DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Samimiyet ve İlkelilik Üzerine (Türkiye’deki Herkes için Gelenekçiliğin Gerçek Anlamı)

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”de, kendisinden önce Immanuel Kant’ın yücelttiği ve tüm insanları tarihsel olarak mecbur ettiği aydınlanmanın bizatihi evrensel ve iyi bir şey olmasına karşı çıkarken felsefede geliştirdiği özgün tarz üzerine bir kavramsallaştırmada bulunmakta ve şimdiki zaman ve kendimiz üzerine eğilmiş bir eleştirinin doğru felsefi tarz olacağını öne sürmektedir. Aynı yazar, pek çok eserinde bilginin iktidar tarafından kendi gereksinimlerini karşılamak üzere yaratılmış ve yapılmakta olan bir eylem olduğunu ifade etmekle birlikte bundan kurtuluş yolunun –küresel veya yerel iktidara angaje olmamanın- da, ‘Doğruyu Söylemek’ ismiyle Türkçeye çevrilmiş eserinde, her seferinde mutlaka bir risk alarak ve titreyerek varolanı ifade etmek demek olan “parrhesia”da (“açıksözlülük”) bulunabileceğini eklemektedir. Yani şimdideki kendimiz üzerine düşüneceğiz; bu, eleştirel bir varlıkbilim (ontoloji) olacak ve açıksözlü davranarak iktidara yaranmaktan kurtulacağız (keşke Türkiye’deki Foucault uzmanları da böyle açıklamış olsalardı).

Aktarımda bulunduğumuz bağlamı bizzat Foucault işlediği için değil; fakat bilfiil bizim çıkarlarımızla ilgili bir temas onda da bulunabildiği için kendisinden faydalanıyoruz. Üzerinde durduğu anlamlar, söylemekten korktuklarımıza dokunuyor ve biz de ahlaktan söz ederken ikiyüzlü olmaksızın davranabileceğimiz bir dünyanın müstakbel mevcudiyetine inanmak istiyoruz. Foucault, ne Immanuel Kant, Aydınlanma ve Batı Avrupa’ya (“gerçek insanlar”) düşman olduğu için ne de bizzat kendini ayrıcalıklandırmak için değil; “kendi ihtiyaçlarından” yola çıkarak samimi ve ilkeli davranmış olmak için düşünüyor ve konuşuyor. Ona göre, “bilgi”, “iktidar”ın ihtiyacı olarak vardır ve onun dışında varolmuş bir bilgiden (yani dünyadan) söz edilemez. Samimiyet ise bir istisna yaratmayı gerektiriyor ve çağdaş Fransız yazarı kendince idealist ve hiç olmazsa kelimelerde asil kalmayı başarabilmiş bir konum seçiyor kendisine. Onun yaptığı, belli ki, İslâm düşünce geleneğinden Batılıların örnek aldığı ve kendilerine mal ettikleri bir bilinç durumunu ortaya koyuyor. Yani “şimdi üzerine ve ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde konuşmak” alışkanlığı. Biz en son ne zaman kendi gerçek ihtiyaçlarımız hakkında ve gerektiği ölçüde konuştuk?

“Samimiyet”i, niyet, kasıt ve söylem arasındaki uyum olarak tanımlarken; “ilkelilik”i de, dünyada varolmakla ilgili oluşturulmuş samimi kurallara uygun davranma alışkanlığı olarak tanımlamak mümkün görünmektedir. İnsanların temel gereksinimleri güvendir ve geçmişten şimdiye oturmuş bir hayatın rengi hakkında tecrübî bir fikir verdiği için “gelenek” güvenli gelir aklı başındaki insanlara. Bir şeyleri değiştirmek gerçekten ihtiyaçsa, ölçülü bir tavırla devrimi sağlamak da geleneğe uygun bir olgusal temel verir özneye. Foucault, Batı Avrupa düşüncesi geleneğinden kopmadan samimi ve ilkeli davranmıştır. Ne var ki biz özellikle “ilkelilik” derken “tenezzül”ün sınırlarını belirleyen bir metafiziksel kodu kastettik. Çünkü bir insanın tenezzül ettiklerinin içeriği onun şahsiyeti ve fiyatı hakkında bir fikir vermektedir. Gerçekten ihtiyaç olmayan şeylere tenezzül edilmemelidir. Mutlaka bir tenezzül gerekliyse akla ucuzluğu getirecek bir tenezzül olmamalıdır. “Vefa” ve “hatır” gibi artık “google”da bile nadir aranan sözcükler arasında bulunan kimi içerimler, samimi ve ilkeli bir varoluşta tenezzüle sınır veya şerh koyan ölçütler getirmektedir. “Yenilikçilik” bir yerde çok popüler ve meşruysa –bize göre- orada samimiyet ve ilkelilik değil, özentililik ve tüketimlilik vardır. Somut konuşmak gerektiğinde, “vatanın bölünmesi”, “Peygamberin kutsallaştırılması”, “özgür düşünce”, “ezbercilikten sakınma” ve “kadına şiddete hayır” gibi Türkçe düşüncede çokça telaffuz edilen kavramsallaştırmalara bakıldığında bir samimiyetsizlik, özentililik, tüketimlilik ve amaçsızlık dikkati çekmektedir. Peygamber de bizim gibi insan olduğunda (ve onun hakkında askerlik arkadaşınız hakkında konuşurmuş gibi şakalar yaptığınızda), tüm bölücüler öldürüldüğünde, tüm faşistler idam edildiğinde, özgürlük için herkes kendini yaktığında, ezbercilikten sakınmak için ezber kelimesi sözlükten atıldığında ve tüm erkekler “Allah erkeklerin ve “erkek” sözcüğünün belasını versin” dediklerinde ne olacak diye bekliyoruz? Bir beklentimiz olduğundan mı yapıyor olduklarımızı yapıyoruz, yoksa yapmış olmak enerjisi için mi yapıyoruz? Samimi ve ilkeli insanlar ikincisi için ıslık bile çalmazlar.

Daha somut bir açı ile Türkçede ve Türkiye’nin çeşitli dillerinde, insanların felsefe, bilim, sosyal bilim, din, siyaset veya nezaket gibi başka bir şey yaptıklarını sanırlarken birbirlerine karşı sürekli pozitif (“bugün çok güzelsin”, “seni seviyorum”, “iyi ki varsın”, “gerçek bir demokratsın” vb.) veya tam tersi katı bir eleştiri tutumu içinde olmaları (“bölücüsün”, “hainsin”, “psikolojik sorunların var”, “sapıksın sen”, “faşistsin” vs.), gerisinde çok maksatlı bir nefretin bulunduğu bir çeşit hastalığı veya sözde-sağlığı akla getiriyor. İnsanlar birbirlerini kandırmanın ne kadar önemli bir taktik olduğunu sürekli onaylayarak varoluyorlar ve kendileri gibi davranmayanlara sürekli akıl veriyorlar. Böyle biri sözgelimi Michel Foucault’yu da okuduğunda onu Kant düşmanı sanıyor ve sonra “hem Kantçıyım hem de Foucaultcuyum” diyor nasıl oluyorsa. Mesela Türkiye’de köylerde yaşamayı özleyen “büyük kent sevdalıları” var ilginç bir şekilde. İnsanların birbirleriyle taktikler üzerinden iletişim kurdukları bir göreli dünyada (“yarı insanların dünyası”), “gelenek” ayıp bir kavram olduğu gibi samimiyet ve ilkelilik de anlamları amuda kalkmış vaziyette tedavülde bulunurlar. Böyle insanlarınki ahlaklılıksa insan “bana bir ahlaksız gibi davranın” diye haykırmak istiyor ve hangi iktidara nasıl bir angajenin insanları “yarı-insan” haline getirdiğini soruyor kendi kendine. Amaçsız araçsallıktan haz duyarak “ben özgürüm” diyen insanların bulunduğu bir dünyada kim ne kadar sağlıklı kalabilir ki?

Foucault’dan söz etmemizin gerekçesi, çıkarlarımız açısından aynı zamanda tutarlılığı örneklendirmekti. İktidarın dışında bir bilginin mümkünlüğünü kabul etmeyen yazar, ancak risk alıp titreyerek gerçek doğruların söylenebileceğini varsayıyor. Taktiksel anlam yuvarlamanın dışında bir anlam alışverişi olmadığını iddia eden bize göreyse, “samimiyet” ve “ilkelilik” tüm anormal ve negatif kavramlara sahip çıkmakta bulunabilir ki, bunlardan en önemlisi gelenektir. Fakat anlamı yeterince ihtiyaçlara paralel örüntülenmemişken bir kavramı sahiplenen insanın her şeye tenezzül edebileceği ihtimaline karşın herkesin kendini ait hissettiği bir tarih yaratması lüzumundan söz edeceğiz. Bunun anlamı, herkesin samimi ve ilkeli olduğunu bizzat ve önce kendisine ispat edinceye değin yeterliliği tamamen reddetmesidir.

Eğer “dil, varlığın evidir” ise, Türkiye’deki varlığın şizofrenik durumuna koşut biz de şizofrenik bir anlatım veya dil ortaya koymuş bulunuyoruz. Varolan böylece dile gelmek istiyor. Samimiyet ve ilkelilik, taktiksel yaşamayı aşağılamayan insanlarda herhangi bir tarzda bulunabilecek özellikler arasında değildir. Her defasında gerçekten varolan bir ihtiyacı gidermek üzere konuşulmalıdır. Aksi takdirde “ben böyle düşünüyorum”un anlamı, “hepiniz geri zekâlısınız” olacaktır.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort