DOLAR 32,2053 -0.22%
EURO 35,1156 -0.22%
ALTIN 2.498,171,32
BITCOIN 21695751,30%
Ankara
24°

AÇIK

17:01

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

İslâm Düşüncesinde İçtihada Nasıl ve Neden Karşıyım?

İslâm Düşüncesinde İçtihada Nasıl ve Neden Karşıyım?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

islamclk-4AB6-3628-E25AYakın zamanda Türkiye’den bir düşünür çıkacak gibi görünmüyor. Zira rekabet eşiğinin hayli yüksek olduğu bir zamanda yaşıyor olmamıza rağmen düşüncede bir türlü aşama kaydedilemiyor. Her yer geçmişteki anılarını tekrarlayan veya hayallerini birer hikmet olarak dayatan gevezelerle dolu. Hayatı eğlenceden ibaret sanan insanlardan ayrılanlar da ucuz prestijleri umarak davranıyorlar. Her şeye bunca muhtaç fakir şartlanmasıyla yaşıyorken insanlardan asil şeyler bekleyerek onlara haksızlık mı ediyoruz bilmiyorum. “İyi” ve “kötü” üzerinden tüm tecrübî farklılıkların eritilmesi ve her bağlama ortak bazı sözcüklerin uygun görülmesi gibi dili kullanmayı hayli sığlaştıran ameliyelerden sonra dilsiz de kalmış bir toplumda düşünce fazla ve lüzumsuz gibi görünüyor. Yine de bugünkü yazımda fıkıhtan alınıp İslâm düşüncesinin geneline uygulanan içtihat kavramını yeni bir bağlam üzerinden tartışmak istiyorum.

Birkaç saptamada bulunmakta fayda vardır. Türkiye’de İslâm hakkında yazan ve konuşan resmi ve gayri resmi uzman ve yazarlar, fıkhi içtihadı, kelâmî aklı, tasavvufi zühdü, felsefi tefekkür ve hikmeti ve başka her şeyi hep aynı manada kullanıyorlar. Kelimelerdeki farklılık ilgili kişilerin aslında antropolojik nitelikli bölümlerde birbirlerinden koparılmış alanlarda çalıştırılmalarından kaynaklanıyor. Mesela İslâm hukuku ve İslâm felsefesi gibi iki farklı alan veya İslâm ilahiyatı gibi evrensel bir kavram mevcut değildir; sadece “İslâm araştırmaları” veya “Doğu çalışmaları” vardır. İçtihat, akıl, tefekkür, züht ve hikmetteki ortak anlam, Avrupai bilim ve aydınlanma aklına benzeme ihtiyacıdır. Fıkıhçılar içtihadı, kelamcılar ve felsefeciler aklı, tasavvufçular zühdü ve mesela tefsirciler de Kur’ân-ı Kerîm İslâm’ını, Avrupaileşememiş İslâm’dan kurtulmanın yollarını meşrulaştıran her türlü kavramın kıstasını kastetmek üzere kullanıyorlar. Bu iki hakikati Devlet-i Âliyye Osmâniyye’nin son zevatı ve Cumhuriyetin ilk kuşakları fark edemedi diyelim, pekiyi de şimdi neden kabul edilip buradan devam edilmiyor? “Biz güçsüz, ezik ve çaresiziz ve aramızda meselenin aklımızdan kaynaklandığını tekrarladığımızda ve karşı çıkanları yok ettiğimizde hiç olmazsa huzursuzluktan kurtulacağız”. İşte son on yılların gösterdiği üçüncü bir hakikat veya vakıa da budur. “İyi” ve “kötü”den, “idealize etmek” ve “aşağılamak”tan, “moral” ve “teselli” gibi özgür insanların sözcüklerinden bağımsız olarak sadece varolandan başlamak neden bunca zor geliyor? Çaresizim düşüncesiyle yaşadığında insan saçmalamaya kıyasla dünyayı daha az rahatsız etmiş olmaz mı? Dördüncü bir vakıa, fıkıhçıların içtihadı ve felsefecilerin aklıyla örtbas edilen abartılmış ve gerçekliğinden soyutlanmış Batıcılığın her becerilemeyişinde bizzat hayata şüpheyle yaklaşmak yerine hala mütevazı veya aptal bir şekilde yöntemimizde bir kusur bulmaya çalışmaktır. Böyle zamanlarda özentiyle değil de bizzat hayat üzerinde düşünerek dinsiz ve Tanrıtanımaz olanlara büyük bir yakınlık duyuyorum. Hiç olmazsa hangi İslâm’a ve hangi Allah’a inanmamaları gerektiğini bilebiliyorlar. Nitekim ben de onlardan biriyim. İslâm’ı artık sadece tarihsel bir aidiyetim ve bana ait olduğu için dışlandığını bizzat müşahede ettiğim bir vakıam olarak sahiplenebiliyor ve sırf kendime saygımdan ona ve atalarıma ait her unsura hürmetle yaklaşıyorum. İslâm günümüzde tartışılabilecek değil, sadece hürmet edilebilecek bir şeydir. Günlük yaşamda hala varolan ve modern dünyanın itiraz etmediği unsurlarını ise, sadece -atalarına olan bağlılıklarına itiraz edilemeyen- ekonomik alt sınıflar sürdürmektedir. Doğrusu bir tek bunlarda bir samimiyet olduğuna inanıyorum. Bir hikmet olduğundan değil, hayatları buna elverdiğinden gerçek olarak onları da anıyorum. Gerisinde sadece utanç, eziklik, kapris ve soylu olamamak vardır. İçtihat ve akıl tartışmalarının hedefi, çaresizlik süreçlerini ömrü uzatabilecek şekilde değerlendirmek ve bu son samimi olanları da ortadan kaldırmaktır. Zira şimdide insanlar “doğru İslâm” kaygısıyla “güçlü olmak” arasında kaldıklarını da saklamakta ve Âl-i İmrân suresi 139. ayette yer alan “entümü’l-e’levne in küntüm mü’minîn” (eğer iman ettiyseniz üstün olan sizsiniz) yerine “entümü’l-mü’minûn in küntüm e’levne” (eğer güçlü iseniz siz iman etmişsinizdir) şeklinde bir ayet mealiyle amel ettiklerini söyleyememektedirler.

Bir hafızanız, diliniz ve sistematik kavramlarınız yok ise, her şey her şeyle ilişkili ve aynı zamanda her şeye ilişkisiz ise, yapabileceğiniz şey, art niyetli davranmaksızın ve sabrederek, muhtevayı tahlil etmektir. İçtihat kavramına ilişkin tartışmalara bakıldığında –artık bir aşama kaydedebilelim diye söylüyorum-, üç önemli vakıa veya vakıa anlamında hakikat göze çarpmaktadır. Öncelikle, içtihattan söz ediliyor olmasının nedeni, Müslümanların güçsüz ve çaresiz olmasıdır; gerçekte Müslüman olmamaları değildir. Dolayısıyla maksat kimsenin Müslüman olması veya İslâm’ı doğru bilmesi değildir. Buna göre, iman etmek tıpkı kapitalizmdeki gibi zenginlik, güç ve başarı şartına bağlanmış olmaktadır. Yani ayet meali “zayıfsanız, siz mümin değilsiniz” olarak anlaşılmaktadır. Daha iyi anlayabilmek için bir de İslâm’ın kapitalizme ve zulme karşı olup fakirlerin ve sosyalizmin yanında olduğu vurguları bir çelişki olarak anımsanırsa hiç de fena olmayacaktır. Kapitalizmi isteyenler, sosyalistiz demektedirler. Çünkü en son soru daima ve her yerde aynıdır: “O halde Müslüman toplumlar ve devletler bugün neden bu kadar güçsüz ve geri kalmış bir haldedirler?” Onlara göre sebep, içtihat kapısının kapatılmış olmasıdır. Oysa soruyla cevabın bağlamları ve ilişkileri farklıdır. İkinci olarak içtihat kapısının açılmasıyla kastedilen, günlük meselelere çözüm getirmek değildir. Zira bu tür bir içtihat hiçbir zaman eksik olmamıştır. Pekiyi niyetli olmayan Wael B. Hallaq’ın ve ezberci gelenekçilerin de söyledikleri budur. Joseph Schacht ve başkalarının içtihat kapısının kapanmış olmasından kasıtları, dinin ana iddialarını ortadan kaldıracak girişimlerin bizzat ulemadan gelmiyor oluşudur ki, başından beri böyle bir içtihat hiç mevcut olmadı. Arapça yazan çağdaşlardan bazılarının ve Pakistanlı yazarların yanı sıra bunların Türkiye’deki takipçilerinin içtihat yapmak ile kastettikleri, dini doğruların kesinliğine ilişkin epistemoloji veya hüküm çıkarma yolunun tamamen değiştirilmesidir. Yani sözgelimi Kur’ân-ı Kerîm’deki herhangi bir sözcüğe anlam vermenin bütün kaynağının Batı tecrübesi olmasıdır. Sözgelimi kadını Batı’daki tarzda eşit veya üstün yapmayan bir ayet yanlış anlaşılmış olmalıdır. Ekonomiye ilişkin ayetler hem kapitalist hem sosyalist yapmalıdır. Aksi takdirde bu ayetler oldukları şekliyle anlaşılamazlar. Bana nedense iddiasız olup da her gün kadına ilişkin politikası değişen edilgen bir dindense, iddialı olup da kadınları sahiplenerek bazı algılara göre ikincilleştirebilen bir din daha saygıya layık geliyor. Üçüncü olarak ise, içtihat kavramıyla ilgili bir tartışma hem gerçek bir ihtiyaç değildir, hem mesele içtihada ilişiksizdir ve hem de bu tür tartışmalar tarihsel mevcudiyetleri iddiasızlaştırmakta ve hafızalara zarar vermektedir. Ben içki içmenin veya zina yapmanın dinen bunlar kadar tahrip edici olduklarını düşünmüyorum. Mesele, güçsüz, ezik ve çaresiz olmakla ilgilidir ve çözüm veya cevap da bunlara ilişkin özgün düşünmeyle ilgili olabilir. Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ya da Sünnet-i Nebeviyye ile satranç oynamak arasında birçok türden ilişki kurulabilir. Satranç oynamayı bilmemek ve böylelikle sürekli kaybetmek, hiçbir surette Kur’ân-ı Kerîm’i yanlış anlamaya bağlanamaz. Böyle bir algıya kapılmışlarsa, inandıklarını ve korkmayıp da sevdiklerini söyledikleri Allah’ın bile Müslümanlar için yapabileceği hiçbir şey yoktur. Her şeye bunca muhtaç insanlar için kimse hiçbir şey yapamaz. Bebekler ve çocuklar gördükleri her şeyi istiyorken hiç olmazsa kendi aralarındaki mantığa aykırı davranmıyorlar ve mesela Miami’de tatil için kapris yapmıyorlar. Bunlar her gördüklerini, aklın özdeşlik ve nedensellik ilkelerini ihlal edecek tarzda hırsla talep edebiliyorlar. Aralarında bugüne dönen lüzumlu bir ilişki kuramadıktan sonra güçler arasında veya gelenekler arasında fotoğraf, anı ve bilgi biriktirmenin bile acaba ne faydası olabilir? Sonra bir de âlim denilmesini ümit ederek yaşıyor ve bilgece tek bir laf edemeden ölüyorlar.

Öyle bir dünyada yaşamaya başladık ki, mesela evli bir erkek veya kadının hayat arkadaşını aldatması anlaşılabilir bulunurken kişinin gayri resmi bir ilişkide sürdürdüğü beraberliğin kurallarına riayet etmemesi anlaşılmaz bulunabiliyor. Sözgelimi Müslüman olmak, bazen sosyalist olmak ile, bazen Türkçü olmak ile, bazen Kürtçü olmak ile ve bazen de kadıncı olmak ile eşitlenebiliyor. Üstelik herkes ahlak ve etikten söz ediyor ve kimse ahlaka ve etiğe inanmıyor. Böyle insanlar da Müslümanlığın doğru din anlayışının temsilcileri olarak pazarlanabiliyorlar. Sanırım dinsiz ve Tanrıtanımaz olarak algılanmayı göze alacak şekilde gelenekçi, çağdışı ve gerici görüşlere sahip olmak hiç olmazsa daha soyluca ve bilgece bir bilince gönderme yapıyor. Ben İslâm’da hiçbir zaman açılmamış böyle bir içtihat kapısının açılmasına karşıyım ve her şeyi yalan vicdanlardan ve inananlardan olmak istemiyorum. Muhtemelen İmam Şâfiî, İmam Ebü’l-Hasen el-Eş’arî ve İmam Ebû Hâmid el-Gazâlî gibi büyüklerimizin yanı sıra İmam Azam Ebû Hanife, İbn Sînâ, Kâdî Abdülcebbâr ve İbn Rüşd de şimdi yaşıyor olsalar şaşkınlıkla etrafa bakar ve bunun bir kâbus olmasını umarak sadece susarlardı.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort