DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

İnsan Nedir?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Richard Rorty ve Margaret Canovan, herkesin “insan”dan anladığının aynı olmadığını ve mesela Batı Avrupa ve Kuzey Amerikalıların “insan” dediklerinin içine herkesin girmediğini belirtmektedirler. Onların kastı, daha önce İngiliz sömürge danışmanı David Hume’dan başlayarak günümüze değin süregelen dışlamacı yaklaşımı diriltmek değildir. Rorty ve Canovan, yeryüzünde mevcut olan adına bir saptamada bulunmaktadırlar. “İnsan” olanın haklarından söz edenler zaman zaman söz konusu hakları öldürüyorlar da. Bizim amacımız böyle bir tartışmanın içerisinden çıkarak “insan”ı tanımlamak değildir. Aynı zamanda Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer’in “insan”dan anladıklarıyla da ilgilenmiyoruz. Bu iki yazar, “Hiç kimse servetinden, gelirinden, konumundan ve fırsatlarından başka bir şey değildir… Herkes kazandığı kadar eder ve ettiği kadar kazanır. İnsanlar ne olduklarını ancak ekonomik varoluşlarının iniş çıkışları aracılığıyla öğrenirler. Kimse kendini başka türlü bilmez.” derken, mutlaka bir “insan” algısından yola çıkmaktadırlar. Bizim yapmak istediğimiz tanım herkesi ilgilendirecek ve kolaylıkla itiraz edilemeyecek bir tanımdır. Öyle bir tanım yapılmalıdır ki, her şey onunla anlaşılabilsin ve açıklanabilsin. Herkesi ilgilendiren ne vardır da, ondan yola çıkılabilir?

Kuşkusuz telaffuz edildiğinde -mümkün olan en fazla sayıda insan için- en çarpıcı olan sözcük “ölüm”dür. Cümle içerisinde anıldığında herkes bu sözcüğü yeteri kadar önemsemeyebilir; fakat alıştığı bir canlı veya özel olarak insanla ilgili olarak telaffuz edildiğinde ya da özellikle bizzat kendisi için ciddiyetle ağza alındığında işin rengi değişecektir. Müslümanların Peygamberi, “ağızlardaki tatları acılaştıran ölümü sıkça hatırlayınız” derken aslında insan yaşamının en merkezi kavramı üzerinden konuşmuş olmaktadır. “Ölüm”, çağdaş felsefelerin de aşina oldukları bir kavramdır. Türkiye’de çok sevilen çağdaş Batılı yazarlardan ikisi olan Martin Heidegger ve Emmanuel Levinas, “ölüm” temasını felsefelerinde temel bir hareket noktası olarak işlemektedirler. Biz sadece felsefe yapmak için değil, bizzat insana dair konuşmak için ölümden hareket ediyoruz ve diyoruz ki: İnsan, biyolojik olarak ölmemek için ve psikolojik olarak da meşgul olmak için yaşayan ve bu ikisinin farkında olan varlıktır. “Psikolojik meşguliyet” dediğimiz şey de, insanın ölüm düşüncesini unutmak, inkâr etmek veya ertelemek için edindiği anlık uğraşların her birini ifade etmektedir.

Şimdi biyolojik olarak “ölmemek” için ve psikolojik olarak da “meşgul olmak” için yaşamak ne demektir? İnsanın ölüm gerçeğini kaldırdığınızda bilimlerin, ideolojilerin, felsefelerin, aşkların, bağlılıkların ve dinlerin bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü insan, “ölmemek”i anlamlı kılmak üzere, ölmeyebileceğini düşünmek üzere vardır. Tıp ile uğraşanları ayrıcalıklı kılan gerekçe, belki bir gün ölüme bir çarenin üretilebilmesi ihtimalidir ve ona değin hiç olmazsa ölümün –zihnen de olsa- uzaklaştırılması için tıp pahalı ve kıymetlidir. Bu nedenle insanlar içinde –yukarıdaki tüm tanımlar açısından- sınıfsal olarak en değerli olanları hekimlerdir. Hekimlere biçilen paha veya fiyat, “ölüm”ün değerli olmasından dolayı insanlar tarafından oluşturulmuştur. Mesela dinleri anlamlı kılan ilk sebep de, “ölüm”ün inkâr edilmesi ve hayatın ebedi olduğunun iddia edilmesidir. İnsanlar, bir uğraşla ilgilenirken aslında ölüm düşüncesini uzaklaştırmak veya unutmak amacındadırlar. “Can sıkıntısı” dediğimiz şey, ölümü beklerken onu unutmayı veya ertelemeyi başaracak bir uğraş içinde olamamaktır. Can sıkıntısında yeteri kadar anlaşılmadığı halde mevcut olan budur: Psikolojik meşguliyet eksikliği. Aşk, bağlılık ve başka birçok temel bağlam veya ana tema sadece psikolojik meşguliyet ve hareket ihtiyacı için vardır. İdeolojik sürtüşmeler ve kavgalar aslında sağlıklıdır; çünkü enerjileri boşaltırlar ve can sıkıntısını alırlar. Erkeklerin seviyesizlikleri veya kadınların dedikoduları hep aynı şey içindir: Can sıkıntısı ve psikolojik meşguliyet ihtiyacı. İşte böyle iki gerçek ve gereksinimle varolan insanlar arasında ölüme uzaklığı ve psikolojik meşguliyeti elde edebilme imkânı, birtakım çıkar çatışmalarının varlığını öncelemektedir. Aynı anda ölüme yakınlığı duyumsayan iki insandan hangisinin daha önce ve dikkatlice hekime sunulacağı ve ölüm düşüncesini uzaklaştırırken edinilen uğraşlardan hangisinin payına daha az zahmetli olanların düşeceği meselesi, insanları birbirlerine düşürmektedir. İdeolojiler ve biraz dinler, çare bulunamayan ölümden kaynaklanan söz konusu çatışmaları yok etmeyi taahhüt ederek kendilerini meşrulaştırırlar. “Eşitlik” böyle talep edilmeye başlanılan psikolojik meşguliyet ihtiyaçlarından biridir. Kimse kendisinden düşükle eşit olmak istemez; herkesin talebi, kendisinden yukarıda olanla eşitlenmektir. Çünkü onun esas hedefi insanlar arasındaki eşitlik değildir; onun yegâne amacı bizzat daha fazlasına sahip olmaktır. Böylece insan, biyolojik olarak ölmemek için ve psikolojik olarak da meşgul olmak için yaşarken aslında –psikanalitik olarak- hep farkındadır kendi yazgısının. Ancak “acı” anımsatır ona ara sıra, neyin gerçekten ne olduğunu ve kendisinin neyi gerçekten neden yaptığını.

İnsanlar biyolojik olarak ölmemek ihtiyaçlarının ve psikolojik olarak meşguliyet gereksinimlerinin karşılanmasını talep ederken, bulundukları toplumda bunların karşılanacağıyla ilgili bir beklenti edinirler. Söz konusu beklentiye “güven” denilmektedir. Güven ortadan yok olduğunda ise, gerçekliklerin ve gereksinimlerin karşılanmasıyla ilgili tek bir ölçüt kalır geriye: “Güç”! İşte bundan sonra başlar kimin ne kadar farklı ve daralan seçkin koşullarda insan olup olmadığı. Biyolojik ve psikolojik gerçekliklere hizmet edecek tarzda kimde daha fazlası varsa onunki hakikat olarak alımlanır. Bu nedenle insanlar güçlü ve başarılı olanların doğrularını ve hakikatlerini sahiplenmeye eğilimli olarak gelirler dünyaya. Ebû Hâmid el-Gazzâlî söz konusu saptamayı yaparken insanın hakikatine dair konuştuğunun hep bilincindeydi. Mesela önce Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye’nin ve sonra ise Türkiye’nin modernleşme iştahları ve Batı’nın sımsıkı takipçisi olmaktaki başarıları hep güce ve başarıya karşı duydukları hayranlıktan veya edilgenlikten ileri gelmektedir. Bu ve benzeri olaylara tanık olanlar –mesela Friedrich Nietzsche- daima aynı şeyi tekrarlarlar, herkesin kendilerini yanlış anlayacağını ve Platon’u sürekli anımsatacağını bilerek: “Güçlü olan haklıdır!”

Richard Rorty, Margaret Canovan, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer –biz kendilerinden farklı bir bağlamdan yaklaştığımız halde- yine aynı şeyi yüceltmiş değiller miydi? İnsan varlığının tek bir amacı vardır ve o da güce sahip olmaktır. “Özgürlük”, esas itibariyle, sadece psikolojik meşguliyet imkânının seçeneklerine karar verebilme hakkı değildir; aynı zamanda başkalarına zarar verebilme gücüne sahip olmaktır. Nitekim bizim cümlelerimizi hemen aşağılamaya hazır olan insanların dünyanın Batısında geçirdikleri zamanları bir ayrıcalık talep ederek anlatmaları ve her konuda Batı’yı örnek vermeleri aslında onların da gücü kutsadıklarının psikanalitik bir kanıtıdır. İnsan, ölmemeyi ve meşguliyeti bilinçli olarak dileyen bir varlık olduğuna göre, dil de dâhil her şeyi –çünkü ölüm olmasa ne dil, ne gramer olurdu- ondaki bu iki unsurla anlamak gerekmektedir.

Şimdi Friedrich Nietzsche ile bitirmenin tam zamanı: “İçi bomboş bir fındık bile kırılmak ister”. İnsanı bundan daha iyi anlatan çok az söz vardır.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort