DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Samimiyet, İlkesellik ve Vefa Üzerine (2) (Herkes için Ortak Bir Zemin)

0

BEĞENDİM

ABONE OL

22 Eylül 1995 yılında ABD’de gösterime giren ve bir bağlamda ünlü “Testere” serisinin esin kaynaklarından biri olan “Se7en” adlı filmin sonuna yakın ana oyuncular arasında etkileyici bir diyalog gerçekleşir. Yedi büyük günah için yedi cinayet işlemekten sorumlu olan John Doe (Kevin Spacey) ile kendisini tutuklamış olan iki müfettiş, William Somerset (Morgan Freeman) ve David Mills (Brad Pitt), aynı arabada yol almaktadırlar. Müfettiş William, John’a döner ve cinayetleri neden işlediğini sorar. John, “İnsanların omuzlarına dokunup da kendilerini uyardığınızda sizi ciddiye almıyorlar… Tanrı beni seçti ve O’nun için işledim. O’nun mesajını herkese ilettim…” diye cevap verir. William Somerset’in cevabı oldukça düşündürücüdür: “Cinayetleri kutsal bir amaç için ve Tanrı adına işlediğini söylüyorsun. İyi ama John; benim bildiğim, Tanrı insanları öldürürken zevk almaz, sen bunları anlatırken bile zevk duyuyorsun!”

Yapıyor olduğu şeyi samimi olarak mı yoksa tüketmek ve kendi varoluşuna ayrıcalık yüklemek üzere mi yaptığını anlamanın en iyi yolu, kişinin bulunduğu hali nasıl bir psikolojiyle sahiplendiğini tahlil etmektir. Samimiyeti bir önceki yazıda tanımlamış ve niyet, kasıt ve söylem arasındaki zorunlu uyum beklentisi olarak belirlemiştik. Şimdi ise söz konusu kavramı açmak ve daha somut kılmak gerekiyor. Çünkü biri size gelip de “başına gelenlere üzüldüm, benim de canım yandı” dediğinde, teselli olmak yerine ilgili kişiye olan nefretiniz artıyorsa toplumsal ilişkilerimizde samimiyetin varlığıyla ilgili bir sorun var demektir. Genelde üzüntü beyanıyla gülmeler arasındaki zamansal fark, cümlelerin telaffuz edilme bağlamlarıyla sınırlı kalıyor ve bazen ikisinin birbirinin ardı sıra gelmesi kişilik adına bir eksiklik olarak algılanmıyor. “Se7en”daki diyalogdan anlayabildiğimize göre, bir kişi, yapıyor olduğu şeyle ilgili bencilce bir zevk duyuyorsa o işte samimi değildir. “Bencilce” denildiğinde herkesin mesafeli ve soğuk tutumunu fark etmekle birlikte söz konusu nitelendirmenin gayet nötr olduğunu ve aslında maalesef tutumlarda bir samimiyetsizlik olduğunu anımsatmak isterim. Hiçbir şeyi karşılıksız yapmayan ve sürekli vefasızlıktan şikâyet eden kimselerin, Immanuel Kant’ın “ödev etiği” adına Müslüman dindarlara ve başka dinlerin mensuplarına “riyakar” ithamında bulundukları bir ülkede yaşıyoruz. Arthur Schopenhauer’un Kant etiğini “egoist dayatma” ile nitelendirdiğini hiç duymamış bu kişiler, felsefe adına “iyi için iyi yaptıklarını düşünerek” birilerine “riyakar” diyorlar. Birbirinin iyisinin yeterince iyi niyetli olmadığını tartan insanların bir gün de karşılıksız bir şey yaptıklarını görmeyi –mesela karşılıksız sevmeyi veya karşılıksız ders vermeyi, canları acıdığında hemen orantılılık adına adil karşılık beklememelerini- ne çok isterdik. Yani bir şeyleri sözde çözdüğümüzde onun gerçekte de çözülmüş olduğunu sanmak, samimiyetsizliğin yanı sıra aynı zamanda bir zavallılık değil midir? “Sevgi”, “hoşgörü”, “saygı”, “demokrasi” ve “kardeşlik” kavramları yan yana kullanılınca herkesin barış içerisinde yaşayacaklarını sanıp; biri de başka bir yol aradığında onu geri kafalı olmakla itham etmek gibi. Demek ki, samimiyetsizler aslında zavallı insanlarmış! Peki, yeryüzündeki insanların ne kadarı zavallı? (Zavallılığı Türkiye’ye has zannedip de boş yere kendi insanımızı aşağılamanın bir âlemi yok) Ne kadarı bir işi zevk almak için değil de bizzat hissederek, olması gerektiği için yapıyorsa o kadarının dışında kalanları.

15 Aralık 1995’te yine ABD’de gösterime giren “Heat” (“Büyük Hesaplaşma”) adlı filmin son sahnesinde daha etkileyici bir görüntü vardır. Müfettiş Vincent Hanna (Al Pacino), bir gangster olan hırsız Neil McCauley’i (Robert de Niro) vurur ve ölmesine yakın yanına giderek elini tutar. Onu öldürmek üzere ateş ettiği için pişman değildir; fakat kaderin böyle olmasından rahatsızdır. Çünkü öldürdüğü adam ilkeleri olan samimi bir adamdır ve bir suç işlememiş gibi ortalıkta dolaşan insanlardan daha fazla hak etmektedir yaşamayı. Böylece müfettiş Vincent, samimiyete ve ilkeli duruşa yönelik vefasını anımsar ve öldürdüğü gangster Neil için gözyaşı döker. Günümüzde ise “vefa”, ancak işimizin düştüğü veya düşmesi muhtemel insanlara gösterilen sözel bir hatırlama beyanıdır. Zihnen ve kalben anımsamadığımız halde sözümüzle vefaya ne denli bağlılık gösterdiğimizi varsayıyoruz. Oysa sorun şudur: Toplumda herkes böyle kendini zeki zanneden ve sadece sözel olarak bir şeyleri sahiplenip taktiksel yaşayan insanlardan oluşuyorsa ne olacak? Yani herkes zaten senin yaptığını yapıp hayata senin gibi bakıyorsa nasıl yine ayrıcalık yaratabileceksin? Eğer internetten, televizyonlardan, gazetelerden ve kitaplardan gördüğümüz dünya gerçekte varolan dünya ise ve bizlerin algısında da bir bozukluk yok ise, herkesin taktiksel yaşayacak kadar akıllandığı söylenebilir. Bu kadar hesaplı ve dolambaçlı yaşadıktan sonra zaten böyle olan bir dünyada ele ne geçebilir? Güzel bir kadın mı, yakışıklı bir erkek mi, pahalı bir araba veya ev mi, yüksek bir mevki mi, hiç tükenmeyen alkışlar mı ve sahte bir kahramanlık mı? Oysa hepsi sağlıklı ve huzurlu bir yaşam için değil midir? Hangisi sağlığımıza sağlık, huzurumuza huzur katabilir? Sözde olan bir şeyden kime nasıl bir sağlık ve nasıl bir huzur gelebilir?

Yirminci yüzyılın önde gelen felsefe yazarlarından biri olan Ludwig Wittgenstein, “Tractatus”un önsözüne, “Bu kitabı belki de bir tek, içinde dile gele düşünceleri –ya da benzer düşünceleri- kendisi de zaten bir kez düşünmüş biri anlayacak” demişti. Yani belki benzer şeyleri yaşamış biri benim yazdığımı anlar demek istemişti. Öyle bir döneme geldik ki, sözcüklerin ve cümlelerin namusları tüketilip de tüm temiz anlamlar kirletildiği için sözel beyana inanmak istemiyor insan ve başına aynısı gelmeksizin kimsenin kendisini anlamayacağını da biliyor. Nitekim internetteki sohbet sitelerinde “ben dürüst ve samimiyim” diye yazanlara inanmayan ve bunu normal gören insanlar çocuklarını akşamleyin dışarıya yollarken “yavrum dışarıdaki insanlara bir kötülük edip bizi mahcup etme” yerine “çok dikkatli ol, başına bir kötülük gelmesin” demenin ne denli anormal (güvensiz) bir ruh haline işaret ettiğini düşünemiyorlar. Birbirlerine güvenmeyen insanların birbirlerini çok seviyormuş gibi yaptıkları bir dünyada biri gelip de bana “başına gelene inan çok üzüldüm, benim de canım yandı” deyince, “Allah belanı versin, inşallah aynısı senin de başına gelir” diye cevap veresim geliyor. Çünkü “acı”nın imlediği anlamın da artık gerçekte/samimiyetle paylaşılamadığını görüyorum. Acaba hangimizinki daha hastalıklı bir durum?

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort