DOLAR 32,2234 -0.11%
EURO 34,9331 0.17%
ALTIN 2.445,790,57
BITCOIN 1966487-3,25%
Ankara
17°

HAFİF YAĞMUR

16:59

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Mert Yiğit

Mert Yiğit

09 Kasım 2017 Perşembe

Sultan VI. Vahideddin (1861-1926) | Araştırma

Sultan VI. Vahideddin (1861-1926) | Araştırma
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir garip şair der ki:

“Aç ve çıplak düşerken yollara, dönmek vardı umutla”

Sondu bakışım serin sularına, bir hasret vardı gönül bağımda

Bir seni götürdüm gözyaşımda, vatanın toprağın yanında

Elveda demek düşerken artık bize, ne bir çift el vardı ardımızda sallanan

Ne de bir beyaz mendil, apar topar toprağından bendim yollanan

Altı yüz yılın yükü, kahrı ve kederi, ak saçlı başımdadır.

Başımdadır yıkılan saltanatların uğultusu söyle ben miyim bu yıkıntıların ve bu harabe şehirlerin suçlusu?

Sen söyle mehteranım, sen söyle, ben hangi çağın sürgünüyüm?

Bunun içindir ki çal diyorum sana, mademki hiç kimse uğurlamaz beni limandan

İşte son duam: Eylemesin Mevlam bizi dinden imandan

Çal mehteranım çal bana 600 yıllık sevdanın şarkısını.

Çal mehteranım, çal bana!

 

Şehzadeliği

Babası Sultan I.Abdülmecid Annesi Gulüstü Kadın Efendi’dir. Anne ve babasını küçük yaşta, kaybettiği için babası Abdülmecid Efendi’nin kadınlarından, Şaheste Hanım tarafından yetiştirilmiştir. Gençliğinde çok iyi bir eğitim almış, şiir ve müzik ile uğraşmıştır. Abisi Sultan II. Abdülhamid Vahideddin Efendi’nin, iyi bir şehzade olarak yetişmesi için ona hocalar tutmuş, rahat bir hayat yaşamasını sağlamıştır.

Şehzade Vahideddin Efendi, veliaht ilan edilinceye kadar gözden uzak bir hayat yaşamıştır. Çengelköy sırtlarındaki köşkünde kitap okur, at biner, besteler yazardı. Amcası Sultan I. Abdülaziz han’ın oğlu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin ölümü üzerine veliaht ilan edildi. Veliaht ilan edildikten sonraki yaşamında kendini resmi kabullerde göstermeye başladı. Hatta Sultan Reşad’ın gidemediği Almanya ziyaretine bile, yaveri Mustafa Kemal ile birlikte gitti. Bu seyahat sırasında, Mustafa Kemal’i yakından tanımış ve nasıl bir yapıda insan olduğunu kavramıştır.

Tahta Çıkışı

 Ağabeyi Sultan V.Mehmed Reşad çok zarif bir insandı. Kimseyi kırmaz padişah dahi olsa insanlara saygı ile yaklaşırdı. Bu mevlevi ruhlu insan, 1. Dünya Savaşı’nın bitişini göremeden 1918 yılında vefat etti. İttihatçılar pek istemeseler de, büyük ağabeyi Sultan II. Abdülhamit’in tıynetinde olan Şehzade Vahideddin Efendi’nin kapısını çalmak zorunda kaldılar. Kendisine teklif edilen tahtı hemen kabul etmeyen ve düşünen Şehzade Vahideddin, güvendiği insanlar ve çevresi ile görüşerek bu ağır yükü kabul etti.

Tahta çıktığında;

“Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”

Tahta çıktığında yaşı epey ilerlemiş olan Sultan Vahideddin’in, Topkapı sarayındaki culüs törenine geldiğinde romatizma ağrılarından muzdarip olduğu belliydi. Yanındakilerden bastonunu isteyince; “Bastonunuz çengelköy’de köşkte kaldı efendim.” cevabını aldı.

Bu cevap sonrası ızdırap içinde yürümeye çalışan Sultan Vahideddin, “Bu bir felaket!” diyebildi. Sultan’ın, 4 yıl 5 aylık saltanatı da hep felaket üzere geçti.

Tahta çıktığında I. Cihan Harbi bitmiş, artık antlaşmaların yapılma vakti gelmişti. 30 Ekim 1918 tarihinde, Mondros limanında Osmanlı adına bahriye nazırı Rauf Bey tarafından, Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanıyor. Sultan Vahideddin, Rauf Bey’den beklediği haberler gelince beyninden vurulmuşa dönüyor, elindeki tesbihini yere düşürüyor ve boğazın sularına uzun uzun bakıyor. Sultan Vahideddin, Osmanlı’nın savaşta mağlup edilmesine rağmen, devleti kurtarmak adına yeni kararlar alıyor ve ilk olarak; ittihat ve terakki heyetini yönetimden uzaklaştırıyor hemen ardından meclisi feshediyor.

Sultan Vahideddin, ağabeyi Sultan Abdülhamid gibi denge politikası izleme taraftarı idi. İngilizler ile iyi anlaşarak, devletin sorunlarını çözebileceğini düşünmüştür. Lakin bu durum maalesef gerçekleşmemiştir. Bunu gören Sultan Vahideddin, yaverlerinden milleti kurtarabilecek paşalar bulmalarını ve kendisine sunulmasını istemiştir. Bir kaç gün içinde yaverleri Sultan Vahideddin’e bir liste getirmişlerdir. Listenin başında ki isim, sarıgül lakaplı Mustafa Kemal idi. Bunun üzerine Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal’i saraya çağırarak onunla bir konuşma gerçekleştiriyor.

Son Osmanlı Sultanı henüz bir yıllık padişah, Mustafa Kemal’in yardım etmesini istiyor. Tam yetki ile ordu müfettişi olarak Anadolu’ya geçecek olan Mustafa Kemal Paşa heyecan içinde olan padişaha:

-Merak buyurmayınız efendimiz, noktai nazarı şahanenizi aldım. İrade-i seniyyeniz olursa, hemen vazifeme hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım. 

Sultan Vahideddin, ‘muvaffak ol’ diyerek cevaplamıştır. Mustafa Kemal Paşa huzurdan ayrılırken, Başyaver Naci Paşa elinde ufak bir kutuyu saygılı şekilde Mustafa Kemal’e uzatarak zatı şahanenin ufak bir hatırası. Mustafa Kemal, zatı şahane lütuf buyurdu diyerek teşekkürlerini beyan etti. Sultan Vahideddin efendinin tuğrasının işlenmiş olduğu bu saat, nice zaman sonra Mustafa Kemal’i bir kurşun darbesinden koruyacaktı. (Yılmaz Çetiner Son Padişah Vahideddin Kitabından Alıntıdır.)

Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinden itibaren yayımladığı genelgeler ve konuşmalar ile vatanın kurtulması için çalışmalara başlamış oldu. Sultan Vahideddin tüm bunlardan haberdardı ve içten içe Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıkları bu davranışları takdir ediyordu. Lakin İngiliz Hükümeti Mustafa Kemal’in yaptıklarını tehlikeli görüyor ve sürekli İstanbul Hükümeti’ne baskıda bulunuyordu. Bunun üzerine Sultan Vahideddin, usulen Mustafa Kemal’i görevden aldı ve İstanbul’a tekrar dönmesini buyurdu. Lakin Mustafa Kemal Paşa, bu emre itaat etmedi. İngiliz Hükümeti, tüm bu yapılanlara karşı İstanbul Hükümeti’ne baskıyı artıyordu ve Mustafa Kemal’in öldürülmesi için fetva yazılmasını istiyordu. Bunun üzerine Sultan Vahideddin istemeyerek Mustafa Kemal için idam fermanı çıkarttırdı. Tüm bunlardan haberdar olan Mustafa Kemal, hakkında çıkan idam fermanı ile askerlik mesleğinden istifa ediyor ve kurtuluş harekâtına sivil olarak devam ediyor.

Tüm bunlara rağmen Sultan Vahideddin, kurtuluş harekâtını canı gönülden desteklemiştir. Mustafa Kemal’in kazandığı her savaşta bizzat telgraf gönderme inceliğinde bulunmuştur. Hatta Çengelköy’de bulunan atlarını dahi satıp, parasını kurtuluş harekâtına göndermiştir.

Bugün Sultan Vahideddin’i hain gösterme çabası içinde olan gafil tarihçilerimize Sultan Vahideddin’in şu sözünü aktarmak lazımdır:

“Facialara ve olaylara kalkan olamadım ise de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim. Kendimi feda ederek, vatanı kurtarmaya çalıştım.(Sultan Vahideddin’in Hatıralarından)

Saltanatın Kaldırılması

Mustafa Kemal, kazandığı zaferlerden sonra halkı arkasına aldığını düşünür ve meclise bir kanun tasarısı verirerek, saltanatın kaldırılmasını teklif eder. Mecliste bulunan mebuslar, ağır bir tartışmaya girerler. Kimi gruplar, saltanatın kaldırılmasını savunurken kimi gruplar ise saltanatın kutsal bir makam olduğunu, meclisin bu makamı kaldırmaya yetkisinin olmadığını söylerler. Tartışmalar neticesinde 1 Kasım 1922 tarihinde saltanat lağvedilir. Halifeliğe dokunulmaz.

Saltanatın lağvedildiğini duyan Sultan Vahideddin karar karşısında uzun uzun düşünür. Bir hafta sonra Ankara Hükümeti adına Sultan vahideddin ile görüşmeye gelen Refet Paşa, Sultana halife hazretleri diye hitap edince, Sultan Vahideddin kızgın bir şekilde; “hanedanımızın hiçbir ferdi saltanatsız bir hilafeti kabul etmez” diyerek Refet Paşa’nın konuşmasına son verir.

İstanbul’da hayatını tehlike de gören Sultan Vahideddin İngiltere Devleti’ne bir mektup yazar:

“İstanbul’da ki işgal orduları başkumandanı General Harrington cenaplarına;

İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devleti fehimanesine iltica ve bir an evvel istanbul’dan mahalli ahvale naklimi talep ederim.”

(Müslümanların halifesi VI. Mehmed Vahideddin)

 

Sürgün Yılları Ve Ölümü

17 Kasım 1922 günü Sultan Vahideddin, belki hayatında verdiği en yanlış kararı vererek ‘malaya’ isimli İngiliz zırhlısına binmiş ve vatandan ayrılmıştır. İlk sürgün noktası malta adası olmuştur. Burada 3 ay kadar kalan Sultan, Hicaz Kralı Şerif Hüseyni’nin daveti üzerine mekkeye gitmiş, burada umre vazifesini icra etmiş daha sonra Şerif Hüseyni’nin, halifelik üstünde ki emellerini anlayınca San Remo’ya gitmiştir. Burada kendisine ve maiyetine yetecek ölçüde bir villa kiralamış ve geri kalan hayatını burada geçirmiştir. Sultan Vahideddin, İstanbul’dan ayrıldığında yanında sadece 2000 İngiliz lirasından başka hiçbir serveti yoktur. Atalarından kalan ve Topkapı Sarayı’nda olan hazinelerden hiç birine el sürmemiştir. Sultan Vahideddin, sürgün yıllarında en büyük sıkıntıyı ekonomik yönden çekmiştir. Maiyeti ile birlikte kişi sayısının fazlalığı nedeniyle bir süre sonra giderlerini karşılayamaz olmuştur. Bu konuda uzun uzun düşünen Sultan Vahideddin, İstanbul’dan getirdiği nişanlarını satmak istemiş, lakin bir darbe de buradan almıştır. Tahta çıktığında takılan nişanlar sahte taşlarla bezenmiş satmak istediği bu nişanlar beş para etmez çıkmıştır. Hayatının bu denli kötü gitmesi sultanın sağlını bozmuş, ilaçlarını alamaz hale gelmiştir.

15 Mayıs 1926 günü Sultan Vahidettin, çektiği elem ve ızdıraplar sonucu büyük bir enfaktüsten hayatını kaybetmiştir.

Sultan öldüğünde bakkala ve kasaba olan borçlarından dolayı tabutu hacz edilmiş ve villanın alt katında bir ay boyunca tutulmuştur. Bu durumu haber alan padişahın kızı Sabiha Sultan, küpelerini satarak borçları kaldırmıştır.

En büyük sorun ise sultanın nereye defin edileceğindedir. Türkiye, hiçbir şekilde cenazeyi kabule yanaşmamıştır. Değişik İslam ülkelerine başvurulmuş lakin o dönemde çoğu boyunduruk altında olduğu için müspet bir sonuç alınamamıştır. Daha sonra Suriye’nin Şam şehrinde bulunan Yavuz Sultan Selim Cami haziresine gömülmesi için izin çıkmıştır. Damadı Şehzade Ömer Faruk heyetinde götürülen cenaze, Yavuz Sultan Selim Cami haziresine defnedilmiştir. Sultanın talihsizliği cenazesinde dahi onu bırakmamıştır. Defin için kazılan yerden su çıkınca caminin değişik bir bölgesine defnedilmiştir.

 

Sultan Vahidedin’in Kendini Savunması

(Yılmaz Çetiner Son Sultan Vahideddin Kitabından Alınmıştır.)

“Bismillahirrahmanirrahim
Alevlenişinin başlangıcında devletimizin iştirakine katiyen rıza göstermediğim ve bütün müddeti devamınca elimde bulunan bil cümle vasıtalarla tahribat ve zararını engellemeye çalıştığım 1. Dünya Harbi’nin feci akıbetleri tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda, kardeşimin esef verici vefatı vuku bularak Osmanlı anayasası gereği ehli hal vel akd biati neticesi Hilâfet makamına gelmiştim. O günler göz önüne getirilirse, hükümdarlık makamını kabul ettiğim zaman beni karşılayan müşkülatın derecesi ve azameti takdir olunacaktır.

Bilahare cephelerimizin sırasıyla sükût kalması ve galip gelme ümidi olmayan harbin devam etmesi, ayrıca devleti korumak ve gereklerini tatbik etmek maksadıyla 1908’den beri idaremizin başına yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden ifrat ediciler mevcuttu. Bunların nüfuzlu kısmının harpten istifade ederek memleket içerisinde kıymet verdiği yağma, vurgunculuk ve anlaşılmaz maksatlarla yer yer vuku bulan günlük yangınlar sebebiyle, başşehirden hudutların sonuna kadar memleketin her noktasında milletin varlığı bitmekte ve dehşet verici bir şekilde heder olup gitmekte idi. Bu facialar karşısında yapılacak hedef ve gaye, tatbiki sulh ve barışın sağlanmasından başka bir şey olamazdı. Bu maksadın yerine getirilmesi için hiçbir gecikme caiz görülmemiş ve mümkün olan her çareye başvurulmuştur.

Fakat harbin devamından menfaat sağlayan, memleketimizdeki hukuk idaresine ve salahiyetine dalma tecavüzüne alışmış olan zamanın hükümeti ile bu hükümetin etrafında oluşan ihanet şebekesi, bizim çalışmamızın verimli olmasına mani olarak tek başına sulh müzakerelerine girişti. Bizim elde edeceğimiz menfaatlere, müsait şartlara ve muhterem milletin mazlum kanının sebepsiz yere heder olmaktan koruyacak bir imkân bırakmadı. Harp bedbaht olan “Mondros” mütarekesinin imzalanmasına kadar bütün dehşetiyle devam etti.

Asayiş meselesi vesile kılınarak lüzum görülen herhangi bir bölgenin işgali, hak ve yetkinin İtilaf Devletlerine verilmesi ve özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmir işgalleri, sonraki bütün felaketlerin kaynağı ve mastarı, Mondros mütarekesinin akd ve imzası nedeniyle vuku bulmuştur.  Böyle olduğu halde İzmir’in işgali dolayısıyla beni suçlamaya cüret edenlerin nokta-i nazarına göre adı geçen işgallere sebep olan Mondros mütarekesine bil fiil katılan Rauf, Fethi ve askeriyenin böylesi durumu ile devleti böyle bir acim mecburiyete düşürmekle cidden mesuliyette bulunan Mustafa Kemal’in mesul ve suçlanır olması lüzum gelir.

Zira bu anlaşmanın imzasından ve gerek ondan sonraki bütün meselelerde anayasa gereğince mesuliyeti olmayan hükümdarlık makamı için, mesul hükümetin maruzatını tasdik lüzumu gibi itirazı mümkün olmayan bir sebeptir.  Böyle olduğu halde, ne kendi yazısı ve imzası olduğu halde anlaşmanın tatbiki demek olan felaketlere öncülük yapma küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük bir kısmını esir vererek zilletle Toros eteklerine iltica etmesi yüzünden anlaşma akdini kaçınılmaz hale getiren Mustafa Kemal için hiç bir mazeret kabul edilemez. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden mütarekeye kadar cereyan eden hadiselerin karşısındaki durumum budur.

Mütarekeden sonraki yaptığım iş ise, geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan çekinme ile beraber, bir taraftan içte makul ve akla uygun bir şekilde iyileştirmek ve icraata sıcaklık vermek, bir taraftan da dışta siyasi teşebbüslere devam etmek suretiyle aleyhimizdeki umumi kinin bertaraf olacağı müsait zamanlara geçebilmek için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir’in işgali hadisesinin karşısında kabul ve takip ettiğim iş ve gayem de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icar olunacağı bildirilen bu işgal, üç büyük devletin kati ve ani kararına istinat etmekte olduğu gibi, bu vakıanın bize tebliği de doğrudan doğruya işaret ettiğim üç devlet tarafından vuku bulduğu sebeple mesele büyük devletler meselesi şeklinde tecelli etmiş idi.

Ondan evvel bu mesele büyük ve galip devletlerce birlikte kabul olunmuş ve bu kati kararın tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki genel kinin ortadan kalkmasını bekleyerek siyasi teşebbüsü kâfi gördüğü gibi, işgalin geçici durumu da yukarıda adı geçen işi de pekiştirir görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla karşılık vermeye ben de taraftar idim. Nitekim bu düşünce ile Kuvva-i Milliye’ye taraftar görünen bir takım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim. Bunun en açık delili, Tevfik Paşa kabinesini iki seneyi aşkın iktidar da tutmamdır ki, makamım ve şahsım hakkındaki kötü niyetleri bariz olan Mustafa Kemalcilerin, Tevfik Paşa kabinesindeki İstanbul’da nüfuz sahibi olacaklarını bildiğim halde onlara müsaade ettim.

Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kaldırılması için fedakârlıktan geri durmamakla beraber, Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılması ve başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve düşüncelerine asla rıza göstermedim.
Rıza göstermeyişimin nedenlerinden birincisi; İslâm Uleması bilirler ki Şer-i şerife (Temiz Şeriata) katiyen uymayan ve yerinde bulunduğum Resulü Zişan efendimiz hazretlerinin hukukundan vazgeçmek demek olduğundan, benim salahiyetim dışında ve bu konuda hüküm verme yetkisi şer’an caiz olmayan Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılmasını asla kabul edemezdim.

İkincisi ise; İstanbul’un başkentlikten çıkarılıp Anadolu’ya nakli demek, İstanbul’un manen komünist Ruslara teslimi ile Hilâfet’i İstanbul gibi siyasi ve tarihî konumundan çıkarmak demektir ki, bu kabul edilemez ve imkânsız bir durum idi. Bu ifrat edici ve delice arzularına tâbi olmadığım için, beni vatan hainliği ile suçladılar. Her akıl ve izan sahibinin bilmesi lazım gelir ki, dünyanın en yüce görevi ve makamı olan Hilâfet makamını fiilen ve hukuken elinde bulunduran bir hükümdarı, vatan hainliği gibi çirkin bir suça sevk edecek hiç bir amel ve istek olamaz. Ben makamların en yücesi olan Hilâfet makamını korumak için tahtımdan ve vatanımdan ayrı kalmayı bile göze aldım.

Şu kadar ki, o devrelerde Mustafa Kemal tâbi olduğu devlete itaat dairesinden çıkmış ve Anadolu’da birçok aksakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zalimliğiyle milli vazifeler hududuna tecavüz ederek, milletin başına tahammül olunmaz bir bela kesilmiş idi.

Tıpkı İzmir hadisesi gibi, Sevr anlaşmasına ait devletlerin teklifi Yunanistan’da siyasi durumun değişikliğinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifaklara halel gelmeden öncelikli olarak ve hiç değişiklik yapmadan yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddiyle ilgili baskı ve tehditleri ihtiva ettiği sebeple gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben, Sevr anlaşmasını katiyetle tasdik etmedim.

Meselenin katileşmesi, mebusan meclisinin kabulünden sonraki tasdikime bağlı olduğunu ve adil olarak telif olunmayacak surette gayri tabii olan böyle bir anlaşmanın devam ve tekerrür edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılması için uygun zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devam ile anlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.

Mondros anlaşması, İzmir hadisesi, Sevr anlaşması gibi müstesna bir dikkatle bakıp telakki ettiğim vakıalardan sonra, gelen meselelerde sisteminin icabetine hareketlerimi uydurdum. Bu sebeple muhtelif ve farklı görüşlerin içtihatlarına uydum. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilahare tâbi olduğu devleti tanımadığı için ibret olacak şekilde ders vermek amacıyla askeri kuvvete sevkine lüzum gösteren kabinelere uyarak, mesul hükümet ile hükümdarlık makamının karşılıklı münasebetlerine ait sistemin gereklerinden ayrılmamak arzusu ile bazı siyasi zaruriyetlere amil oldum. Bundan başka gerek kabine değişikliklerinde, gerekse diğer icraatlarımda şahsi hislerimden değil, daima kamuoyunun görüşleri veyahut karşı koyma imkânı olmayan diğer gelişmeler olmuştur.

Ceddim Osman Gazi’den, Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk Saltanatı var idi. Yavuz Sultan Selim’den sonra ise bu saltanat Hilâfet saltanatına dönüşmüştür.

Şimdi bana haksız olarak vatan haini diyenler, Hilâfet’i hukuk ve nüfuzdan soyutlayarak bu Saltanat-ı Muhammedi’ye-i yıkmışlar ve yalnız kendi milletlerine değil bütün İslâm âlemine hainlik etmişlerdir.

Ben devleti tehlikeden kurtarmak için 1. Dünya Savaşı’na katılmamızdaki deliliğin acısını tattıktan sonra, temkinli ve ihtiyatlı davranışlarımı bana karşı cephe alanlar korkaklıkla itham ettiler. Böyle davranışımın asıl nedeni vakit kazanmaktı.  Hatta Hilâfet’in kurtuluşu için canımı bile feda etmeye hazır idim. Böylece Hilâfet Devleti kazanacak ve ben şahsen kaybedecektim, yani ölecektim. Hâlbuki bugün devleti ve milleti kurtarmakla övünen ve övülenler, hem devleti kaybettirdikleri gibi, hem de İslâm gücünü kaybettirdiler.

Eğer benim İslâm’ın gücü olan Hilâfet’in kaldırılışına dair bir hatam var ise; -bazı şahsiyetler hariç- bütün bakanlar, âlimler ve memleketin ileri gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağını düşünmemem ve bazı ucuz menfaatler karşılığında gizli ve aşikâr bir şekilde hainlere yardım edileceğine ihtimal vermememdir. Devletin ölüm ve kalımıyla herkesten ziyade alakadar olması gereken münevver milletimin, bu derece duyarsız kalacağına dair ihtimal vermememdir. Hüsnü zannımdan ileri gelen bu hatamı itiraf ederim.

Son söz olarak şurasını beyan ederim ki, Hilâfet meselesi, yukarıda izah ettiğim gibi devletin üzerine oynanan oyunlardan bihaber olarak aldatılmış olan beş altı milyonluk Türk kavminin salahiyeti dâhilinde olmayıp, üç yüz milyonluk İslâm âleminin tamamını ilgilendiren yüce bir meseledir.

Bu İstanbul’dan ayrılışımdan sonraki ilk beyannamemdir. Hidayete tâbi olanlara selam olsun.
Mehmet Vahdeddin Bin Sultan Abdülmecid Han.”

Kaynak

Son Sultan Vahideddin Yılmaz Çetiner

Şahbaba Murat Bardakçıoğlu

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort