DOLAR 32,5451 0.01%
EURO 34,9203 0.19%
ALTIN 2.429,590,27
BITCOIN 2061399-4,07%
Ankara
25°

PARÇALI BULUTLU

20:01

AKŞAM'A KALAN SÜRE

Hakan IŞIK

Hakan IŞIK

21 Nisan 2024 Pazar

Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi

Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Gecenin sabahı, damarların kanı özlediği gibi özlediği bir zaman diliminde Orhan Veli’nin bir sözü zihnimde canlandı: “Sen ciğercinin kedisi, ben ise sokak kedisi…” Ne kadar da ruhumu acıttı bu söz. Hayata karşı çıldırırcasına bağırıp haykırmak istediğim en güzel sözlerden biridir diye düşünüyorum. Bizler farklı doğduk ama eksik büyüdük. Parlayan bir duvarın eksik taşı gibi ruhumuzda gedikler hiçbir zaman eksik olmadı. Her adım atışımızda çolak büyüyen ayaklarımız bir engel oldu bize.
1983 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinde yaşıyorduk. O dönemler; medeniyetin uğramadığı, Tanrı’nın “lanetlisiniz” diye cennetinden kovduğu Ademleri andırır bir zaman dilimi idi. Hiçbir şeyleri olmayan ama olmayan hiçbir şey ile mutlu olabilen az sayıdaki insanlardan birileri idik. Köyümüz Şerafettin Dağlarına sırtını vermiş bir ihtiyarı andırıyordu. Güneş her sabah bize lanetler okur gibi soğuk havayı bedenlerimize hissettirerek doğardı. Biz, güneşin doğuşunu “sürünmenin habercisi” olarak gördüğümüz için sürünmenin zamanının geldiğini düşünürdük. Ve bu yokluk günlerini umursamadan karşımıza zenginliği alırcasına sitemler yerine sevinçlerle günlerimizi geçiriyorduk. Dağlar, bayırlar, hayvanlar, sürüler ve hatta ormanlar arkadaşımız, sevdiceğimiz, şımarık bir kardeş gibi hep özlenen, hep beklenen gibi geliyordu bize.
Bir sabah, nedeni bilinmez bir kararla güzelim köyümüzü satmadan, kiralayamadan alabildiğimiz eşyalar ile terk ettik. O gün, Bruno Catalano gibi “gitme”yi düşündüm. Nasıl bir duyguydu öyle. Giderken arkamızda bırakacağımız anılarımız, türkülerimize konu olan yerler, gece sürülerimizi güderken çıkardığımız sesler ve hatta giderken farkında olmadan bıraktığımız parçalarımızı düşündüm. Köyümüzün her bir noktasına gömdüğümüz hatıralarımız vardı. O gün, bilincimizi bırakıp gidiyorduk. Bırakıp giderken neden gittiğimizi bile tam bilemeden gidiyorduk. Geride bırakılanlara bakamıyorduk. Bıraktığımız bir taşın bile bizdeki yerini düşünerek gidiyorduk. Bazen de geride bıraktıklarımıza dönüp bakmadan gidiyorduk. Yeni bir yeri satın alacak durumda değildik ve o psikolojiye de sahip değildik. Çok uzak akrabalarımızın olduğu yeni köye tam üç gün sonra at üstünde ulaştık. Peşimizden koyun sürülerimizi babamlar getiriyordu. Dedemler sayesinde geldiğimiz yeni köyde hiçbir şeye alışamadık. Öcü gibi bakılıyordu bize. Meğer ne kadar da medeniyetten uzak kalmıştık. Biz kendi dünyamızda mutlu idik ama çok geriden medeniyeti takip ettiğimizi yeni köye gelince anladık. Bruno’nun ruhu eksik resimlerinde olduğu gibi ruhumuzu kaybetmiştik. Yıllarca gençlerimize kız vermedi kimse. Aile içi evliliklerle doğan çocukların çoğu sakat doğdu. Başka çaremiz yoktu çünkü. Ve işin ilginç tarafı beş vakit namaz kılan, iyi dindar kimseler tarafından bizim tarafımıza tek kuruş yardım ve hatta sosyal destek verilmedi. Adeta yenidünyanın karanlığında kaybolmuştuk. Geldiğimiz köyde ilk defa araba görmüştük. Her geçen arabanın çıkardığı egzoz kokusunu içime çekiyor, arka tekerleklerinin yükselttiği dumana uzun uzun bakıyordum. O bakışlarım, içimi acıtan şeyin hayal kırıklıkları değil; yaşanması mümkün olup yaşayamadıklarımın ifadesiydi.
Olanlara dayanamayan birçok aile bireyimiz Almanya ve Fransa’ya kaçak yollardan yüklü paralar harcayarak gitti. Babamın dedemden sonra ısrarla köyümü, emeğimi bırakıp gitmem inadı nedeniyle yurt dışına gidemeyen biri olarak hala içinde yaşadığım toplumun değerlerine aşina olamamış, kendi dünyasında bir çarpıklık yaşayan, ruhunu kaybetmiş bir müteharrik cesede benzediğimi düşünüyorum. Yaşıtlarıma göre çocukluğunu yaşamamış, çocukluğunun tek bir saniyesini bile özlemeyen biri haline geldiğimi acı ile anlıyorum. Özetle tarih felsefesi alanında Vico’yu, Collingwood’u okuyorum. Ulusların ön yargılarının olduğundan bahseder. Bu durumun hakikate ulaşmada sorun oluşturduğundan bahseder. Günümüzde bir mülteci veya bir siyahi görüldüğünde aniden ortaya çıkan ön yargılar gibi. Ya da yeni taşındığımız köyde herkesin bize öcü gibi bakışında olduğu üzere. İnsan, kendisine ait bir şeyi nasıl ortaya çıkarabilir diyorum. Bruno gibi eksik bir kendilik mi içimizdeki? Yoksa içinden çıkamayınca önyargılarımızdan kopamama ruh hali mi? Öbür taraftan Tocqueville’ın Amerika’da Demokrasi’sine bakıyorum. Neden bizde de bu tarz bir demokrasi kültürü olamadı diye sorguluyorum. Çoğu zaman da Bruno gibi tam özgürlüğüme kavuştum dediğim bir anda elimde dünyalık birkaç malzeme, içimde olmayan bir ruh ile gezen bir cesedin çırpınışlarına maruz kalıyorum.

Devamını Oku

Koli Baba Efsanesi

Koli Baba Efsanesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Gece ayazını iyice hissettirdiğinde tepeleri beyaza bürünür Koli Baba’nın. Ay Dede misali sürüklenir aşağılara doğru eşsiz aydınlığı. Onu görenlerin kılavuzudur görüntüsü. Nice çobanlar, onun sayesinde sürülerini ovalara indirmiştir. Altından serin sular, sazlığın içinde şırıl şırıl akan Kaniya Hevz’ı meydana getirmiştir. Yanından geçenlerin duası ile de ihtişamını yaz kış gösterir herkese. Bir denizin dinginliği gibidir edası. Mahcubiyet hissetmez hiçbir zaman, endamını sergilerken. Her yağmurun damlası gibi hayat vereceği çukuru bulurcasına adımını atar ümitlere doğru. Ve bu dağ, sevdaların ilk adımını attığı yer olarak zihinlere kazınmıştır.
Rivayete göre Kaniya Hevz’in doğduğu bu dağlarda yedi kardeş yaşarmış. Yedi kardeşe atıfla akan bu su, yedi yerden biter. Güçlü bir urganı beline dolamış kadın gibidir her bir çıkışı. Akarken sanki birileri gerisin geri çekiyormuş dursa da şırıl şırıl akıntısının çıkardığı avazlar, damlacık olur yerde biten çiçeğe. Her kaynağın bittiği yerinde akan suların berraklığı aynaları anımsatır insana. Koca bir ovanın yıllık sularının temininin yanında bir de güzellere mekân olur. Her yazın gelişiyle birlikte insan akınına uğrar burası. Mesireye gelen genç kızların zılgıt seslerine eşlik etmek ister erkekler. Böylesi güzellikleri doğasıyla sunan Koli Baba, yörenin kutsalları arasında sayılır.
Hikâyesi derindir Koli Baba’nın. Yedi kardeşi babaları farklı bölgelere gönderir. Hebi Baba, Goşkar Baba, Koli Baba… Beddua etmiştir onlara. “İki cihanda yakanız bir araya gelmesin” diye. Nedeni de bilinmez bedduanın. Şimdilerde etraflarında çaputlar bağlanır da bahtlar açılır derler. Kimi gece rüyasında evleneceği erkeği bekler, kimi de bulamadığı ekmeğin yolunu gözler.
Aralarında en acıklı hikâyenin Koli Baba’nın olduğunu söylerler. Koli Baba, yedi kardeşin en büyüğüdür. Doğduğunda köyün en yoksulu olan babasının tek umududur. Lakin küçük yaşı, babasının hasretini artırır. Zamanla büyüdükçe babasına verdiği lezzet, başka kardeşlerinin olmasını da sağlar. Böylelikle yedi kardeşten oluşan bir aile olurlar. Babaları Boçia’yı andırır. Otar Çiladze öyle der onun için Yolda Bir Adam Yürüyordu’da. “Ölümüne kadar erkek doğur” der karısına o da.. Ah bu erkek beklentisi belası desek de onlar, öyle beklerler. Genç bir yiğit olur Koli Baba. Cesur ve gözü pek bu yiğidin namı diyarları dolaşır. Altı kardeşi ile hükümranlıklarına başlayan kardeşler, sürü sürü koyunların sahibi olur. Çobanlar tutarlar sürülerine. Kahyaları her gün ve her saatte hizmetlerini görür. Her birinin evlilik vakti geldikçe evlendirilir ve civarda onlara kızını vermek için insanlar sıraya girerler.
Ne var ki babaları onlardan şikâyetçi olmaya başlar. Bütün zamanını onların büyümesi ile harcayan baba, onların ahlaki olarak savrulmalarının acısını yüreğinde hisseder. Sefalet içinde yaşayan komşularını hor gören evlatlarının şikâyetleri her ona ulaştığında “Ben ne istedim de Allah bana ne verdi.” deyip kendini dağlara vurur. Ruhunu saran bu sıkıntılar her titreşimde kendini gösterir, telaşla evine eşine koşar hale gelir. Baba yüreği bu ya, kıyamaz evlatlarına lakin gönlü buluta rastlamış güneş ışıkları gibi kırıktır.
Derken buralarda her şey belirsizdir ya. Çocuksu sayılabilecek bir neşe gibi görünse de olan bitenler acıklı birer hikâyenin gelişme kısmını anımsatır. Sonbaharın kızılın zerafetine bürünmüş bir gününde aldığı haberle yıkılan baba ellerini semaya diker ve “ya Rab! İki cihanda yakanız bir araya gelmesin” deyip oracıkta hayatını kaybeder. Meğer küçük oğlu, köyün bir garibanını öldürmüştür. Köyde o, garibandır, değeri yoktur. Lakin babaları onu da insandan bilir. Oğlu öldüremez onu, onun kimseyi öldürmediği gibi.
Yağmur çok inceden terennüm ederken zaman düşman kesilir kardeşlere. İki yakaları bir araya gelmemeye başlar. Talih bu ya, ayrılır kardeşler birbirlerinden. Kimi öteye, kimi beriye sürgün eder hayatlarını. Koli Baba, “Ben buranın çocuğuyum, gidemem. Gidecekseniz siz gidin” der kardeşlerine. Kardeşleri hayata saldırır bir edayla baksa da ona, dediklerini yapmaktan başka çareleri olmaz. Pelerini andıran zengin yeleklerini giyip yola gidedururlar. Hikâye bu ya, az giderler uz giderler ama dere tepe düz gitmezler. Dağlık köylü, dağı sever derler. Onlar da adetlerinin öğrettiklerini kendilerine küpe ederler.
Koli Baba, yedi sürünün sahibi olur. Bir yandan babanın acı gidişi öbür yandan kardeşlerin firakıyla yanmış gönlü. Yaşadıklarını belki de tarif etmek dünyanın en zor işidir. Ancak o, zenginliğinin verdiği sınırsız imkân alanı ile yoksula yedirir, fakiri doyurur biri olur. Babasının bedduasına nail olsa da damarlarındaki asiliğin ortaya döktüğü bir pehlevanın nefesi gibi olur zamanla. Ancak babası gibi onun da vardır bir sorunu. İyi insan kötü eşe denk düşer de bahtı kötü olmaz mı? Koli Baba, her yılın bitiminde teker teker sürülerini saydırır, kırkar kırkar zekâtını verir. Eşinin her karşı çıkışına aldırmaz. Malım bereketlenir deyip dağıtır sağa sola yardımını.
Bir gün uzak diyardan bir atlı konağına misafir olur. Rüyasında babasını gördüğünü ve Kaniya Hevz’in önünde elleri açık beklediğini söyler. Koli Baba, mağrurdur. Yüreği, bedeni gibi taş değildir. Ağladı mı, feryadından gök ağlamaktan utanır da susar. Kardeşlerimi bulmam lazım der karısına. Ancak senden bir isteğim var evimin gülü der: “Babam, açtı ama açı yedirdi. Sen de malımın zekâtını, kurbanını vermeyi unutma” …
Ertesi gün heybesini hazırlar, düşer Tanrı’nın unuttuğu Serhat Diyarı’nda yollara. Bir yanı kardeş acısıyla tar u mar olurken öbür yanı sürükleye sürükleye babanın özleminin burnundan indirir yüreğine. Dağların ardından yol alırken güneşin gölgesinin kapladığı engin yükseltilerin açtığı dar ve küçük avlulardan yüreği ürperir de geçer. Lakin beri de bıraktığı cimri karısı da aklından çıkmaz. Meğer öyle bir zaman geçmiş de yolculuğu yılları bulmuş. Evine yürek pareleri kardeşlerini bulmadan döndüğünde kon denilen çadırlarının olduğu yerde tuhaf taşlar görür. Taş mıdır insan mıdır yoksa heykelden birer şema mıdır derken endişe ile etrafını seyreder. Ordan geçen biri der ki: “Ey Koli Baba, bırakıp gittiğin bu diyarlar gazaba uğradı. Bağlar kurudu, bostanlar çürüdü. Karın olacak uğursuz bir kurbana bedel bin kurban bedel verdi.” Deyince ne diyeceğini bilemez olur.
Meğer karısı kurban vereceği zaman “Allah’ım bu sene Koli Baba evde değil. O olmadan malının kurban verilmesi bana düşmez. Seneye her bir kurban için iki kurban veririm.” demiş. Vermezsem Koli Baba’nın tepesinde taş olam sözünü vermiş. Gel zaman git zaman günü gelmiş. Başı karlı dağın başında verdiği sözü hatırlatanlara “Saçlarımda binler bit var. Tanrı için binleri kurban edeyim.” Deyince gazaba uğramış ve sürüleri ile oracıkta taşlaşmış. O gün bugündür Koli Baba’nın tepesine çıkanlar taşlaşmış o bedenlerin ardından görünen sırra şahitlik eder, Kaniya Hevz’den su içenler lanetlerini yinelerler…

Devamını Oku

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Güneş, Varto’nun tepelerine inmeye başladığında ilk selamladığı yer Goşkar Baba Tepesi olur. Şirin ama solgun bir yüzü andıran bu tepenin hemen dibinde kurulan Kalçık Köyü ise Celil’in kaderinin çizildiği mahpushanedir diyebiliriz. Celil, doğumuna iki ay kala babasını kaybetmiştir. Babası, döneminin ekonomik sorunlarından kaynaklı köyde tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışan biridir. Yazın tırpan ile biçtiği otları dağların yüksek kesimlerinde toplar. Kışın ihtiyaç duydukça kızakla köye indirir. Bir gün kızakla otları indirmeye çalışırken kızağın ayaklarına dolanan kaputunun etkisiyle savrulur, uzun bir süre sürüklendikten sonra dik bir yamaçtan çakılarak feci şekilde can verir. Celil de dağların ve soğuğun hüküm sürdüğü Kalçık’ın sırtlarında kah çobanlıkla kah da amelelikle geçim derdine düşerek büyür. Buralarda babasız olmak, ölümden beterdir. Anne, baba olamaz. Törenin anneye biçtiği rolün dışına çıkamaz çünkü anne. Celil de böylesi bir yazgının hükümranlığında hayata atılır.
Goşkar Baba, dini ve tarihi bir figürdür Kalçık’ta. Özellikle sağlık sorunları olan insanların bilhassa çocukların lanetlendiği inancı vardır. Köyde bir yaygara kopmuştur: Celil’in babası zalim olmasaydı, Celil babasız kalmazdı. Onun zalimliği nedeniyle Goşkar Baba’nın bedduasına nail oldu. Dolayısıyla acı bir ölümle çocuklarını yetim bıraktı gitti. Garibim Celil, hiçbir şeyin farkında olmadan büyür. Herkesin her önemli günde mezar taşına ip bağladığı, uğruna kurbanlar kestiği Goşkar Baba’ya o, içten içe nefret besler; saygı duymaz. İçinde filizlenen kin, henüz biten bıyığındaki sarı kılları terletircesine yayılır. Bir yandan babasının söylendiği gibi zalim olmasına kızar öbür yandan ise “Goşkar Baba iyi biri olsaydı babamı geçtim biz çocuklarına neden acımadı?” der. Cevapsız soruları uzadıkça içinde alevlenen öfke, bitmez tükenmez bir hal alır.
Koyun sürülerinin peşinde ömür tüketilir mi? Yahut herkesin kutsal saydığı Goşkar Baba, onu bu denli kimsesiz bırakmışsa Kalçık’ta durmanın bir kıymeti var mı? Zihni bu sorularla zaman geçirir Celil’in. Goşkar Baba, onu çok gücendirmiştir. Ama o, babası gibi kaderine razı olmayan bir kana sahiptir. Hele bir annesi vardır. Dünyanın yükü sırtında da olsa of demez, dört elle sarılır çalışmaya. Annesi inatçıdır Celil’in. Kaybolan yaşam sevinci için yüreğinde duyduğu acının mücadelesini vermek ister hep. Onun da hayalidir, Celil’i evlendirmek. Babasız çocuğun baba olduğunu görmek. Lakin zaman ne getirecek bilemezler. Zamanla birlikte Goşkar Baba’nın kimi lanetleyeceğini hiç bilemezler.
Kalçık’ta zengin bir gelenekler örgüsü vardır. Değişik değişik inançlar, uygulamalar köyün kanaat önderleri tarafından uygulanır. Kapalı bir toplum olarak Kalçık, dışarıya kız vermezler. Ancak köyün içinden de her erkeğe kız vermezler. Erkeğin cesaretli ve çalışkan olması bayağı önem taşıyan bir koşuldur. Doğrusu bu köyde doğan her erkek genelde cesaretli ve çalışkandır. Karların erimesi ile birlikte koyun sürüleri yavrularından ayrılır. Sürüler gündüz otlatıldığı gibi gece de otlatılır. Koyunların besili olması temel hedeflerdendir. Buna azami özen gösteren köylüler, kızlarını evlendireceği erkekleri de böylece gece otlatmalarında tanır. Yani erkeğin cesaret ve çalışkanlığı geceleri ortaya çıkar.
Ne var ki Celil’in bir sorunu vardır. Celil, koskocaman köyde yalnız ve kimsesizdir. Onun yaşadığı sorun, vücudunu saran bir hastalık gibi günden güne yüzüne yansır. Celil, geceleri görmezmiş. Bu durum köyde dedikoduyu sevenlerce dilden dile yayılır olur. Gündüz savaşçı gibi atılgan Celil, karanlığın bastırması ile birlikte önünü göremez hale gelir. Günden güne eriyen bedeni, yaşadıklarını kaldıramayacak hale getirir onu. Kimse anlamaz onu, derdini kimseye açamaz olur Celil. Köyün yaşlısı Alihan Dede, Goşkar Baba’nın Celil’e de lanet ettiğini söyler kolukomşuya. Bunu duyan anne yüreği, yedi kurban kestirir. Lakin Celil, gündüz gözleri görmeyen yarasalar gibi geceleri sağa sola çarpa çarpa yürür, Goşkar Baba’nın mezar taşlarına ellerini dokunduran annesinin sesi, her gece kulaklarda yankılanır olur. Ancak Celil, her geçen gün açılır beklentisi içinde iken gözleri gece göremez olur.
Aradan zaman geçer. Hem de öyle bir geçer, Celil’i eze eze geçer. Akranları yuva kurup evlenir. Celil ise “köre kız verilir mi, aslında korkak o. Geceden korktuğu için öyle davranıyor. Yok yok, Goşkar Baba ona lanet etmiş. Ona kız verilmez” sözlerini duydukça yüreğinden vurulur. Yürek mi? O ne ki? Babasından sonra taşa bürünür o. Annesini gördüğünde kor olur düşer yangınlar, üzerine su serpecek bulamaz. Annesine görünmek istemeyen Celil, koyun sürülerinin dinlenmeye çekildiği çadırlarda uyur, gündüzleri ise sürüsüne bakar. Bir gün yüreği kaldıramaz artık olan biteni. Babasının mezarına gitmeye karar verir. Babasına kızacak, neden beddua alacak şeyleri yaptığının hesabını soracak. Kim bilir, suçu yoktur ama babasının yüzünden o da boynu bükük ortada kalmış. Babasının mezarına geldiğinde gözlerinden yaşlar akmaya başlar. “Neden baba, neden?” der. Yoksulun da mezarı yoksul olur nedense. Derme çatma toprakla örülü mezardan kalkıp “Oğul, hiçbir suçum yok. Aldanma köylülere. Goşkar Baba’nın bize beddua ettiği yok.” Diyecek hali yoktur babanın. Baba, gamlı kederli dünyayı bırakmıştır çoktan arkasından. Sorularının cevabını alamayan Celil, uzun bir süre mezarın başında bekler. Bir babaya bakar bir de Goşkar Baba’ya.
Celil, daha fazla dayanamaz söylentilere. Bir gün babasının düştüğü kayalıklardan atlar. Cesedini çoban köpekleri bulur Celil’in. Sarı teniyle gülümseyen gözleri açık şekilde gitmiştir Celil’in. Goşkar Baba’nın mezarına götürürler tabutunu. Oysa Goşkar Baba ona lanet etmişti. Ne bilsin ki köylüler veya nerden bunu dert etsin ki? Ritüeller eksiksiz yerine getirilir. Celil, babasının yanı başında toprağa verilir. Aradan zaman geçer. Köye gelen bir grup sağlık ekibi köylünün sağlık taramasını yapar. Yapılan tetkiklerde Celil’in annesinde genetik gece körlüğü teşhisi konulur. Meğer Celil korkak değilmiş, kör de değilmiş. Genetik bir hastalık durumu olan gece körlüğü yaşıyormuş. Ama herkes Celil’e ve babasına Goşkar Baba lanet etti bilirmiş…

İletişim: hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Bahar, Beni Görmeye Gelmedi Mi?

Bahar, Beni Görmeye Gelmedi Mi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Hastane köşelerinde sessizce etrafı incelerken aklımdan bin bir konu geçiyordu. Ya babam ölse ne yapacaktım? Oysa içerde hasta yatağında kimsesiz bir şekilde ölümü bekliyordu. Hayır hayır olmaz desem de saatin çarkları gibi dönüp dolaşıyordu ecelin ayak sesleri. Doktorlara her seferinde durumunu sorduğumda aldığım cevaplar hep aynı idi: Çok geç kalınmış, neredeyse her tarafa yayılmış…
Yakıyordu bu sözler yüreğimi. Hiçbir şeyi olmayan insanların bile bir umudu olur. Benim o umudum da yoktu. Olanı da alıp götürüyordu doktorların söyledikleri…
Bazen yatağının yanına oturuyor, gözlerine bakıyordum. Yıllar, bütün omuzlarına aynı ağırlıkla çökmemiş. Biri kabarık ve durgundu; öbürü çökmüş ve yorgundu. Esmer bir ten, upuzun bir burun, iki büklüm kalmış beli ve alnındaki kıvrımlar adeta ufalanmış toprağı andırıyordu. Yıllarca acı çekmişçesine uzanmış, kapalı gözleriyle etrafında birilerini arıyordu sanki. Nadiren de olsa uyanır, gözlerime bakardı. Bahar, geldi mi beni görmeye der, halsiz düşerdi başı yastığına. Bahar, kimdi? Ben neden Bahar’ı tanımıyorum diyordum. Belki köyümüzde, belki şehirde veyahut yanı başımızda idi. Ama bize “Bahar, budur.” Diyemedi hiçbir zaman. Ve bugünlerde ise artık “Budur.” Diyecek takati de yoktu.
Yıllar öncesine dayanıyormuş her şey. Şirin ve küçük köyünde yaşarken tanımış Bahar’ı. Birlikte büyümüşler gibi anlatırdı bize. Yılkı atlarına bindiğinde gönlünü kaptırmış meğer. Bahar, güçlü halini görünce baharın kelebekleri gibi gülücükler saçıyormuş ona. O ise Romeo’nun keskin gözlerindeki cesaretin timsali gibi coşarmış. Zamanın akıp gittiğini anlamazmış bile. Bunları bize anlatırken derin derin düşünürdü. Meğer insan, ne denli düşünürse o denli sevgisi derinmiş. O denli doyumsuz ve acıklı imiş. Tabii ben bunları çok sonradan anlıyordum. Devam ediyordu babam: “On altı yaşıma girdiğimde pek de delikanlı idim. Köyde yaşıtlarım çobanlık yapamazken ben, evlilik kararı almıştım. Konuyu babama anlatmaya cesaret edemesem de anneme söylemenin yollarını aradım. Çünkü ilk adımı atmam gerekiyordu. İlk adımı atmak, bir şeyin mümkün olmasının yoludur. Adımı attığınızda, artık ihtimaller fazlasıyla oluşacaktır.” Diyor, o günleri yaşıyordu adeta. Dedem, soyuna önem veren biriymiş. Öyle her kapıya gidip kız isteyecek seviyesizliğe girmezmiş! Konu dedeme ulaşınca dedem, “Nasıl böyle soyu sopu bize layık olmayan bir ailenin kızına talip olur.” Deyip neneme kızmış.
Akşam ırgatlarla çayırdan dönen babamın duymak istemeyeceği sözleri söyleyince nenem, babam için yıkım başlangıcı başlamış. Bundan sonra bir Sartre edasıyla konuşmaya başlardı babam. “Birini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmektir derdi. Emek ister, sabır ister ve hatta körlük ister. Uçurumun kenarına geldiğinde sıçramak istersin. Ancak annemin bana söylediklerinden sonra içine düştüğüm uçurumdan sıçrayamayacağımı anladım. Çünkü bu sıçrayışı yapamayacağımı biliyordum.” Dediğinde gözlerinde yaşların aktığını esmer teninden zar zor seçiyordum.
Babam, o günden sonra onca çocuk ve sevdiklerine rağmen yalnızlık çektiğini söyledi hep. Onun için yalnızlık, çevresinde insan olmaması değilmiş. İnsan, önemsediği, benimsediği şeylere sahip olamadığı zaman da yalnız hissedermiş meğer. İçinde bir volkan halini alan bu duyguları anneme hiç hissettirmedi. Bütün bir ömrü, bu zihin bulanıklığında geçirdi. Çünkü bu duygular, onun zihninin başka yöne dağıldığının farkına varmasına bile izin vermemişti.
Köyümüzde o kadar kimseye sordum. Nedense hiç kimse Bahar’ın kim olduğunu bilemedi. Bir gizem gibi babamın dilinde sayıklana sayıklana geçiyordu günler. Odasında koltuğun üzerinde geçirdiğim her gece yankılandı kulaklarımda Bahar. Doktor, artık zamanın iyice yaklaştığını belirttiği bir zamanda gün geceye evrilmişti. O gün, babama yüzümü çevirmeye yüreğim yetmiyordu. Bir ara gözlerini açtı. Bana bak dercesine geveledi ağzında birkaç kelime. Dönüp ne dediğini anlamaya çalışırken “Bahar, beni görmeye gelmedi mi?” dedi ve gözlerini ebedi yolculuğa doğru yumdu…

İletişim: hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Deprem Kabusunda Bir Yedi Gün: Hatay Hatıralarım IV

Deprem Kabusunda Bir Yedi Gün: Hatay Hatıralarım IV
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Ailemle sağlıklı iletişimimi, akşam koordinasyon merkezine döndüğümde sağlıyordum. Elektrik çoğunlukla yoktu. Yaptığımız telefon görüşmeleri “Sağım, ölmedim, beni merak etmeyin. Sizler de iyisiniz umarım?” ile başlıyor, şebekeler iyi çekmiyor ve insanlar yardım isteyebilir diye uzatmadan kapatılıyordu. Telefonlarımızda şarj problemi vardı. Şarj edebilmek için neler çektiğimizi sanırım bir tek bizler biliyorduk. Hele hele tuvalet ve su konusunda savaş bile hafif kalıyordu. En çok kadınlar için problemdi bunca şey. Üçüncü günün sonunda çadırda kalmaya geçtiğimizde etraf, tam bir tuvalet ve çöp izlenimi almıştı. Ayaklarımız günlerdir yıkanmamıştı. Salgın hastalık korkusu yayıldıkça Hatay’ın topyekün öldüğünü düşünmeye başlamıştım.
Defne İlçesinde karşılaştığımız tabloyu anlatmaya dilim varmıyordu. Yüreğimin akşamları uyumaya direndiğine ilk kez Hatay’da denk gelmiştim. Bedenimin onca yorgunluğuna yüreğim kocaman bir “hayır” çekiyordu. Sanırım duygusal biriyim desem de orada yaşananlara duygu demek de az kalır kanaatimce. Şehrin her tarafı kesif bir ceset kokusuyla kaplanmıştı. Hatay Merkez’e doğru her adım atışımızda manevi ölümün seanslarını yaşıyordu ruhum. Ölümü anlatmak, ilk defa böyle zorluyordu beni.
Hatay Merkez’de meşhur Rönesans Rezidans’ın bitişiğinde bir apartman vardı. Sabah erkenden oraya gidecektik. Ekibin dinlenmesi ve ertesi gün erkenden uyanması adına küçük bir toplantı yaptık. O gün, ekibimizde yer alan kadın arkadaşları ceset teşhis ve kayıt işlemlerine göndereceklerini söylemişti AFAD Yetkilileri. Onlar, merak içinde ne yapacağız acaba diyorlardı. Koca bir şehirde seferberlik vardı da haberimiz mi yoktu? Derin düşünceler içerisinde çadıra geçtik. Uyumadan önce oğlumun, “Baba, seni çok özledim.” deyişiyle ağlamaya başladım. Üçüncü günümde onlarca çocuk, genç ve yaşlı cesede dokunan ellerimden utandım. Hatay’daki çoğu babanın evladını son uykusuna koyarken “sonsuzluk uykusu”na gönderdiğini zihnimden geçirdim. Öyle ağladım ki yanımda uyuyan üç arkadaş, bana sarılıp hep birlikte ağlamaya başladık. Daha fazla dayanamayacağımı, buradan gidelim deyişimi duymadan ağladılar, ağladık. Geceler, hiç bu kadar uzun olmamıştı dediğimi hatırlayarak uyudum.
Sabah saatler altıyı geçiyordu. Şubatın bu gününde mekân Hatay da olsa soğuk idi. Üşüyorduk. Gerçekten üşüyorduk. Ekibi toplamamız gerekiyordu. Yanımdaki arkadaşlar ile birlikte kıyafetlerimizi giyerken uykulu gözlerimizin kan çanağına dönüşünü gözlemleyebiliyorduk. Derken ekip kısa bir süre içinde AFAD Koordinasyon Merkezinin önünde hazırdı. Merkeze gideceğimizi, bir apartmanın yerle yeksan olduğunu söyledim. Gitmeden önce çorba içmemiz gerektiğini, araca ihtiyaç olur düşüncesiyle su ve ekmek almamız gerektiğini AFAD Yetkililerine bildirdim. Bize verilen sınırlı erzak ile araca yöneldik. Ellerimize tutuşturduğumuz çorba bardakları ile bir yandan çorbamızı içiyor öbür yandan ise yolumuza koyulmuştuk. Şehrin merkezinden hiç iyi haberler gelmiyordu. Ve maalesef ki cesetler, tırlarla taşınmak durumunda kalınıyordu. Her gördüğümüz tırı, ceset mi taşınıyor gözüyle süzüyor; irkiliyorduk.
Uzun bir süre geçmişti. Aracımızı bahsedilen yerle bir olmuş apartmanın bitişiğine çektiğimizde ilk karşılaştığımız şey, çığlıklarla dolu ağlayışlar idi. İnsanlar, en sevdiklerini en acı şekilde kaybetmişti. Araçların üzerine dökülmüş molozlar, depremden önce ne hikâyeler yaşadıklarını gözler önüne seriyordu. Bizimle birlikte gelen toplamda üç ekip, görev dağılımına koyulmuştu. Yabancı ekiplerin yurt dışından gelmiş olmalarının avantajlarını ilk defa orada fark etmiştik. El birliği ile apartmanı incelemeye başladık. Apartmanı bilen birinin yönlendirmesi için orada bulunanlardan yardım istedik. Arama kurtarma yapılan apartmanlarda en zorlandığımız şey, apartmanın giriş kapısının bile yıkıntıdan fark edilemiyor oluşuydu. Orada bulunanlardan edindiğimiz bilgi ile apartmanın içerisine koridor açmanın yollarını aradık. Polonya’dan gelen bir ekibin lideri ile koridorun krokisini kabaca çizdik. Yanlarında eğitilmiş köpekler de vardı. Planladığımız şekilde görev dağılımını yaptıktan sonra apartmana giriş yapmaya başladık.
Ufalanan betonların çıkardığı tozlar, ciğerlerimize yapışıyordu. Maskelerimiz, üç günlüktü. Ağzımızdan çıkan nemin yumuşattığı maskelere yapışan toz kabarcıkları, gözyaşlarımızla ıslanıyor tekrar dönüp kabarcıklar oluşturuyordu. Her attığımız adımda ve her ilerlediğimiz koridorda cesetlere denk geliyorduk. “Aman Allah’ım” diyordum. Yanımızda birlikte çalıştığımız Polonya ekibinden bazılarının dilinde “Oh My God!” sesleri kulaklarımızı çınlatıyordu. Bir süre sonra öylece kalakaldım koridorda. Polonya ekibinden birinin bana seslendiğini çok sonra anladım. Meğer yaralı birileri arka odalardan yardım çığlıkları ile bize sesleniyordu. Daha fazla dayanamadım. Oracıkta düşüp kaldım. Ceset kokusu beynimi tüketen bir virüse dönüşmüştü. İçten beni eriten bu virüs, bedenimi de sarmıştı.
Gözlerimi açtığımda etrafımda insanlar ve ekipten arkadaşlarım vardı. Bütün samimiyetimle diyebilirim ki herkes ağlıyordu. Onlarca cesedin çıkarıldığı o apartmanda sadece iki kişi sağ çıkarılmıştı. Onlar da birçok yerlerinden kırık ve yaralı olarak çıkmışlardı. Ekibimizden birinin “Abi ne kadar da kolay ufalıyordu beton, gördün mü?” cümlesi ile koordinasyon merkezine dönmüştük. Ben hala kendimde değildim. Ben hala acıyı kanıksamamıştım…

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort