DOLAR 32,2234 -0.11%
EURO 34,9331 0.17%
ALTIN 2.445,790,57
BITCOIN 1966487-3,25%
Ankara
17°

HAFİF YAĞMUR

16:59

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

“İslâm ve Felsefe” Sorununun Bağlamı Antropoloji midir, Tarih midir, Felsefe midir?

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugün yaşadığımız dünyanın en temel meselesini açığa çıkarmak üzere, “İslâm” isimlendirmesiyle “felsefe” adlandırması arasındaki mümkün algısal ilişkilerin önceden belirlendiği bir dünyevi varoluş tarzını incelemek istedim. Böylece adı bile maksatlı bir şekilde kararlaştırılmış “İslâm felsefesi”nin yanı sıra “İslâm” ile münasebet halindeki herhangi bir konunun doğru tahlil edilmesinin bir yolunun bulunmadığını kanıtlayacağım. Öncelikle Bryan S. Turner’a müracaatla bir saptamada bulunmak lüzumludur. Turner’dan öğrendiğimize göre –bize genelde öğretilenin aksine- sosyoloji, gelişmiş toplumların sosyal ilişkilerini aydınlatmak ve onları kontrol altında tutmak için vardır. Antropoloji ise, ilkel toplumların veya en azından teknolojik kaynakları gelişmemiş toplumların sosyal ilişkileri hakkında bir fikir edinmek ve onları sömürmeyi olanaklı kılmak işlevini üstlenmektedir.[i] Kısa bir yazının elverdiği ölçüde örnekleyerek açmak gerekirse, Birleşik Devletler (ABD) ve Britanya’da, Türklere veya İslâm’a dair bir temayı, sosyolojik, hukuki, tarihsel ya da felsefi nitelikte araştıran bir sosyolog, hukukçu, tarihçi veya felsefeci yoktur. Söz konusu saha, antropologların ve dilcilerin elindedir. Yani geri kalmış olduğu kabul edilen toplumlar için yöntemi dikkatle oluşturulmuş tek bir sosyal bilim dalı vardır ve o da antropolojidir. Türkiye’den mevzubahis olan coğrafyalara gidenler yeterince gelişmiş kabul edilmedikleri için onların sosyoloji, hukuk, tarih, felsefe ve başka sosyal bilim alanlarında edindikleri çeşitli saha isimlendirmelerinin bir önemi bulunmamaktadır. Bu nedenle mesela felsefe sahası özelinde; modern dönem felsefesi felsefenin, İlkçağ ve Ortaçağ Avrupa felsefeleri tarihin (felsefe tarihi) ve İslâm felsefesi de antropolojinin inceleme alanına girmektedir. Turner, özel olarak İslâm felsefesi için söz konusu olan indirgemeyi, onu gerçek tarihin dışına itmek olarak okumaktadır.[ii] Gerçek insanların tarihinde olmamak ne demektir? Richard Rorty’nin dikkat çektiği ayrımı göz önünde bulundurarak –“gerçek insanlar” ve “yarı insanlar” sınıflaması- bağlamımızı biraz izah edelim.[iii]

Edward William Said, çığır açıcı eserini kaleme alırken, Karl Marx’ın “Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir.” cümlesiyle ima ettiği öznel hakikatin farkında olduğunu ve aslında imtiyazsızların da konuşmasının mümkün olduğunu belirtmektedir.[iv] Açık konuşmak gerekirse insanlar, dünyevi koşullarda –genellikle- dil bilmeyen varlıkların kendilerini temsil edemediklerini ve onların dil bilenlere (gerçek insanlar) anlatılması için rehberlerin bulunması gerektiğini düşünürler. Bazı yorumcuların aklına ise doğrudan “hayvanat bahçesi” örneği gelmektedir. Nitekim vicdanlı bir yazar olduğu halde Karl Marx’ın, 1853 yılında yaptığı çözümlemelerde, Asya’nın toplumsal devrimi gayesine matuf bir bağlamda izah edilmek üzere, İngiltere’nin Hindistan’da binlerce insanı katletmesini onaylaması fevkalade kıymetli bir ayrıntıdır. Ona göre, İngiltere iki vazife ifa etmekteydi. Birincisi, Asya tipi bir toplumun ortadan kaldırılmasına yönelik yıkıcı vazifeydi. İkincisi ise, Asya’da Batı’nın maddi temellerinin atılmasıydı.[v] Böyle örnekleri görünce Talal Asad’in işarette bulunduğu, aslında dünyadaki her insanın eşit yaratılmadığına ve herkesin insan haklarına sahip olmadığına yer veren olgusal saptama anlaşılabilir olmaktadır.[vi] Son tahlilde felsefe ve diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi tarih sahasında da gerçek insanların deneyimleri bulunmaktadır. Dolayısıyla mesela “İslâm felsefesi” isimlendirmesini olanaklı kılan felsefi faaliyetler veya özel olarak “İslâm” ile “felsefe” ve “bilim” arasındaki ilişkileri sormayı gerektiren bir bağlam, ne tarihin ne de felsefenin sorunu değildir. O, sadece antropolojinin sorunudur. Daha vahim olanı ise sonuçlardır. Türkiye’de felsefeyle uğraştıklarını düşünenler, kendilerini antropolojinin muhataplarından ayırmaya özen göstermekte ve İslâm felsefesinden uzak durmaktadırlar. İslâm felsefesiyle uğraştıklarını düşünenler ise, ne olduğunu büsbütün ihmal ederek, antropolojinin açığa çıkardıklarını birer kaynak olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmektedirler. Benzeri durum, hukuk ve İslâm hukuku (fıkıh), edebiyat ve İslâm edebiyatı, bilim tarihi ve İslâm bilim tarihi, sanat tarihi ve İslâm sanat tarihi, teoloji ve kelam gibi alanların yanı sıra Türkçe algıları koşullayan tüm bilgi sahalarında geçerlidir. Türkçe bilgilerde antropolojinin müdahale etmediği herhangi bir bilimsel branş bulunmamaktadır. Michel Foucault’dan bir alıntının tam zamanıdır: “Bir dilin gramatikal düzenleri, onun içinde söylenebilecek her şeyin a priori’sidir.”[vii] Oysa herkes -Türkçe bilimin mevcut grameri içerisinde- ürettiğini sandığı soru ve cevapların doğru olduğundan ne kadar da emindir! O halde iki sorunun cevabını vermek lüzumludur: İlkin, “İslâm” ve “Felsefe” veya “İslâm felsefesi” sorununun bağlamı tarih veya felsefe değil, antropolojidir. İkincisi ise, gerçek insanların tarihinde olmamak, insan olmamak demektir! İnsan olmayanların sorunlarını insan olanların sorunlarından uyarlanmış bakış açılarıyla çözümlemeye çalışarak mevcut farkı yok edeceğini varsayanlar fazla iyi niyetlidirler.

Şimdi Türkçedeki her yazının bilinçaltında bulunan bir soruna Bryan S. Turner’ın sözleriyle yer verelim ve böylece biz de antropolojik kaynaklardan faydalanmaya çalışalım: “Avrupa’nın sömürgeci yayılımı, kesin bir teodise (theodicy: İlâhî adalet) sorunu oluşturur. İslâm eğer doğru bir dinse, kâfirler nasıl böyle bu kadar başarılı olabiliyorlardı? Bu soruya Müslümanların cevabı, hayli farklı reformist hareketlerin paylaştığı “Hıristiyanlar güçlü, çünkü onlar gerçek Hıristiyan değiller; Müslümanlar güçsüz, çünkü onlar da gerçek Müslüman değiller” tezinde görülür. “Gerçek Müslüman” olmak için, İslâm’a sonradan eklenen unsurlardan kurtulmak ve modern, bilimsel dünyayla tamamen uyuşur görünen özgün, saf İslâm’ı keşfetmek zorunludur… “Bir kavim kendisini değiştirmedikçe, Allah da onların durumunu değiştirmez” ayeti, reformcu Cemaleddin Afgani’nin sürekli yinelediği bir ayettir… İslâmî reform, … çoğunlukla bir özür dilemedir… İslâm’ın “Protestan Ahlakı” aslî değildir ve bunun nedeni, İslam modernizminin liderlerinin ya Avrupalılar tarafından eğitilmiş ya da Avrupa geleneğini kabul etmiş olmasıdır… Afganî’nin kendisini İslam’ın [Martin] Luther’i olarak görmesi şaşırtıcı değildir.”[viii]

Yukarıdaki alıntıdan sonra dağınık analizimizi bağlamak gerekmektedir. İslâm ile herhangi bir tarzda –yani bilimsel veya psikolojik olarak- ilişkili görünen şu veya bu konunun önceden başkaları tarafından hesaplanmamış bir istikamette tartışılması veya çözümlenmesi mümkün değildir. Sorular, sorunlar, yöntemler, çözümler ve başka dilsel yansımaların tümü basit bir antropolojik çerçeveyle sınırlandırılmışlardır. Arapça ve Farsça bilen İlahiyatçılardan başlayarak tüm sosyal bilimciler aslında iyi niyetlendikleri şeyin tam aksi istikametteki bir varlık sürecini icra etmektedirler. Şimdi “doğru İslâm nedir?”, “Şâfiî, İslâm’da içtihat yapılmasını; Eş’arî, İslâm’da özgür düşünceyi; Gazzâlî, İslâm’da felsefe yapmayı bitirdi mi?”, “İslâm felsefesinin özgünlüğü”,  “Allah iyi midir?”, “Kur’ân-ı Kerîm tarihsel midir?”, “Sahih hadisler nasıl ayıklanabilir?” ve “Türkiye’de ve Ortadoğu’da Özgürleşme/Kadın/Özgür Düşünce/Sivil Toplum” gibi başlıkları tartışanlar acaba ne yapmaktadırlar? Bir de antropolojinin gerçekten muhatabı olup “İslâm’da felsefe olmaz” diyenler yok mu? Sözün fazlası anlamayana söylenir. Bundan kurtulmanın yolu, Türkçe düşüncede yeni bir yöntem tartışmasına girişmektir. Bu da başka bir yazımızın başlığı olsun.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort