DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Sosyal Teori Sorunlarımız ve Güçsüz Akıl Meselesi

Sosyal Teori Sorunlarımız ve Güçsüz Akıl Meselesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

VideodromeSon zamanlarda ülkemiz insanında müşterek bir hissi doğuracak tarzda aynı cümle tekrarlanmaya başladı: “Kim olursa olsun, memleketini seven insan olsun; bize memleketini seven insan lazım!” Okumuş insanlar dururken buna benzer hikmetli cümlelerin az okumuş veya hiç okumamış –dolayısıyla modern sistemlerin pek evcilleştiremediği- insanlardan duyuluyor olması, bizim açımızdan önemli bir veridir. Nitekim söz konusu olguyu destekleyecek şekilde, okumuş ve özellikle yabancı dil bilen veya yurt dışında okumak bakımından ziyadesiyle bulunmuş insanlarımız arasında memleket sevgisi genellikle azdır. Akıl aradığınızda memleket sevgisi, memleket sevgisi aradığınızda ise akıl eksik kalabilmektedir. Neticede bizzat aklın özerkliğini gösterecek tarzda hikmetli sözleri akıllılarınız yerine görece daha az akıllılarınız üretebiliyorsa, aklı müşterek kılabilen gerçek bir kültür veya işler halde bulunan bir bilim var değildir. Bilimlerimizin paydaşları, hedefsiz, yöntemsiz, plansız ve samimiyetsiz çalışmakta; sırf geçim derdi ve prestij sağlasın diye sadece ağızlarında bulunan bilimle meşgul olmaktadırlar. Dolayısıyla okudukça ve kültürlendikçe belirli bir koşul kümesinde akıllı görünebilen az akıllılarımız yetişmekte ve sosyal teori oluşturmaya varıncaya değin ülkenin bilimsel faaliyetlerinde önemli kusurlar görünür olmaktadır. Ülkenin gerçek bilimi halk arasında tekrarlanan hikmetli sözlerin mümkün kıldığı sağanaklardan ibarettir ve kimse de kabahatlerden üzerine bir şey almaya yanaşmamaktadır.

Güçsüz akıl dediğimiz şey, bir ülkedeki okumuş ve yazıyor olan, araştırma yaptığını ve uzman olduğunu söyleyerek dinlenilme ayrıcalığını talep eden insanların sıradan zamanlarda gevezelik yapmaları, kriz zamanlarında ise susmalarına yol açan akıllılık halidir. Temel sorumuz da şudur: Kurucu bir bağlam olarak her yere yayılmış ve insanların paylaştıkları için kendilerini güvende hissettikleri bir güç olmaksızın aklın belirleyicileri veya onun uygulayıcıları gerçekten akıllı olabilirler mi? Türkiye’deki ilahiyatçı, tarihçi, coğrafyacı, edebiyatçı, felsefeci, psikolog, sosyolog, antropolog ve siyasetbilimcilerin dünya genelinde neden bir saygınlıklarının bulunmadığı da anlaşılabiliyor. Bir gerekçe, “dünya”nın sömürgecilerin etkinlik alanlarından ibaret olmasıysa, diğer bir gerekçe, “dünya”yı değiştirmeye yönelik tecrübeci ısrar ve azmin, Türkiyeli veya Türk aydınlarında bulunmuyor oluşudur. Sonra bir de bunlar kendilerine, “iyi” ve “barış”ın dostu, “hümanist”, “aydın” ve başka pozitif imajlar yüklemekte ve doğru bilginin, ahlakın ve normalliğin standardı kendileriymiş gibi davranmaktadırlar. Ankara’da ikinci bir terör saldırısı oldu ve hala daha bir tane akademisyenden veya aydından işe yarar bir soru duymadık. Meydan boşken çözümü ve en doğrusunu bunlardan daha iyi kimse bilmiyor. Belli ki, Türkiye’deki insanlar boş konuşmaya ziyadesiyle alışmışlar. Nitekim akademilerde, televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde ve adı bilimsellikle ayrıcalıklandırılmaya çalışılan birçok ortamda insanımız, dünya genelinde kabul edilen pozitif kavramların yanında, negatif kavramların karşısında yer almak konusunda istekli davranırken; “dünya”nın “dünya”ya uyguladığı kavramların Türkiye’deki karşılıklarına dair hiç düşünmüyor. Kültür her olayı biriktirecek ve aktaracak ögelerden de yoksun olduğu için sadece konuşanların bir önceki kuşaktaki temsilcilerinin hırsızlıkları ve sahtekârlıklarını anlamak imkânı olmuyor. Bu nedenle “balık hafızası”ndan ziyade ulusal sorunlarımızdan bir tanesi, kelimelerin pozitif imajları dışındaki anlamlarıyla ve prestij getirileri dışında bilimsel kuramların uygulanma gerçeklikleriyle ilgili hiç hesap yapmıyor oluşumuzdur.

Kaç defa söyledik? Türkiye’de sözgelimi “korku filmi”, “seri katil” ve “çocuk pornocusu” bağlamları bulunmamaktadır. Ülkede bulunmayan bir şeyi karşılayan kavramlar ve onları dolaylayan sorunları Türkiye’de tartışmanın bir gerekçesi bulunamaz. Benzer şekilde dinsel politik ayrışmalar, etnik veya ırksal çatışmalar, cinsiyet mücadeleleri ve kelimenin tam manasıyla ahlaksızlık ya da ateizm Türkiye’de varolan birer gerçek problem değildir. Tamamı geri kalmışlığın ve güçlüyken güçsüz düşme utancının örttüğü bilinç yapılarının görünürlük için bulabildikleri alanlarda ortaya çıkışıdır. Kapitalistleşme, sekülerleşme veya modernleşme yerine açlık, görgüsüzlük, varlıkla geç tanışma ve başkasından edinilmiş varlıklılığın utanç bilinçlerini örtmesi gibi başka sorunlardan söz edilebilir. Örneğin bir akademisyen dersinde korku filminden söz ettiğinde ya da seri katillere veya başka negatif görünürlüklere hakaret ettiğinde onları biliyor olduğunu gösteriyor değildir. Aksine hakaret etmek başkalarının işi olduğu halde böyle davranan akademisyen akıllı görünen akli çaresizliğini sergiliyordur. Kuşkusuz mesela 14 Şubat’ta tüm toplumsal görünürlüklere akın akın hücum ederek ancak rezilliği yaşamak bakımından bir ayrıcalık edinebilen çiftlerin bulunduğu bir ülke profili gelişmişliği ne denli az temsil edebiliyorsa, farklı terör olaylarında gündelik hesaplarına göre ayrışan ve üstelik bu arada hala bilimin kıstası olmakta ısrar eden akademisyenler de akademik unvanlarının garanti ettiği akıl hallerini bu denli az temsil edebiliyordur. Geriye İngilizlerin hikmetli bir bakış açısını onaylamak kalıyor: “Fakirlerden uzak durun, onlarla oturup kalkmayın!” Demek ki akıl, güçle beraber tecrübe edilen hayattan zamanla devşirilen bir birikim imiş ve fakirlerde bulunmazmış.

Özellikle kendini daha akıllı sanmanın örnek bir yolu olarak son zamanlarda sıkça görmeye alışık olduğumuz “zarf atma” meselesi üzerinden de toplumun akıllıları hakkında fikir sahibi olabiliriz. İnsanlar birbirlerine bir görüştenmiş gibi davranarak ya da öğrenmek için soruyormuş gibi bir şeyler sorarak birbirleri hakkında fikir sahibi oluyorlar. Oyunla taktiksel bir düzey yakaladığını düşünerek kendi aklını sevenlerin sayısı hayli arttı. Gelişmemiş bir toplumda böyleleri ne hale düştüklerini de göremiyorlar. Hele bazıları bunu istihbarat adına yapmıyor mu? Güya bağlı bulunduğu çevreye kendince milyon dolarlık bilgi kazandırıyormuş. Bizim önerimiz, benzer “hüsn-i zan” (“iyi niyet”) ve “su-i zan” (“kötü niyet”) beklentileri veya koşullanmaları yerine herkes hakkında tecrübeyle izlenim ve yargı kazanmaktır. Zira oyun, taktik ve yalan, özellikle de kendini akıllı sanan herkes tarafından başvurulduğunda, hem insanın huzur hissine zarar veriyor hem de yarattığı güvensizlikler nedeniyle akıllı bir hükme varmak zorlaşıyor. Bu örneği de neden verdik? Birbirimiz hakkında bilgilenmemizin yolu ve yöntemiyle bilimsel yöntem, bulgu ve yargılarımız yani tüm bilgi alışkanlarımız arasında önemli bir ilişki mevcuttur. Birbirimiz hakkındaki izlenim ve yargılarımızda ne kadar akıl ürünü –yani tecrübî birikim ve işe yarar hesap ürünü- muhtevalar varsa bilimsel bilgilerimizde de ancak o kadar akıl ürünü içeriklerden söz edebiliyoruz. Güçsüz akılların onca ezber tartışmadan sonra işler buldukları epistemoloji nasıl da böylesine fakir ve kuralsız olabiliyor? İş konuşmaya geldiğinde örneğin rasyonalizm güzellemelerinin veya tartışmalarının arkası bir türlü gelmiyor!

Hikmetli cümleleri okumuş sözde ayrıcalıklılar yerine okumamış insanlardan işitme sıklığınız, bir toplumda yazılı kültürün niteliğine karar vermek bakımından yol göstericidir. Yazılı kültürün gelişmesi için gerekli şartlardan bir tanesi, kaçınılmaz toplumsallık ve örgütlenme ihtiyacı nedeniyle, müdahale edemediğimiz ve kendimiz seçemediğimiz toplumumuzu sevmektir. Burada sevmekle kastettiğimiz, alıştığımızda bize huzur verecek bir kullanım içeriğidir. Türkiye’yi ihtiyaçlarımız için kullanmaya alışmalı ve huzurumuzu burada aramalıyız. Sözgelimi haksızlığa uğradığınızı düşünüp de adalet bekliyorsanız, varsaydığınız ideal bir adalet dağıtıcı var demektir ve mesela Tanrının varlığı ve O’na inananlarla ilgili olumsuz argümanlar geliştirmenizin bir anlamı yoktur. Zira siz de adaleti görünmeyen ve belki de hiç varolmamış bir başkasından bekliyorsunuzdur. Birbirimizden başka kimsemiz yokken ve birbirimiz dışında kimse için de bir şey yapmıyorken, birbirimizi görmezden gelmemizin bir geçerliliği bulunamaz. Ya anti-emperyalist olmayacaksınız, ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin veya Lahey’in adaletine sığınmayacaksınız. Aksi takdirde zamanla insanlar sahtekârlığınızı çaresizliğinizden ziyade ya akılsızlığınızla ya da art niyetinizle birleştirirler.

Bir argümanı kabul ettirmenin yaşanmış bir acı veya muhtemel bir tehdit üzerinden yapılandırılma olasılıkları, konuşan öznenin özgüven eksikliğinin yanı sıra fakirliğinin bir kanıtı olarak alınmalıdır. Ülkesini sevmeyen insan gerçekten de fakirdir ve onda eksiklik, sosyal teori kusurları kadar güçsüz akıl denklemlerine de gebedir. Bize, memleketini seven insan lazımdır. Ezberden sevenler ve kininden sevmeyenlerin de içinde bulunduğu toplumsal kesimlerden fazlaca ses çıkıyorsa ortada genel bir fakirlik vardır. Fakirlik, iyi niyetin yokluğu değildir. Zira fakirlikte iyi niyetten fazla ve bol bir şey daha bulunamaz. Kuru iyi niyet ve eylem yerine fayda sağlayan fiil lazımdır. Dolayısıyla fakirlerden uzak durunuz!

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort