DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Sahtekâr Aydınlar Üzerine

0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Sahtekâr” (“sahte” ve “kâr”ın birleşimi), genellikle varolanı başka türlü göstererek bir çıkar elde eden insanın durumunu ifade etmek amacıyla kullanılan bir sıfat veya isimlendirmedir. Söz konusu sıfatı haiz olmak için hem varolanın doğru bilgisine, hem de rant temin edebilecek tarzda onun nasıl değiştirilmesi gerektiğinin bilgisine sahip olmak lüzumludur. Ne var ki Türkiye’deki akademisyenler, yazarlar, öğretmenler, sanatçılar ve mesela üniversite öğrencileri gibi aydınlığı temsil edenler, varolanın gerçek bilgisine de genellikle sahip olmadıklarından onlar için özel bir tanım yapmak gereklidir. Türkiye’deki entelektüeller için önerdiğim tanım şudur: Gerçek herhangi bir insani soruna çözüm bulmakla ilgili hiçbir fikre sahip olmadığı halde sahipmiş izlenimi uyandıracak tarzda konuşma ve dinlenme fırsatını talep eden veya bu konuda yer işgal eden insanlara “sahtekâr aydınlar” denir. Aslında söz konusu aydınları dinlediğinizde çözüme olan uzaklığınız daha da artar ve onlar ise anlaşılmamaktan yakınır dururlar. Onlar bütün “doğru fikirler”e sahip oldukları halde her birimiz birer geri zekâlı olduğumuz için onların çözümlerini anlayamayız ve Türkiye’deki sorunlar bir türlü halledilmez. Sahtekârlığı bilinçli icra eden sıradan bir insanda bile hayran olunacak bir zekâ bulunabilir; ama söz konusu olan bizim sahtekâr aydınlarımız olduğunda, onlarda ancak gevezelik bulunabilir.

Pek hazzetmediğim Alman yazarlardan birisi olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Türkçeye “Tarihte Akıl” adıyla çevrilen eserinde, bulunduğumuz dünyada en kolayının, kusur bularak eleştirmek olduğunu öne sürmektedir. Çünkü bir kusur bularak eleştirinizi gerekçelendirdiğinizde, insanlar, sizin zihninizde eleştirdiğinizden daha iyisinin bulunduğuna inanırlar. Böylece daha fazlasını yapmanız ve gerçekten varolan bir soruna ilişkin çözüm üretmeniz sonsuza değin ihmal edilir ve getirdiğiniz eleştiri, çözüm için tam bir deha mamulü olarak saygı görür. Türkiye’de üniversitelerdeki akademisyenlerden ve gözde yazarlardan görece alt düzeyde ders anlatan öğretmenlere, gösteri yapan yükseköğrenim öğrencilerine ve politikacılara değin herkesin ortak yöntemi bir kusur bularak eleştirmektir. Daha işe yarar bir bütünlüğe ulaşmak için eleştiri metodolojik olarak faydalıdır. Fakat Türkiye’dekiler, “daha iyi” beklentisini manipüle ederek kendilerinde bir ayrıcalık aranması için kusur arama ve eleştirmek telaşıyla koşullanmaktadırlar. Söz konusu aydın olma yöntemi, “haklı çıkmak” kaygısıyla yürütülen sıradan aile tartışmalarında -bir evin içinde- eşler arasındaki ilişkilere bile yansımaktadır. Bir ailede eşler arasındaki kavganın, bir kahvede iyi konuşan ve kendini dinleten bir öykücünün ve başka örneklerde haklı çıkma niyetiyle sahnelenen bilme gösterilerinin niteliği neyse günümüzde bizim aydınlarımızın da niteliği o kadardır. Bu nedenle olsa gerek, anlatılar bir süre sonra anıların paylaşılmasına dönmekte ve her seferinde konuşmacı veya yazar, dünyadaki en değerli bilgilerin devşirileceği ayrıcalıklı deneyimleri bir tek kendisinin yaşadığını düşünür hale gelmektedir. Oysa konuşma veya yazma fark yaratmak için ve gerçekten lüzumlu olduğundan yapılan etkinliklerdir. İnsanların sorunlarına ilişkin yeni bir çözüm veya bakış açısı kazandırmıyorsa, bir düşünme, konuşma veya yazma ancak bir gevezeliktir. Hele de başka toplumlarda artık demode olduğu için hangi merkezden çalındığı da pek belli olmayan çeşitli fikirleri alıp pazarlama türünden alışkanlıkların yaygınlıkla sergilendiği ülkemizde gevezelik bir erdem olarak algılanmaktadır. Tıpkı “Novum Organum” yazarı Sir Francis Bacon’ın eski Yunan felsefeleri için saptadığı gibi. Bacon’a göre Antik Yunan’da spekülatif felsefe olarak gevezelik bir çeşit erdemdi. Ülkemizde de insanlar “beni bir dinle”, “bu işin kitabını yazdım”, “ah benim fikirlerim bir dinlense” ve “sakalımız yok ki, …” gibi başlangıç cümlelerinin devamında hiçbir işe yarar fikir ortaya koymadıkları halde ayakta alkışlanmaktadırlar. Onların da müşterek yöntemi, göstergeleri (sözcükler) ve anlamları kendi şizofrenik beyinleriyle birbirine bağlayarak gerçek bir eksiği bulup eleştirmek ve sonra da dinleyenlerinde veya okurlarında daha iyisini bildikleri izlenimini uyandırmaktır. Kendisini dinledikten sonra herhangi bir insani soruna dair gerçek bir çözüme ulaşmamış iseniz, karşısında bulunduğunuz kişi tam anlamıyla sahtekârdır ve sizi aptal yerine koyuyordur. Örneğin tedavi için gittiğiniz doktorun hastalığı teşhis etme yerine gevezelik yaptığını getirin aklınıza ve ne düzeyde aptal yerine konulduğunuzu öyle tartın.

Toplumumuz aptal değil, biz aptal değiliz; fakat aptal yerine konulmamızı olanaklı kılan varolma tarzlarımız bulunmaktadır. Mesela üniversite öğrencileri genelde maruz kaldıkları pazarlamalardan hemen etkilenmekte ve çabucak “hakikat” sahibi olmaktadırlar. Öğretim elemanlarımızın kendilerine ait çözümleri ve bulguları çok nadir bulunduğu halde her yerde öğrenciler Tanrılardan ve dâhilerden söz etmekte; hatta birbirlerine olmadık zavallı kitapları ve yazıları okumak yönünde tacizde bulunmaktadırlar. Aydın olmanın bu denli ucuz olduğu bir yerde aklı başında hiçbir insan “aydın” sıfatıyla anılmak istemeyecektir; çünkü bir gün gerçekten dikkatli insanlar çoğunluğu oluşturduğunda, söz konusu “aydınlar” da, onları onaylayanlar da pekiyi şekilde anılmayacaklardır. Dünyanın önemli kentlerinde ve üniversitelerinde ancak Türkiye’nin antropolojik tüketilmesini konuşabilecek kadar zekâ parıltısı göstermiş olanlar ve Doğu/Kuzey Doğu Avrupa dışında Avrupa’da ciddiye alınıp tek bir konuşma bile yaptırılmayan yazarlarımız, akademisyenlerimiz, sanatçılarımız, araştırmacılarımız ve başka aydın türlerinden olanlar, konuşmaya başladıkları her anda “hakikat”e ne kadar da sahipmiş gibi davranıyorlar. Bizim sloganımız, “fark yaratıyorum, o halde varım” olmalı; ama bu arada hangi “fark” olduğu da yeterince açık olmalı.

Müslümanların Peygamberi Hz. Muhammed (S)’in “ya hayır konuş, ya da sus” dediği aktarılıyor; fakat söz konusu “hayr”ın biraz da “insanlara faydalı olan üzere” anlamında kullanılmış olabileceği ve bunun da dinden (itikat ve ibadet) ibaret olmadığı hiç düşünülemiyor. Ülkemizde insanlar yaşamla ilgili genel geçer ve etkili ilkeler olmaksızın varolmayı öğrendiklerinden hiçbir şeyin sahicisine aşina davranmıyorlar. Aydının da ancak sahtekârı sahici bulunduğundan başka türlü olanı standartlara aykırı bulunuveriyor. Aslında hiçbir şey söylemiş olmayanlar –yani bir çözüm göstermeyenler ve yaratmak için yeterince yorulmamış olanlar- aydınlığın ölçütü olarak onaylanıyorlar ve kendilerini karanlıktan kurtulmanın kendisi olarak sunabiliyorlar. Bir insanın kendi çıkarı açısından ne tür bir fayda temin ettiğini yeterince anlamaksızın onu onaylamak üzere “evet, seni anladım; çok haklısın” demek, nasıl bir bilinç alışkanlığını ele veriyordur? Gerçekten bir sorunu çözmeye çalışmak yerine birbirimizi aptal yerine koymanın taktiklerine erişmenin ve bunu kanıksamanın hangi yönü yeterince iyi geliyor insanlara?

Ben ortaokul ve lisede okurken Türkiye’deki “değerli aydınlar”ı anlamanın ne denli önemli olduğu anlatılmıştı bana. Bunun nasıl bir anlama olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten onları anlamak lazımmış!

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort