DOLAR 32,2561 0.01%
EURO 34,8687 0.4%
ALTIN 2.429,571,53
BITCOIN 20181101,71%
Ankara
22°

KAPALI

04:09

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Türkiye’de ve Türkçede Önce Anlamak Üzerine

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye’de ve Türkçe düşüncede –her zayıf karakterli dünyada bulunduğu üzere- fark ettiğim önemli sorunlardan birisi, insanların birbirlerini anlamaksızın anlıyormuş gibi iletişimde bulunuyor olmalarıdır. Daha akıllı olduklarını göstermek üzere hep akılla ilgili pozitif imajları sahiplenmekte görgüsüz bir acelecilik ve heyecan sergileyen akademisyenlerin, aydınların, yazarların, şairlerin, öğretmenlerin, politikacıların, gazetecilerin ve başkalarının yapıyor oldukları, “anlamını iyi umdukları” tüm kavram, olgu ve dünyaları alıp “kararlı bir varoluşu bulunmayan” dünyalarından pazara sunmaktır. Bunlar anlamak için hiç uğraşmadıkları ve anlaşılmasını da aslında önemsemedikleri kavramlar üzerinden birbirleriyle anlam alışverişinde bulunduklarını; her seferinde fark yaratan iletişimi kendilerinin sağladıklarını varsaymaktadırlar. Birbirimizi ikna etmek için sürekli anılarımıza dönmemizin bir gerekçesi bu olduğu gibi, aramızdaki görece daha zayıf karakterlerin en memnun oldukları cümlenin “seni çok iyi anlıyorum” olması da aynı gerekçeye göndermede bulunmaktadır. Sorunları çözüyormuş gibi, anlamları bizim tarafımızdan bile kararlaştırılmamış sözcüklerle kurduğumuz cümleleri hem herkesin anladığını, hem de maalesef haklı olduğumuzu varsaymayı bir alışkanlık haline de getirmiş vaziyetteyiz. Müslüman seleflerinden çalındığı çok belli olan bir yöntemle arkeolojiyi, terimlere, kavramlara ve sözcüklere uygulama alışkanlığını Batı’da uygulayanlar belki aynı sorunun farkında olduklarından anlamayı kararlaştırmak ve sistematik bir dünyaya dönüştürmek için bilinçle anlam arasındaki her ana yoğunlaşmaktadırlar.

Felsefeden, edebiyattan, kutsal metinlerden ve başka yerlerden alıntıladığımız parçacıkların kendi söylemimizi tarihsel olarak olumlamakla kalmayıp ayrıcalıklaştıracak tarzda sunulduğu her diyalogda, onaylamaları veya muhalefetleri belirleyen maalesef bizim ve başkalarının konumu olmaktadır (iktidar sorunu). Oysa anlamak veya anlamaya çalışmak aslında bir erdem değildir; o, bir gereklilik, alışkanlık ve aklı başındalıktır. Akıllı insanlar, dili ve dilde anlamlarını saklama olanağı bulmuş her varlığı öncelikle ve özellikle ihtiyaçlarına göre konumlandırırlar. İslâm tarihinde –eğer rivayet doğruysa- Hz. Ömer (R)’ın İskenderiye’deki bazı teolojik ve felsefi kalıntıları yaktırmasının sebebi budur. Erken dönemde bir gereksinim olmayan kalıntılar daha sonraki dönemde -40 yıl sonra- ihtiyaç olduklarından tercüme edilerek etüt edilmiş ve sistematik dünyada bir yer edinerek geliştirilmiş ve aşılmışlardır. Anlamanın insanlığımızla ilgisini bile takdir edemediğimizden, ne aidiyet arayıp kendi geçmişimizle ilgili bütüncül bir tarih yaratmaya çalışıyoruz, ne de yenidünyada biraz tesadüfen, biraz da zorlamayla buluverdiğimiz kavramları kullanırken dikkatli davranıyoruz. Biz kendimize akıllı yaklaşmayınca dünyada kimse de bize akıllı yaklaşmak istemiyor (“akıl” ile ilgili belirlediğim anlamlara göre aklı kullanıyorum). Sonra da anlamaya çalışmanın erdemi üzerine yazmak ve konuşmak zorunda kalıyoruz benim yaptığım gibi. Oysa mantıksal düşünme seviyesinin geliştiği insanlarda benimki gibi yazılar bir erdem olmayıp ancak bir hatıra niteliğinde olmalıdır.

İnsanlar dünyada kendilerini ilgilendiren bütüncül ve tutarlı bir tarih, anlatı ve söylem görmeyi beklerler. Çünkü psikanalitik olarak böylesi onlar için güven vericidir. Aslında bütüncüllük ve tutarlılık da biraz yaratılmakla beraber –kuantum hayranlarının ve postmodernlerin tersine- tabiatta ve tarihte var olan iki kavramdır. Psikanalitik olarak güveni anlamlı kılan nokta olarak bütüncüllük ve tutarlılık sergilenemediğinde, insanlar, birbirleriyle karşılaşmanın iktidardan bağımsızlaştığı ve kontrol edilemediği her anda, bulundukları dünyanın “saçmalığını” (yani kendilerini aslında ilgilendirmeyen bir anlamsızlık gösterdiğini) haykırırlar birbirlerine. Benim ülkemizde fark ettiğim de budur. Bir önceki kuşaktan çeşitli akademisyenleri başkalarından ödünç alınmış ve kararlaştırılmamış anlamlar yerine kendi yaşıyor olduklarımızdan devşirdiğimiz anlamlarla eleştirmenin ve kurumsal bir gelenek yaratabilmenin, böylece modern tarihimizdeki hocalarımızı bile yeniden üretip meşrulaştırmanın mümkün olmaması, hep aynı maluliyetten kaynaklanmaktadır. Biz anlamak için okuyor veya dinlemiyoruz, sadece biz dinlenilelim diye okuyor veya dinliyor gibi davranıyoruz. Sonra da kimsenin bizi anlamadığından dem vurarak herkesin aptal olduğunu söylemeye getiriyoruz, sanki kararlı ve sistematik bir anlama çabası yokken sadece bizim anlaşılmamız hayatı kurtaracakmış gibi. Böyle durumlarda da –mesela Sırrı Süreyya Önder, Senai Demirci veya Dücane Cündioğlu gibi- ancak tüketebileceğimiz; fakat hayata dair hiçbir sistematik felsefi ürünü olmayan kahramanlar yaratıyoruz. Türkiye’deki gerçek herhangi bir insani sorunun çözümü olarak “Türklerin/ Kürtlerin/Türkiye’nin demokratikleşmesi lazım” şeklinde bir cümle kuran bir insanımızdan her şeyi halledecek nasıl bir bütüncül ve tutarlı anlatı bekleyebiliriz ki? Daha kendisi bile “demokrasi”nin anlam dolaylamaları ve “çözüm” kavramının olgusal çeşitliliklerine dair sistematik bir anlam dünyası kuramamışken! Michel Foucault’nun “Aydınlanma Nedir?”de belirttiği üzere “hümanizm”, herkesin kendini tanımladığı ortak bir kavramsa aslında o kimseyi ayırmıyor ve hayatta işe yaramıyordur da. Meşruiyetlerini popülariteden edinen kavramlarla düşünen insanları alkışlayan bir bağlamda mantıksal düşünme için yeterli istek hala yok demektir. Böyle bir ortamda elbette “güçlü olan”, her şeye karışma hakkını bulur kendinde ve bence söz konusu bağlamın diğer paydaşlarına nispetle daha samimi de davranmış olur. Çünkü insanlar birbirlerini daha güvensiz zeminlere itmek konusunda ortak bir tavır sergilemekte ve anlamsızlığı alkışlamaktadırlar.

Ebü’l-A’lâ el-Maarrî’nin şiirindeki ünlü bir sitemi şöyledir: “Doğrunun nerede yalan söylediğini bulamıyorum!” Üniversitelerdeki öğrencilerimize, gazetelerdeki okurlarımıza, konferans, panel ve kongrelerdeki takipçilerimize, TV ve radyo yanıbaşındaki izleyici ve dinleyicilerimize ve başka yerlerde başkalarına sunuşlarımızda karşıdakilere biraz önem verip de, konumumuzdan kaynaklananlara sığınmak yerine eğer verdiğimiz muhtevanın işe yararlığına yoğunlaşabiliyorsak sahtekâr değiliz demektir. Sahtekâr insanlar ayrıca ifade etmek ihtiyacını hissetmezler, “sana değer veriyorum” diye. Ne var ki biz, nezaketi sahtekârlıkla ve saygıyı yağla karıştırmış bir alışkanlık kalıbından geliyoruz. Bizi anlamaksızın yanımızda olanlar “akıllı” ve “iyi” oluyorlar ve bizi anladıkları halde eleştirip reddetme onurunu hak edenler “aptal” ve “geri” oluyorlar. Daha fazla arabayı sollayınca daha fazla erkek olduğunu düşünenlerle bu tavrımız da bize o kadar yakışıyor ki!

Ek: Dicle Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu “Siyasal İletişim Sempozyumu”nda 21-23 Kasım 2013 tarihleri arasında Diyarbakır’da kişisel gelişimim için çok faydalı tecrübeler edindim. Hem konukseverlikten hem de kadirşinaslıktan çok etkilendim. Bu bağlamda sempozyumu mümkün kılanlara, sempozyumda emek verenlere, özel olarak da Yrd. Doç. Dr. Hasan Karacan’a, Vahdettin Yetkin’e, Arş. Görv. Macit Sevgili’ye ve öğrencilerim Devran Gökalp, Adalet Göktepe ve arkadaşlarına minnettarım. Umarım ölmeden önce söz konusu insanlardan öğrendiklerimi uygulama imkânı bulabilirim. İnsanın ölmek için bile “yüzlü olmak”a ihtiyacı vardır.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort