bölümü öğrencilerimle bilim felsefesi bağlamında izleyerek tahlil ettik. Bilim felsefesini konuşurken Avrupa Birliği ve çağdaş Batılı ölçütler ile Kutsal Engizisyon Mahkemeleri arasındaki paralelliklere vardık. Söz konusu filmi hiçbir zaman bu gözle izlememiş olduğunuzu söyleyebilirim. Meğer Avrupa, dindarken de bilimliyken de, ikincisinde güce erişerek soylu görünmek dışında, hiçbir zihniyet değişikliğine uğraşamamış. Nitekim romanın merkezi İtalya, filmin paydaşları ise, İtalya, Fransa ve Almanya’dır.

Gülün Adı, her birimize genelde anlatılan öyküye uygun olarak, “karanlık çağ” ve “modern çağ” arasında kritik bir eşik olan Kutsal Engizisyon-Bilim karşıtlığını işliyor. İngiliz geleneğinde “sağduyu” veya “müşterek his” denilen tecrübî meleke, filmde, Kıta Avrupası lehine “akıl” olarak karşılanıyor ve hayatın akılla daha güvenli, huzurlu ve zevkli olduğu veriliyor. Filmde aşk psikolojisi, özel mülkiyeti reddeden komünizmin Hıristiyan teolojisindeki geçmişi ve Aristoteles’in hala bulunamamış temasına, Poetika’nın Komedi bölümüne de biraz yer verilerek alttan alta çeşitli izlenimler kazandırılıyor. Sözgelimi anlıyoruz ki aşk Batı geleneğinde biraz şehvetle ilgilidir ve Hz. İsa’nın mülksüz olup olmaması üzerinden Katolik Kilisesi ve Papalığın mal edinip edinemeyeceği teolojik olarak tartışılmıştır. Filmin esas karakterleri arasında akıl ve bilimin temsilcisi -deney, maalesef akılla eşitleniyor- Kardeş William, onun papaz adayı öğrencisi Adso ve Kutsal Engizisyon’un ünlü yargıcı Bernardo Gui öne çıkıyorlar. 13. yüzyıl Kıta Avrupası, kararları tartışılamayan ve tartışıldığı takdirde de hemen kâfir ilan edilerek diri diri yakılma hükmünün verildiği Kutsal Engizisyon’un ekonomik kaygılarını örtbas etmek için Şeytan’a, kadınlara, kedilere ve Hz. İsa’ya sarılarak halk düzeyindeki insanların sömürüldüğü bir dünya olarak betimleniyor. Filmde William hariç hiç kimse olgulardan yola çıkmıyor ve herkes meşru ve muteber kavramların garantili dünyalarından gerçek dünyaya inmeyi reddediyor. Böylece her şey, sanki dünyanın meselesi buymuş gibi, iyilerle kötüler arasında gerçekleşiyor. Filmin sonunda işkence edilerek konuşturulan bazı suçsuz insanlar duydukları her suçu kabul ediyorlar ve tam diri diri yakılıyorken bir toplumsal karışıklık meydana geliyor ve Bernardo Gui’nin ölümünü ben de dâhil tüm izleyiciler alkışlıyorlar. Hayatı iyi ve kötüden ibaret sanmak, eğer ortada bir art niyet söz konusu değilse, çocukluğun ve cehaletin belirtisidir.

Gülün Adı’ndaki Katolik Kilisesi oluşumu ile Avrupa Birliği oluşumu, Kutsal Engizisyon Mahkemeleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (ya da doğrudan Kutsal Engizisyon ile Avrupa Birliği), Roma ile Brüksel, sözgelimi Bernardo Gui ile Alman Başbakan Angela Merkel arasında bir mukayese yapıldığında bizzat filmin senaryosunu yazan zihinden başlayarak Avrupa zihnine değin Batılı insanların akıllarına güven sarsılıyor. Filmin uyarlandığı romanın yazarı Umberto Eco’dan başlayarak, Kıta Avrupası’ndakiler, aslında eleştirdikleri “karanlık çağ”ın paydaşlarıyla aynı zihniyeti paylaşıyorlar: “Mutlak iyiler ve mutlak kötüler”. “Mutlak iyiler” de hep kendileri!  Bu bakış açısı, saplantılı bir bakış açısıdır ve herkese biraz biraz zararı dokunur. Modern bilimin bizleri ve tüm dünyalıları nelerden kurtardığı gösterilirken, esas olarak güçsüzlükten değil de saplantılı ve hasta bir insanlık durumundan aldığı fikri verilmektedir. Bilim iyidir, din kötüdür! İnsanın bilime olan saygısı da geriliyor böylece. Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkileri incelediğimizde, ülkemizdeki bazı insanlar bu tarz bir ilişkiden zevk alıyor olsalar da, Avrupa Birliği’nin kriterlerinin ve kararlarının sorgulanamaz olduklarını ve herhangi bir eleştiri veya değerlendirme anında demokrasi düşmanlığı veya terörizm gibi suçlamalarla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Neyse ki Kıta Avrupası güç ve saygınlık kaybediyor ve çöküyor da ben bu yazıyı kaleme alabiliyorum. Buradaki demokrasi düşmanlığı veya terörizm kavramlarının örttüğü olgusal gerçeklikler ve ekonomik kaygılar ile Kutsal Engizisyon’un “şeytanın hileleri” kavramı ve ateizm suçlamaları arasında bir paralellik yok mudur? İkisinde de kavramlarla örülen ve örtbas edilen gerçekler var ve kararlar kesinlikle sorgulanamıyor. İlkinde kendi halkını sömürüyor görünen Kıta Avrupası, ikincisinde dünyayı sömürüyor. Ayrıca Angela Merkel ile Yunan Başbakan Aleksis Çipraz arasında gerçekleşen diyaloglar hatırlandığında ve söz konusu diyaloglara Merkel’e ülkemizden mektup gönderen akademisyen ve aydınlar eklendiğinde, filmdeki Bernardo Gui’nin sözleri ve onu manastırda mutlulukla karşılayan papazlar daha iyi anlaşılmıyor mu? Merkel ve hatta özellikle Brüksel’deki yetkililer ile Gui, her bakımdan örtüşmüyorlar mı? Benim Gülün Adı’ndan anlayabildiğim kadarıyla, Kıta Avrupası’nda güç sahibi olup da görgüsüz davranmak dışında zihniyet bakımından değişen hiçbir şey olmamış, Avrupa hep aynı Avrupa’ymış ve ondan kesinlikle uzak durmak lazımmış! Kastettiğim elbette bir yardım beklemek ve örnek almak bakımından uzak durmaktır, yoksa çıkar her yerde ve zamanda çıkardır. Mesele, kavramlarla ve cümlelerle gerçeklerin örtbas edilmemesi ve insanların bir tarafın çıkarları için itibarsızlaştırılmamasıdır. Şimdi, Türkiye’deki Avrupa-severler acaba kime benziyorlar?

Gülün Adı adlı film, bir de böyle bir değerlendirme tarzı ile –Kıta Avrupası tüm eksikler gibi eleştirir (Türkçede eleştiri ile kınama eşanlamlıdır), İngilizler de tüm varlıklılar gibi değerlendirir- izlendiğinde yorumlarımın alakasız bulunmayacağını düşünüyorum. Antik Yunan’dan beri Avrupa hep aynı Avrupa’dır ve saplantılı davranışlarında bir değişiklik olmamıştır. Daha çok alır, daha azını lütfederek verir. Onun yanında olduğunuzda Tanrı da sizinledir, zira Platon’un diyaloglarında konuşan Sokrates daima Tanrı ile aynı fikirde görünmektedir. Onlar cumhuriyetçi olduklarında cumhuriyetçilik iyidir, onlar demokrat olduklarında da demokratlık iyidir. İngiltere’nin Kıta Avrupası’ndan tek farkı her şeye tenezzül etmemesidir. Aksi takdirde Batılı zihin saplantılı bir zihindir ve itibarı lütfetme hakkı kendilerindeymiş gibi davranmaktadırlar. Oysa bütün sahip oldukları güçtür. Şeref namına ne varsa zoraki elde etmekte ve kabul ettirmektedirler. Kutsal Engizisyon Mahkemeleri ne kadar güvenilir ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de o kadar güvenilirdir. Gidebileceğiniz tek yer Brüksel ve AİHM ise, bu takdirde adalet için yorulmanıza lüzum yoktur. Nitekim Ermeni soykırımının yaşanıp yaşanmadığına da eksik olmasınlar onlar Türkiye adına karar verdiler ve Türkiye’deki bazı insanlar da kendi çıkarlarının burada olduğunu sanarak bu adalete coşkuyla destek verdiler.

Michel Foucault, “Hapishanenin Doğuşu” adlı yapıtında, Ortaçağda eziyet edilenin sadece beden olduğunu, modern dönemde ise bedenlere ruhların da eklendiğini ve artık bedensel tutsaklıkların Batılılara yetmediğini yazmıştı. Kutsal Engizisyon ve Avrupa Birliği bağlamında kesinlikle haklıymış. Bakalım Avrupa Birliği’ne ufak hesapları için hayran olanlara bizzat Kıta Avrupası ne kadar fiyat biçecek? Belirtmek gerekir ki, Avrupa Birliği ile Katolik Kilisesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Kutsal Engizisyon Mahkemeleri, Brüksel ile Roma, Avrupa Parlamentosu ile Engizisyon yargıçları ve Bernardo Gui ile Angela Merkel her bakımdan birbirlerine benzemektedirler. Avrupa Birliği’ne girmeyelim demiyorum, Avrupa Birliği gerçekte budur diyorum.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort