DOLAR 32,2234 -0.11%
EURO 34,9331 0.17%
ALTIN 2.445,790,57
BITCOIN 1966487-3,25%
Ankara
17°

HAFİF YAĞMUR

16:59

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Hakan IŞIK

Hakan IŞIK

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Bugün Anneler Günü Ve Benim Annem Yok…

Bugün Anneler Günü Ve Benim Annem Yok…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Chris, Sol Ayağım kitabında hayatının en önemli kahramanı olarak ifade eder annesini. Hiçbir zaman konuşamayacağını bilse de yazabildiği ilk kelime olan “Anne” sözcüğü ile annesinin gözyaşlarına boğulmasını bir usta romancı edasıyla yazar. Chris’in bedensel engeli vardır ve ruhu yaralı da olsa ölü değildir. İçinde kıvılcımlar saçan alevler gibi duygular olmasına rağmen yağan yağmurlar bile söndüremez annesine olan aidiyetini ifade eden o yangınları. Belki de o, bütün hayatı boyunca söyleyemeyeceği, dile getiremeyeceği ve hatta dışa bile vuramayacağı duygularını ilk annesine hissettiren ve annesinin onun için acı çekmesiyle kendini ifade edebileceğini düşünen biridir. O, yıprandıkça yırtılan, yırtıldıkça da yok olan bir hayatı amaçsızca betimlemesini bilmese de annesinin ruhunu her duyguda yitirip gitmesini bizlere sunan biridir. Benim hikâyem de Chris’inkine benzer diyebilirim. O bedensel engeli ile susarak anlattı özlemlerini, acılarını ve yükünü bense yazarak…
Diliyle anlatamadıklarını duygularıyla, kalemiyle anlatabilen az insanlardan biri olarak özlem, her zaman beni boğar. Daracık dünyamda kurduğum her hayalin yanı başında beliren annem, evimizin direği değildi aslında. Direkte ruh olur mu hiç? Oysa onun ruhu vardı. Chris’i andırır bir bedeni olsa da yılmayan bir ruh ile büyüttü bizi. Her zaman olduğu gibi o gün de kurduğu sofrada bize muhabbeti, demi ve sevdayı öğreten annemle son sofrada oturacağımı bilemeden oturmuştum. Soframızda yeterince doyuracak bir şeyler olmamasına rağmen hem fiziksel hem de duygusal olarak doyuracak bir şeyleri her zaman vardı annemin. En lüks, en şatafatlı sofralarda oturduğumda bile kendimi yaban ellerde ve yılkı yiyeceklerin ortasında bulurdum. Ne var ki onun sofrasında her zaman evimde ve onun sayesinde hissettiğim huzurun tadını çıkarırdım.
En son evde kurduğu sofrasında tıka basa duygusal doygunluğu hissederek tarlanın yolunu tutmuştum. Onu, kirli tabaklarla ve sessiz bir haldeki evimizde bırakıp gittiğimde sabah saat 09.00 idi. Gülücüklerinde baharın açtığı nur yüzlü annemle iyi dileklerle vedalaşmıştık. Gitmeden belki ihtiyacım olur diye küçük bir sepete yiyecekler ve termosta çay hazırlamıştı. Aklımın ucundan bile geçmezdi kalp krizi ile kaybedeceğimi. Chris’in hayatında ayaklarıyla ilk kez yazdığı “Anne” kelimesini, o gün bir daha kimseye diyemeyeceğimi hiç bilmiyordum. Selim İleri’nin annesi için dediği gibi “bir günüm bile sensiz geçmezken şimdilerde mezarına hasret kalacağım”ı ne acı ki bilemeden çıkmıştım evden.
Aradan uzun süre geçmişti. Lanet olası tarla bitmek bilmiyordu, bende de güç kalmamıştı. Atladım traktöre doğru evin yolunu tuttum. Anneme her dönüşüm benim için büyük bir mutluluk kaynağı idi. Ancak çok ilginç olarak bu sefer annem dışarılarda yoktu. Etraf, onun hayatına yansıyan ıssızlığı andırıyordu. Bu gariplik, dilini yutmuş Chris’i andırsa da Annem İçin’i yazan Selim İleri’ye ve bana göre değildi. İkimiz de bizi biz yapanı yazıyla ilmek ilmek dokumaya çalışan halı ustaları idik. Bize Chris gibi susmak düşemezdi. Hiç endişe etmedim. Çünkü biliyordum dışarıda işler bitse de içeri hep dağınık dururdu. Ben olmasam da babam dağıtırdı ortalığı. Gerçi elimden yemek vs her iş gelirdi ancak yine de annem beğenmezdi. Derken anneme seslendim. Ses gelmeyince merak edip içeri girdim. Bir kez daha yüksek sesle seslendim. Genelde yüksek sesle seslendiğimde bana kızardı “sağır mıyız oğlum” diye. Bu sefer hiçbir ses gelmiyordu. Kesif bir ölüm kokusu yayılmıştı etrafa sanki. Adını her andığımda ölümün, gölgesine sığınmak istediğim zakkum ağacına bile razı olacak kadar kaçma isteği doğuyordu bende.
İçimdeki acı katlandıkça yüreğim bir yığın toprakla doluşmuş hissediyordu. Gözlerim fal taşını andırıyordu. Hayatımda hep pişmanlık duyduğum şeyi yaparak odasına girdim. Girmez olaydım. Seccadesi üzerinde sağ tarafına uyumuş ve ruhunu teslim etmişti. Ben annemden tarla için ayrılmıştım. Ama o ayrılık, ebedi bir ayrılık olmuştu. Bundan sonra ben varken o olmayacaktı. Ve ölümün çok derin bir uyku olduğuna da hiçbir zaman inanmayacaktım. Selim İleri Annem İçin’i yazarken herkes benim annemi de kendi annesini de sevsin istiyorum demişti bense bu ebedi ayrılıktan sonra “Annenizden hiç ayrılmayın”… diyorum.

İletişim: Hakan IŞIK
hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Sol Ayağım

Sol Ayağım
1

BEĞENDİM

ABONE OL

1950’li yıllarda İrlanda’da yirmi iki çocuklu bir ailenin beyin felci ile dünyaya gelmiş çocuklarından Christy Brown’un hikâyesini konu edinen kitap, adeta bir bildungs hikâyesidir denilebilir. Fizyoterapinin ve hatta tedavinin bizatihi kendisinin henüz doğru dürüst keşfedilmediği bu dönemde çocuk felciyle boğuşan, hayata -onun deyimiyle- mağlubiyet ile başlayan, akranlarından uzak, oyun oynamayı bırakın dışarı çıkmayı bile başaramayan, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak derecede bağımlı bir çocuğun yaşama tutunma gayretinin işlendiği bir kitaptır. Chris, etrafını sadece gözleriyle izleyen, -en büyük destekçisi- annesinin yardımıyla yaşamaya çalışan biridir. Onun deyimiyle “o bir sakat”tır. Beş yaşına kadar bırakın konuşmayı iletişim kurma ve hatta zekâsını kullanıp kullanmama konusunda en ufak belirti göstermeyen Chris’in zamanla keşfettiği sol ayağı ile dünyası değişen biri olarak öne çıkar. Kardeşinin tembellik yapıp önemsemediği tebeşirleriyle yazmayı keşfeden, beş yaşında A harfini yazabilen, ilk yazdığı kelime olan “A-N-N-E” ile güçlü, başarılı, pes etmeyen ama yaralı bir annenin yüzünü güldürebilen bir çocuktur. Kitabın ikinci sayfasında otobiyografi diliyle kendini anlatırken “engelini ilk keşfedenin annesinin olmasından, başının her seferinde geriye düşerken annesinin kahrolmasından” bahseden Chris, gittiği her doktorun söylediği umutsuz cümlelerin onu ne kadar yaraladığını, annesini ise adeta kahrettiğinden bahseder. Beş yaşında olmasına rağmen hala bir bebek gibi bakıma muhtaç olmasını acı bir dille ifade eden Chris, ilk dikkatini çeken tebeşirden muhteşem resimler çizen bir ressama evrilişini, ilk sol ayağı ile yazdığı A harfinden zamanının en iyi yazarlarından olan Collis’i etkileyecek duruma gelişini anlattığı kitabında kardeşleriyle olan sıcak aile ortamını, karşılık bulamasa da âşık olduğu kızlardan bahseder.
Beş yaşına kadar fiziksel engeli ile zihinsel engelinin birbirinin aynısı gibi görülen, her ne kadar kardeşleri ve arkadaşları ile zamanını deli dolu geçiren biri olsa da değişen zaman diliminde kendini keşfederek, engelleriyle yüzleşerek adeta yıkıma uğrayan Chris, koca yürekli bir annenin gayreti ile yeniden doğuşunu iç konuşma diliyle anlatır. 1960’lı yıllarda aya ilk ayak basan Yuri Alekseyeviç Gagarin, kendisine ne hissettiği sorulduğunda “bu attığım adım benim için büyük ama insanlık için küçük bir adımdır” demişti. Tıpkı Gagarin gibi Chris de annesinin bin bir emek ve gayretiyle yazabildiği A harfi ile kendisi için küçük ama aydınlık bir geleceği için büyük bir adım attığının anlatıldığı hikâyede temelde zorluklarla verilen bir mücadeleye ayna tutulur. Sakat olmasından kaynaklı yaşadığı asosyallik ile ve kendiyle verdiği savaşı gözler önüne seren engelli bir çocuğun keşfettiği fizyoterapi ile yaşama tutunmasını konu edinir.
Ona göre sol ayağı, içinde yaşadığı hapishanesinin tek anahtarıydı. Onu aydınlığa çıkarabilen, onu anlatabilen tek organı oydu. Onun dışındaki organları, onun için bir anlam ifade etmiyordu. Varlar mıydı, yoklar mıydı onun için belli de değildi önemli de. Onunla dünyası değişir zamanla. Çünkü dilsizler de konuşurdu. Onların bizim gibi garip sesler çıkarmalarına da gerek yoktu. Ancak her şeyi sol ayağı ile yapmasının bir olumsuz sonucu daha var: Sol ayağını kullanırken diğer organları beyin tarafından unutulmakta ve diğer organlarını her geçen gün daha çok kullanamamaktadır.
Sol ayağı, onu farklı kılmakta idi. Ancak o, farklı olmak istemiyordu. Belki sol ayağı ile sıra dışı bir yeteneği öne çıkıyordu. Ki bu durum, onu gözde biri haline de getirebiliyordu. Ama o, sıradan insanlar gibi yürümek, konuşmak, tutmak, sohbet etmek istiyordu. O, sıradan olmak istiyordu. Sıradan olmak neden bu kadar lüks deyip sorgulamalar yapıyordu. her seferinde başı sert bir duvara toslamış şekilde tutsak dünyasına geri dönüyor, saldırgan biri haline geliyordu.
Bir gün tanıştığı Megrive, dünyasını baştan sona değiştirir. Annesi kötü bir hastalığa duçar olur. Herkes bayan Brown’un öleceği korkusundadır. Hastanede tedavisi sürerken hasta bakıcı Megrivee’ye oğlu Chris’ten bahseder. Megrive Chris’i merak eder. Onu Lourdes şehrine götürmeye karar verir Megrive. Orda bir nevi geziye katılacak olan Chris, öncesinde hiç görmediği ve ondan daha büyük engellere sahip çocuklarla karşılaşır. Chris için bir dönüm noktası olan bu gezi, onda aynı zamanda büyük bir kırılmaya da sebebiyet verecektir. Çünkü eskiden sadece alınganlık durumlarını ifade eden duyguları, bir melankoliye adım adım ilerliyordu. Uslu bir çocuk olan Chris, normal tepkiler vermek yerine artık annesine bile aptal diyebiliyordu.
İrlanda’nın Dublin şehrinde yaşayan Chris, tedavi amacıyla kapısına gelen fırsatları değerlendirme kararı aldığında dünyası değişir. Bazen katıldığı resim yarışmaları bile ailecek onları gururlandırırken “tamamen iyileşme umudu”nu koruduğu için aldığı zevkler sunî ve surî olur. Her seferinde denizin dalgalarının kıyıya vuruşu gibi engeli yüzüne vurur. En karşılıksız yardımcısı olan Henry’ye bindiğinde aldığı lezzete rağmen karanlık dünyasının aydınlığa açılabilecek yolları tıkanır her seferinde.
Yaşadığı hamileliği ile hastanelik olan annesine hasta bakıcılık yapan Katriona Delahunt, annesine bir mesaj yazmasını istediğinde “gözlerim ve kalbim dışında dilimle bir kez olsun anneme onu çok sevdiğimi söyleyemedim.” der ve annesine mesaj gönderir. Chris’in aldığı her desteğe rağmen başkasına bağımlılığının ömrünün sonuna denk anlatıldığı hikâye, özlemi, sevgiyi, acıyı, sitemi bir aşın hazırlanışı gibi işler.

İletişim: Hakan IŞIK
hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi

Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Gecenin sabahı, damarların kanı özlediği gibi özlediği bir zaman diliminde Orhan Veli’nin bir sözü zihnimde canlandı: “Sen ciğercinin kedisi, ben ise sokak kedisi…” Ne kadar da ruhumu acıttı bu söz. Hayata karşı çıldırırcasına bağırıp haykırmak istediğim en güzel sözlerden biridir diye düşünüyorum. Bizler farklı doğduk ama eksik büyüdük. Parlayan bir duvarın eksik taşı gibi ruhumuzda gedikler hiçbir zaman eksik olmadı. Her adım atışımızda çolak büyüyen ayaklarımız bir engel oldu bize.
1983 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinde yaşıyorduk. O dönemler; medeniyetin uğramadığı, Tanrı’nın “lanetlisiniz” diye cennetinden kovduğu Ademleri andırır bir zaman dilimi idi. Hiçbir şeyleri olmayan ama olmayan hiçbir şey ile mutlu olabilen az sayıdaki insanlardan birileri idik. Köyümüz Şerafettin Dağlarına sırtını vermiş bir ihtiyarı andırıyordu. Güneş her sabah bize lanetler okur gibi soğuk havayı bedenlerimize hissettirerek doğardı. Biz, güneşin doğuşunu “sürünmenin habercisi” olarak gördüğümüz için sürünmenin zamanının geldiğini düşünürdük. Ve bu yokluk günlerini umursamadan karşımıza zenginliği alırcasına sitemler yerine sevinçlerle günlerimizi geçiriyorduk. Dağlar, bayırlar, hayvanlar, sürüler ve hatta ormanlar arkadaşımız, sevdiceğimiz, şımarık bir kardeş gibi hep özlenen, hep beklenen gibi geliyordu bize.
Bir sabah, nedeni bilinmez bir kararla güzelim köyümüzü satmadan, kiralayamadan alabildiğimiz eşyalar ile terk ettik. O gün, Bruno Catalano gibi “gitme”yi düşündüm. Nasıl bir duyguydu öyle. Giderken arkamızda bırakacağımız anılarımız, türkülerimize konu olan yerler, gece sürülerimizi güderken çıkardığımız sesler ve hatta giderken farkında olmadan bıraktığımız parçalarımızı düşündüm. Köyümüzün her bir noktasına gömdüğümüz hatıralarımız vardı. O gün, bilincimizi bırakıp gidiyorduk. Bırakıp giderken neden gittiğimizi bile tam bilemeden gidiyorduk. Geride bırakılanlara bakamıyorduk. Bıraktığımız bir taşın bile bizdeki yerini düşünerek gidiyorduk. Bazen de geride bıraktıklarımıza dönüp bakmadan gidiyorduk. Yeni bir yeri satın alacak durumda değildik ve o psikolojiye de sahip değildik. Çok uzak akrabalarımızın olduğu yeni köye tam üç gün sonra at üstünde ulaştık. Peşimizden koyun sürülerimizi babamlar getiriyordu. Dedemler sayesinde geldiğimiz yeni köyde hiçbir şeye alışamadık. Öcü gibi bakılıyordu bize. Meğer ne kadar da medeniyetten uzak kalmıştık. Biz kendi dünyamızda mutlu idik ama çok geriden medeniyeti takip ettiğimizi yeni köye gelince anladık. Bruno’nun ruhu eksik resimlerinde olduğu gibi ruhumuzu kaybetmiştik. Yıllarca gençlerimize kız vermedi kimse. Aile içi evliliklerle doğan çocukların çoğu sakat doğdu. Başka çaremiz yoktu çünkü. Ve işin ilginç tarafı beş vakit namaz kılan, iyi dindar kimseler tarafından bizim tarafımıza tek kuruş yardım ve hatta sosyal destek verilmedi. Adeta yenidünyanın karanlığında kaybolmuştuk. Geldiğimiz köyde ilk defa araba görmüştük. Her geçen arabanın çıkardığı egzoz kokusunu içime çekiyor, arka tekerleklerinin yükselttiği dumana uzun uzun bakıyordum. O bakışlarım, içimi acıtan şeyin hayal kırıklıkları değil; yaşanması mümkün olup yaşayamadıklarımın ifadesiydi.
Olanlara dayanamayan birçok aile bireyimiz Almanya ve Fransa’ya kaçak yollardan yüklü paralar harcayarak gitti. Babamın dedemden sonra ısrarla köyümü, emeğimi bırakıp gitmem inadı nedeniyle yurt dışına gidemeyen biri olarak hala içinde yaşadığım toplumun değerlerine aşina olamamış, kendi dünyasında bir çarpıklık yaşayan, ruhunu kaybetmiş bir müteharrik cesede benzediğimi düşünüyorum. Yaşıtlarıma göre çocukluğunu yaşamamış, çocukluğunun tek bir saniyesini bile özlemeyen biri haline geldiğimi acı ile anlıyorum. Özetle tarih felsefesi alanında Vico’yu, Collingwood’u okuyorum. Ulusların ön yargılarının olduğundan bahseder. Bu durumun hakikate ulaşmada sorun oluşturduğundan bahseder. Günümüzde bir mülteci veya bir siyahi görüldüğünde aniden ortaya çıkan ön yargılar gibi. Ya da yeni taşındığımız köyde herkesin bize öcü gibi bakışında olduğu üzere. İnsan, kendisine ait bir şeyi nasıl ortaya çıkarabilir diyorum. Bruno gibi eksik bir kendilik mi içimizdeki? Yoksa içinden çıkamayınca önyargılarımızdan kopamama ruh hali mi? Öbür taraftan Tocqueville’ın Amerika’da Demokrasi’sine bakıyorum. Neden bizde de bu tarz bir demokrasi kültürü olamadı diye sorguluyorum. Çoğu zaman da Bruno gibi tam özgürlüğüme kavuştum dediğim bir anda elimde dünyalık birkaç malzeme, içimde olmayan bir ruh ile gezen bir cesedin çırpınışlarına maruz kalıyorum.

İletişim: Hakan IŞIK
hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Koli Baba Efsanesi

Koli Baba Efsanesi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Gece ayazını iyice hissettirdiğinde tepeleri beyaza bürünür Koli Baba’nın. Ay Dede misali sürüklenir aşağılara doğru eşsiz aydınlığı. Onu görenlerin kılavuzudur görüntüsü. Nice çobanlar, onun sayesinde sürülerini ovalara indirmiştir. Altından serin sular, sazlığın içinde şırıl şırıl akan Kaniya Hevz’ı meydana getirmiştir. Yanından geçenlerin duası ile de ihtişamını yaz kış gösterir herkese. Bir denizin dinginliği gibidir edası. Mahcubiyet hissetmez hiçbir zaman, endamını sergilerken. Her yağmurun damlası gibi hayat vereceği çukuru bulurcasına adımını atar ümitlere doğru. Ve bu dağ, sevdaların ilk adımını attığı yer olarak zihinlere kazınmıştır.
Rivayete göre Kaniya Hevz’in doğduğu bu dağlarda yedi kardeş yaşarmış. Yedi kardeşe atıfla akan bu su, yedi yerden biter. Güçlü bir urganı beline dolamış kadın gibidir her bir çıkışı. Akarken sanki birileri gerisin geri çekiyormuş dursa da şırıl şırıl akıntısının çıkardığı avazlar, damlacık olur yerde biten çiçeğe. Her kaynağın bittiği yerinde akan suların berraklığı aynaları anımsatır insana. Koca bir ovanın yıllık sularının temininin yanında bir de güzellere mekân olur. Her yazın gelişiyle birlikte insan akınına uğrar burası. Mesireye gelen genç kızların zılgıt seslerine eşlik etmek ister erkekler. Böylesi güzellikleri doğasıyla sunan Koli Baba, yörenin kutsalları arasında sayılır.
Hikâyesi derindir Koli Baba’nın. Yedi kardeşi babaları farklı bölgelere gönderir. Hebi Baba, Goşkar Baba, Koli Baba… Beddua etmiştir onlara. “İki cihanda yakanız bir araya gelmesin” diye. Nedeni de bilinmez bedduanın. Şimdilerde etraflarında çaputlar bağlanır da bahtlar açılır derler. Kimi gece rüyasında evleneceği erkeği bekler, kimi de bulamadığı ekmeğin yolunu gözler.
Aralarında en acıklı hikâyenin Koli Baba’nın olduğunu söylerler. Koli Baba, yedi kardeşin en büyüğüdür. Doğduğunda köyün en yoksulu olan babasının tek umududur. Lakin küçük yaşı, babasının hasretini artırır. Zamanla büyüdükçe babasına verdiği lezzet, başka kardeşlerinin olmasını da sağlar. Böylelikle yedi kardeşten oluşan bir aile olurlar. Babaları Boçia’yı andırır. Otar Çiladze öyle der onun için Yolda Bir Adam Yürüyordu’da. “Ölümüne kadar erkek doğur” der karısına o da.. Ah bu erkek beklentisi belası desek de onlar, öyle beklerler. Genç bir yiğit olur Koli Baba. Cesur ve gözü pek bu yiğidin namı diyarları dolaşır. Altı kardeşi ile hükümranlıklarına başlayan kardeşler, sürü sürü koyunların sahibi olur. Çobanlar tutarlar sürülerine. Kahyaları her gün ve her saatte hizmetlerini görür. Her birinin evlilik vakti geldikçe evlendirilir ve civarda onlara kızını vermek için insanlar sıraya girerler.
Ne var ki babaları onlardan şikâyetçi olmaya başlar. Bütün zamanını onların büyümesi ile harcayan baba, onların ahlaki olarak savrulmalarının acısını yüreğinde hisseder. Sefalet içinde yaşayan komşularını hor gören evlatlarının şikâyetleri her ona ulaştığında “Ben ne istedim de Allah bana ne verdi.” deyip kendini dağlara vurur. Ruhunu saran bu sıkıntılar her titreşimde kendini gösterir, telaşla evine eşine koşar hale gelir. Baba yüreği bu ya, kıyamaz evlatlarına lakin gönlü buluta rastlamış güneş ışıkları gibi kırıktır.
Derken buralarda her şey belirsizdir ya. Çocuksu sayılabilecek bir neşe gibi görünse de olan bitenler acıklı birer hikâyenin gelişme kısmını anımsatır. Sonbaharın kızılın zerafetine bürünmüş bir gününde aldığı haberle yıkılan baba ellerini semaya diker ve “ya Rab! İki cihanda yakanız bir araya gelmesin” deyip oracıkta hayatını kaybeder. Meğer küçük oğlu, köyün bir garibanını öldürmüştür. Köyde o, garibandır, değeri yoktur. Lakin babaları onu da insandan bilir. Oğlu öldüremez onu, onun kimseyi öldürmediği gibi.
Yağmur çok inceden terennüm ederken zaman düşman kesilir kardeşlere. İki yakaları bir araya gelmemeye başlar. Talih bu ya, ayrılır kardeşler birbirlerinden. Kimi öteye, kimi beriye sürgün eder hayatlarını. Koli Baba, “Ben buranın çocuğuyum, gidemem. Gidecekseniz siz gidin” der kardeşlerine. Kardeşleri hayata saldırır bir edayla baksa da ona, dediklerini yapmaktan başka çareleri olmaz. Pelerini andıran zengin yeleklerini giyip yola gidedururlar. Hikâye bu ya, az giderler uz giderler ama dere tepe düz gitmezler. Dağlık köylü, dağı sever derler. Onlar da adetlerinin öğrettiklerini kendilerine küpe ederler.
Koli Baba, yedi sürünün sahibi olur. Bir yandan babanın acı gidişi öbür yandan kardeşlerin firakıyla yanmış gönlü. Yaşadıklarını belki de tarif etmek dünyanın en zor işidir. Ancak o, zenginliğinin verdiği sınırsız imkân alanı ile yoksula yedirir, fakiri doyurur biri olur. Babasının bedduasına nail olsa da damarlarındaki asiliğin ortaya döktüğü bir pehlevanın nefesi gibi olur zamanla. Ancak babası gibi onun da vardır bir sorunu. İyi insan kötü eşe denk düşer de bahtı kötü olmaz mı? Koli Baba, her yılın bitiminde teker teker sürülerini saydırır, kırkar kırkar zekâtını verir. Eşinin her karşı çıkışına aldırmaz. Malım bereketlenir deyip dağıtır sağa sola yardımını.
Bir gün uzak diyardan bir atlı konağına misafir olur. Rüyasında babasını gördüğünü ve Kaniya Hevz’in önünde elleri açık beklediğini söyler. Koli Baba, mağrurdur. Yüreği, bedeni gibi taş değildir. Ağladı mı, feryadından gök ağlamaktan utanır da susar. Kardeşlerimi bulmam lazım der karısına. Ancak senden bir isteğim var evimin gülü der: “Babam, açtı ama açı yedirdi. Sen de malımın zekâtını, kurbanını vermeyi unutma” …
Ertesi gün heybesini hazırlar, düşer Tanrı’nın unuttuğu Serhat Diyarı’nda yollara. Bir yanı kardeş acısıyla tar u mar olurken öbür yanı sürükleye sürükleye babanın özleminin burnundan indirir yüreğine. Dağların ardından yol alırken güneşin gölgesinin kapladığı engin yükseltilerin açtığı dar ve küçük avlulardan yüreği ürperir de geçer. Lakin beri de bıraktığı cimri karısı da aklından çıkmaz. Meğer öyle bir zaman geçmiş de yolculuğu yılları bulmuş. Evine yürek pareleri kardeşlerini bulmadan döndüğünde kon denilen çadırlarının olduğu yerde tuhaf taşlar görür. Taş mıdır insan mıdır yoksa heykelden birer şema mıdır derken endişe ile etrafını seyreder. Ordan geçen biri der ki: “Ey Koli Baba, bırakıp gittiğin bu diyarlar gazaba uğradı. Bağlar kurudu, bostanlar çürüdü. Karın olacak uğursuz bir kurbana bedel bin kurban bedel verdi.” Deyince ne diyeceğini bilemez olur.
Meğer karısı kurban vereceği zaman “Allah’ım bu sene Koli Baba evde değil. O olmadan malının kurban verilmesi bana düşmez. Seneye her bir kurban için iki kurban veririm.” demiş. Vermezsem Koli Baba’nın tepesinde taş olam sözünü vermiş. Gel zaman git zaman günü gelmiş. Başı karlı dağın başında verdiği sözü hatırlatanlara “Saçlarımda binler bit var. Tanrı için binleri kurban edeyim.” Deyince gazaba uğramış ve sürüleri ile oracıkta taşlaşmış. O gün bugündür Koli Baba’nın tepesine çıkanlar taşlaşmış o bedenlerin ardından görünen sırra şahitlik eder, Kaniya Hevz’den su içenler lanetlerini yinelerler…

İletişim: Hakan IŞIK
hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?

Celil Korkaktır, Ona Kız Verilir Mi?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Güneş, Varto’nun tepelerine inmeye başladığında ilk selamladığı yer Goşkar Baba Tepesi olur. Şirin ama solgun bir yüzü andıran bu tepenin hemen dibinde kurulan Kalçık Köyü ise Celil’in kaderinin çizildiği mahpushanedir diyebiliriz. Celil, doğumuna iki ay kala babasını kaybetmiştir. Babası, döneminin ekonomik sorunlarından kaynaklı köyde tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışan biridir. Yazın tırpan ile biçtiği otları dağların yüksek kesimlerinde toplar. Kışın ihtiyaç duydukça kızakla köye indirir. Bir gün kızakla otları indirmeye çalışırken kızağın ayaklarına dolanan kaputunun etkisiyle savrulur, uzun bir süre sürüklendikten sonra dik bir yamaçtan çakılarak feci şekilde can verir. Celil de dağların ve soğuğun hüküm sürdüğü Kalçık’ın sırtlarında kah çobanlıkla kah da amelelikle geçim derdine düşerek büyür. Buralarda babasız olmak, ölümden beterdir. Anne, baba olamaz. Törenin anneye biçtiği rolün dışına çıkamaz çünkü anne. Celil de böylesi bir yazgının hükümranlığında hayata atılır.
Goşkar Baba, dini ve tarihi bir figürdür Kalçık’ta. Özellikle sağlık sorunları olan insanların bilhassa çocukların lanetlendiği inancı vardır. Köyde bir yaygara kopmuştur: Celil’in babası zalim olmasaydı, Celil babasız kalmazdı. Onun zalimliği nedeniyle Goşkar Baba’nın bedduasına nail oldu. Dolayısıyla acı bir ölümle çocuklarını yetim bıraktı gitti. Garibim Celil, hiçbir şeyin farkında olmadan büyür. Herkesin her önemli günde mezar taşına ip bağladığı, uğruna kurbanlar kestiği Goşkar Baba’ya o, içten içe nefret besler; saygı duymaz. İçinde filizlenen kin, henüz biten bıyığındaki sarı kılları terletircesine yayılır. Bir yandan babasının söylendiği gibi zalim olmasına kızar öbür yandan ise “Goşkar Baba iyi biri olsaydı babamı geçtim biz çocuklarına neden acımadı?” der. Cevapsız soruları uzadıkça içinde alevlenen öfke, bitmez tükenmez bir hal alır.
Koyun sürülerinin peşinde ömür tüketilir mi? Yahut herkesin kutsal saydığı Goşkar Baba, onu bu denli kimsesiz bırakmışsa Kalçık’ta durmanın bir kıymeti var mı? Zihni bu sorularla zaman geçirir Celil’in. Goşkar Baba, onu çok gücendirmiştir. Ama o, babası gibi kaderine razı olmayan bir kana sahiptir. Hele bir annesi vardır. Dünyanın yükü sırtında da olsa of demez, dört elle sarılır çalışmaya. Annesi inatçıdır Celil’in. Kaybolan yaşam sevinci için yüreğinde duyduğu acının mücadelesini vermek ister hep. Onun da hayalidir, Celil’i evlendirmek. Babasız çocuğun baba olduğunu görmek. Lakin zaman ne getirecek bilemezler. Zamanla birlikte Goşkar Baba’nın kimi lanetleyeceğini hiç bilemezler.
Kalçık’ta zengin bir gelenekler örgüsü vardır. Değişik değişik inançlar, uygulamalar köyün kanaat önderleri tarafından uygulanır. Kapalı bir toplum olarak Kalçık, dışarıya kız vermezler. Ancak köyün içinden de her erkeğe kız vermezler. Erkeğin cesaretli ve çalışkan olması bayağı önem taşıyan bir koşuldur. Doğrusu bu köyde doğan her erkek genelde cesaretli ve çalışkandır. Karların erimesi ile birlikte koyun sürüleri yavrularından ayrılır. Sürüler gündüz otlatıldığı gibi gece de otlatılır. Koyunların besili olması temel hedeflerdendir. Buna azami özen gösteren köylüler, kızlarını evlendireceği erkekleri de böylece gece otlatmalarında tanır. Yani erkeğin cesaret ve çalışkanlığı geceleri ortaya çıkar.
Ne var ki Celil’in bir sorunu vardır. Celil, koskocaman köyde yalnız ve kimsesizdir. Onun yaşadığı sorun, vücudunu saran bir hastalık gibi günden güne yüzüne yansır. Celil, geceleri görmezmiş. Bu durum köyde dedikoduyu sevenlerce dilden dile yayılır olur. Gündüz savaşçı gibi atılgan Celil, karanlığın bastırması ile birlikte önünü göremez hale gelir. Günden güne eriyen bedeni, yaşadıklarını kaldıramayacak hale getirir onu. Kimse anlamaz onu, derdini kimseye açamaz olur Celil. Köyün yaşlısı Alihan Dede, Goşkar Baba’nın Celil’e de lanet ettiğini söyler kolukomşuya. Bunu duyan anne yüreği, yedi kurban kestirir. Lakin Celil, gündüz gözleri görmeyen yarasalar gibi geceleri sağa sola çarpa çarpa yürür, Goşkar Baba’nın mezar taşlarına ellerini dokunduran annesinin sesi, her gece kulaklarda yankılanır olur. Ancak Celil, her geçen gün açılır beklentisi içinde iken gözleri gece göremez olur.
Aradan zaman geçer. Hem de öyle bir geçer, Celil’i eze eze geçer. Akranları yuva kurup evlenir. Celil ise “köre kız verilir mi, aslında korkak o. Geceden korktuğu için öyle davranıyor. Yok yok, Goşkar Baba ona lanet etmiş. Ona kız verilmez” sözlerini duydukça yüreğinden vurulur. Yürek mi? O ne ki? Babasından sonra taşa bürünür o. Annesini gördüğünde kor olur düşer yangınlar, üzerine su serpecek bulamaz. Annesine görünmek istemeyen Celil, koyun sürülerinin dinlenmeye çekildiği çadırlarda uyur, gündüzleri ise sürüsüne bakar. Bir gün yüreği kaldıramaz artık olan biteni. Babasının mezarına gitmeye karar verir. Babasına kızacak, neden beddua alacak şeyleri yaptığının hesabını soracak. Kim bilir, suçu yoktur ama babasının yüzünden o da boynu bükük ortada kalmış. Babasının mezarına geldiğinde gözlerinden yaşlar akmaya başlar. “Neden baba, neden?” der. Yoksulun da mezarı yoksul olur nedense. Derme çatma toprakla örülü mezardan kalkıp “Oğul, hiçbir suçum yok. Aldanma köylülere. Goşkar Baba’nın bize beddua ettiği yok.” Diyecek hali yoktur babanın. Baba, gamlı kederli dünyayı bırakmıştır çoktan arkasından. Sorularının cevabını alamayan Celil, uzun bir süre mezarın başında bekler. Bir babaya bakar bir de Goşkar Baba’ya.
Celil, daha fazla dayanamaz söylentilere. Bir gün babasının düştüğü kayalıklardan atlar. Cesedini çoban köpekleri bulur Celil’in. Sarı teniyle gülümseyen gözleri açık şekilde gitmiştir Celil’in. Goşkar Baba’nın mezarına götürürler tabutunu. Oysa Goşkar Baba ona lanet etmişti. Ne bilsin ki köylüler veya nerden bunu dert etsin ki? Ritüeller eksiksiz yerine getirilir. Celil, babasının yanı başında toprağa verilir. Aradan zaman geçer. Köye gelen bir grup sağlık ekibi köylünün sağlık taramasını yapar. Yapılan tetkiklerde Celil’in annesinde genetik gece körlüğü teşhisi konulur. Meğer Celil korkak değilmiş, kör de değilmiş. Genetik bir hastalık durumu olan gece körlüğü yaşıyormuş. Ama herkes Celil’e ve babasına Goşkar Baba lanet etti bilirmiş…

İletişim: Hakan IŞIK
hakanisik49@gmail.com

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort