DOLAR 32,3400 -0.07%
EURO 34,8790 0.06%
ALTIN 2.392,77-0,15
BITCOIN 20641601,33%
Ankara
12°

HAFİF YAĞMUR

04:16

İMSAK'A KALAN SÜRE

Muhammet Özdemir

Muhammet Özdemir

31 Ekim 2023 Salı

Filistin Sorunundan ve Edward W. Said’den Ne Öğrenmelidir?

Filistin Sorunundan ve Edward W. Said’den Ne Öğrenmelidir?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsan yaşanılan dünyada birçok şekilde öğrenebilir. Bunlardan bir tanesi ve en kalıcı olanı kişinin kendi deneyimiyle öğrenmesidir. Eğer okunmuş kitaplar da var ve kişi kavramlar ile deneyimler arasındaki ilişkilere hâkimse; her bizzat deneyimlenen genelleştirilmek üzere not edilebilir. Birinci çeşit öğrenmede sürenin yeterli uzunluğu ve deneyimlerin aynı çerçevede korunan tutarlılığı önemlidir. İkinci bir çeşit öğrenme izleyerek öğrenmedir. Bu kimi zaman bir sosyal çevre içerisinde bir şeylere maruz kalma yoluyla gerçekleşebilir. Kimi zaman da uzaktan izlerken bir şeylere maruz kalmış olma pozisyonuyla gerçekleşebilir. İzleyerek öğrenmenin bir varyantı da müdahale olanağı bulunmazken bir meselede taraf olarak yaşanılan deneyimlerdir. Bu çeşitten öğrenmenin bir örneği İsrail ile Filistin arasında 1917 yılından bu yana süregelen deneyimlerden edinilebilmektedir. Hadiseleri dışarıdan dikkatle izleyen ve iyi niyetle akıl yürüten insanlar, İsrail ile Filistin arasında özellikle 1948, 1957 ve 1967’den itibaren yaşanılanları insana dair kapsamlı bir fikir edinmek için değerlendirmektedirler. Bunun yanı sıra duyarak, sadece okuyarak veya sosyal medyadaki diyalogları izleyerek gerçekleşen öğrenmelerden de söz edilebilir. Edward W. Said’in öğrenimi özellikle birinci şeklin, ayrıca kimi zaman ikinci şeklin ürünüdür. Ona daha önceki öğrenimleri ile katılıp da erken yaşta hayatını kaybeden bir diğer gerçek aydın Frantz Fanon idi.

Said’in Filistin sorununa dair en önemli teşhisi ve itirazı uluslararası seviyede güçlü olanların haklı olmalarına ilişkindir. Bunun anlamı bir taraftan isabetli bir şekilde başarılı, zengin ve güçlü olanların sadece bu özelliklerinden dolayı haklı olmamaları gerektiğidir. İnsan doğasının tarihsel ve olgusal bir hakikati olarak bu vakıaya itiraz edilmesinin Platon’dan beri birçok örneği bulunmaktadır. Bunun ikinci ve daha isabetli bir anlamı ise, mağdur ve mazlum insanların uluslararası (küresel) dünyada kendilerini doğru ve yeterli temsil etmeleri, anlatabilmeleri, kendi bölgelerinde doğru icraatlar ortaya koymaları ve olası manipülasyonlara karşı adil biçimde güç elde etmeye uğraşmalarıdır. Buradan itibaren “güç ne demektir?” veya “güç olmak ne demektir?” sorusu anlamını yitirmektedir. Çünkü Said bu soruların cevabını vermektedir. Batı’yı, uluslararası dünyayı veya küresel toplumu reddetmek yerine onlar içinde kendine bir temsil ve ifade imkânı bulmak gerekmektedir. Sosyal medya kuşkusuz önemli bir imkândır, ama yeterli değildir. Çünkü post-truth ve stupidity üzerine oluşmuş uluslararası bir literatür mevcuttur. Doğru insanlar ile sahteleri ve hakkaniyetli olanlar ile fırsatçıları ayırt etmek gitgide zorlaşmaktadır. Frantz Fanon ve Edward W. Said’in kendilerini sol düşünce içerisinden ifadelendirmeyi seçmeleri bu vakıa ile ilgiliydi. Elbette bununla da yetinmediler ve daha ileriye gittiler. Her iki aydın da Müslüman insan ve toplumların mağduriyet ve masumiyetlerine özellikle yer verdiler. Aslında insan dediğimiz canlı ve toplumsal etkileşimlere mecbur varlığın birbiriyle olan karşılaşmalarına yoğunlaşarak insan haklarının kapsamını genişletmeye uğraştılar. Yahudilerin ve başka birçok toplumsal kesimin uluslararası dünyada kendilerine yer bulmaları da benzer bir kapsam genişletmesi girişimiyle mümkün olabildi. Günümüzde postmodernizm üzerinden Fransa ve hermenötik ya da varoluşçuluk üzerinden eğer Almanya tüm dünyada entelektüel bir etkinliğe sahipse bunu biraz da kendi aydınlarının ABD’deki mevcudiyetlerine borçludurlar. Yahudi lobisi veya Ermeni lobisinin ABD’deki siyasal ve ekonomik etkinliklerinden bazı olumlu dersler çıkarmak gerekmektedir. Her kazanım içeren deneyime sadece karşı çıkarak insanlar hiçbir şey öğrenemezler. Özellikle Müslüman toplumların gayrimüslim insanlarla ilişkilerindeki güncel sorunlar varoluşsal zıtlığa veya mücadeleye değil, toplumsal ilişki koşullarına bağımlıdır. Bunun anlamı şayet Müslüman toplumlar kendilerini geliştirebilirlerse her sorun için çözüm üretebilirler. Bu nedenle Amerikan kongresinde Türkiye ve başka İslâm ülkelerinin güçlü lobilerinin olması gerekmektedir. Bu tür profesyonel ihtiyaçları dinle veya İslâm ile de kelâmî ve fıkhî anlamda hemen ilişkilendirmemek, ancak üzerine konuşulabilecek birtakım deneyimler teşekkül ettikten sonra yorum yapmak gerekir. Fanon ve Said bütün bunları kastettiler ve aslında özellikle Said bunları uzun uzun yazdı. Said’in Müslüman aydın ve toplumlara, bilhassa Arap siyasal lider ve aydınlarına yönelik eleştirileri bütünüyle bundan ibaretti. Bir ara maalesef Said de umutsuzluğa kapılmış ve bu gelişememe sorununun Kur’ân-ı Kerîm’den kaynaklandığını düşünmüştür. Onun bu konudaki yanılgısı, söylediklerinin İslâm’a uygun değilmiş gibi algılanmasından ve insanların günlük yaşamın basit doğrularını anlamakta gecikmelerinden dolayı gerçekleşmiş olabilir.

Filistin’e dair adlandırma Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başka ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başkadır. “Filistinli” kimliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap ve Müslüman kimliğinden ayrılarak evrenselleşmiş ve hatta dünyadaki bütün masum ve mağdur insanların ortak kimliği gibi kabul edilip tartışılmaya başlanmıştır. Arapça ve Müslümanlık –Edward Said’in belirttiği üzere- çok kıymetlidir, fakat uluslararası arenada insanlığın öne çıkartılması gerekmektedir. Çünkü insan denildiğinde bunun içine herkes dâhil olabilmektedir. Filistinlilerin uğradığı saldırılar ve haksızlıklar insanlığa yapılmış saldırı ve haksızlıklardır. Bu çerçevede olabildiğince dikkatli, ölçülü, etkin ve verimli bir üslup ve yönteme gereksinim duyulmaktadır. Bu arada buradaki dikkat ve ölçü ekonomik düşünce, üretim ve verimliliğe de olumlu yansıyabilir. Çünkü ekonomi özellikle günümüzde her şey olduğu için bu tür çatışmalar meydana gelmektedir.

 

[1] Bkz. Edward W. Said, The Question of Palestine, New York: Vintage Books, 1980; a.mlf., Culture and Imperialism, Vnew York: Vintage Books, 1994; a.mlf., Peace and Its Discontents: Essays on Palestine in the Middle East Peace Process, New York, London: Vintage Books, 2. Basım, 1995.

[2] Edward W. Said, Orientalism, New York: Penguin Books, 4. Basım, 2003, s. 335-336.

[3] Edward W. Said, Beginnings, Intention and Method, New York: Basic Book, 1975, s. 81-86.

Devamını Oku

Orta Ekonomik Sınıfın Dünyası ve Toplumsal Yaşam Üzerine

Orta Ekonomik Sınıfın Dünyası ve Toplumsal Yaşam Üzerine
1

BEĞENDİM

ABONE OL

“Herkesin katılabileceği genişleyen ve giderek küreselleşen bir orta sınıf imajı, derinlerde herkesin yarı-kapitalist bir hırsa sahip olduğunu ima etmediği sürece, işçiler ve kapitalistler gibi ayrıştırıcı kategorileri uzaklaştırır. Ayrıca bu imaj, insanları kendi özel çıkarlarına göre toplum içerisindeki yerlerini yeniden tanımlamaya çağırarak, söz konusu orta sınıf ittifakları ve rekabetlerinin dayandığı mevcut sınırları aşmak üzere, cinsiyet, etnik köken, ırk, milliyet ve din gibi diğer potansiyel olarak ayrıştırıcı kategorilerin standartlarını esnetir.”[1]

Orta yaştan üslubu oturmaya başlamış bir antropolog olarak Hadas Weiss’ın yukarıya alıntılanmış saptama ve değerlendirmeleri, yaşanılan dünyada ve hayatta, popüler Amerikan kültürünün meydana getirdiği orta sınıf gerçeğinin ne kadar merkezi ve belirleyici bir role sahip olduğunu göstermektedir. Amerikan rüyası, bütün dünya insanlarının mümkün olabildiğince görünür olabildiği bir toplumsal alışveriş ve ilişki gerçekliğini vücuda getirdi. Bununla birlikte her katılımcının yükü eskisinden pek de farklı olmadı. Yine çalışmalılar ve üretmeliler, ama kendilerinden sonraki kuşaklara bazı kazanımları elde ederek aktarmalılar idi. Ya Amerikan rüyası bu gerçeği insanlarla paylaşmadı, ya da insanlar hayatın tabiatından gelen bu gerçeği görmek istemediler. Her halükarda birey ve onun psikolojisi gitgide daha önemli bir hale geldi. Psikolojik rehberlik ve danışmanlık, sosyal bilgiler, fitness, din psikolojisi ve hatta hukuk ve aile hekimlikleri bunun için icat edildiler. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan orta sınıf bireylerin kendilerine toplumda rol bulmaya, bu arada anne ve babaları, çocukları ve içerisinden geldikleri toplumsal alışkanlıklarla (kültür) ilgili bir rol bulmaya vakitleri olmadı. Açıkçası bu mümkün de değildi. Geçmişten zengin olan insan bireyleri ve yoksul insan bireylerinin birer rolleri vardı ve bunların çevrelerindeki hemen herkesin de rolü belirgindi. Zenginlerin seçmeye vakitleri vardı. Yoksullar ise eldekine razı olmaya mecburlardı. Ama her iki grubun dünyadaki nüfusları azdı. Bu nedenle her toplum kendini orta sınıfı üzerinden bildi. Günümüzde hayattaki her şeyin yeniden belirlenmesine yönelik kararsızlıklar ve bütün çalışmalar sadece orta sınıfın gereksinimleri içindir. Çünkü bu çalışmalar onlar için bir Pazar da meydana getirebilmektedir. Yani konu her zaman ticarete gelebilmektedir. Bu arada burjuva (18.-19. yüzyıllar) ile orta sınıf (20. yüzyıl) kesinlikle birbirinden farklıdır.

Amerikalılar 20. yüzyılın ortalarına doğru insanlığın adil ve objektif (insanlardan bağımsız) bir vasıta ile insan emeğini özdeşleştirmek istediler. Bütün bilimsel, felsefi, ideolojik ve dinsel kabullerin ortak gereksinimleri yasa, hakikat, evrensellik ve Tanrı kavramlarından hareketle insanlar arasında geçerli ortak bir adalet aracı ihtiyacıydı. Bu gitgide para oldu, çünkü kendine görünürlük verilen her katılımcı hem kendi gündemini dayattı hem de bundan kazanç sağlamaya çalıştı. Kazanç soyut bir asıl ise de para onun temsili ve görüntüsüydü. Bu, Amerikalıların (örneğin John Rawls’un) reddettikleri iki vakıayı gözler önüne serdi: 1- İnsanların ihtiyaçları ve hırslarının birleşimi olan çıkarları onların gerçek gereksinimlerini her zaman baskılardı. 2- Asıl (doğru), görüntüden (yalan karışmıştan) üstün olduğu halde evrensel bir nesnellik ölçütü aramak mutlaka araçları amaç haline getirirdi. Neticede para; yasa, hakikat, evrensellik ve Tanrı’nın işlerini görmeye başladı. Halbuki ABD’nin reddettiği Avrupa’da bile para Tanrısal bir işleve sahip değildi, piyasa (toplumsal kazanç girişimleri) Tanrı idi. ABD, Avrupa’nın kurtulduğu Ortaçağ Engizisyonundan büsbütün kurtulmak ve hatta ona refleksle doğmuş ve insana yeterince saygı gösterememiş modernlikten de ari olmak isterken Michel Foucault’nun panoptikon dediği daha tahripkâr bir toplumsal yaşama yol açtı. Foucault, Ortaçağda insanların bedenlerinin işkencelerle esir edildiğini ama ruhlarının özgür kaldığını, bunun çağdaşlıkta değiştiğini söylüyordu. Artık düşünceler ve ruhlar da özgür olamıyorlar.

Günümüzde orta sınıfta yaşayan insan bireyleri büyük bir bilinmezlik içerisindedirler. Onlara göre herhangi bir söylem, kavram, bilim, felsefe, ideoloji ve dine güvenebilmek çok zor. Kendilerini çok yalnız hissediyorlar. Bu arada bazı sorumlulukları var ve onları da nasıl yerine getirebileceklerini bilmiyorlar. Dahası kendi yerel özellikleriyle dünyaya açılmak (küyerelleşme) gibi bir davete büyük bir beklentiyle katılmışken yerel özelliklerinin Arif Dirlik ve Ella Shohat’ın uyarılarındaki gibi Avrupa’nın vaktiyle yaptığı yanlışların ürünü olduğunu fark ettiler. Yani örneğin Hindular Hindistan’da modern öncesine daha özgürleştirici dönmek istediler, ama savunabildikleri her şey 19. yüzyıl sömürge koşullarında maruz kaldıklarından ibaret oldu. Burada bireyselleşmenin meydana getirdiği büyük sorunlardan en öncelikli olanının dinamik birey olduğu anlaşılabiliyor. Çünkü her insan bireyi yaşamak ve yenilenmek ister. Kimse eskimek ve kendini görmezden gelmek istemez. Bu arada bu durumun meydana getirdiği bir de narsizm (topluma güvenmeme nedeniyle kendini fazla sevme) gibi bir yanlış davranış riski de mevcuttur.

Öyle görünüyor ki sağlık ve dijitalleşmeyle ilgili bütün yeni öneriler orta sınıfın yeni gereksinimleriyle ilgilidir. Bu gereksinimleri gidermeye yönelik girişimlerin en önemlisi de bireyin kim olduğuna karar vermesine yardım etme vaadi altında ondan yeniden para kazanmaya ve ömrünü talep etmeye dönmektedir. Ben bu vaat ve taleplerin her zaman isabetli olduklarını düşünmüyorum. Bununla birlikte insan bireylerinin her seçimlerine saygı göstermelidir. Çünkü modernlerden ve bazı çağdaşlardan öğrendiklerimizin aksine özgürlük insan doğasına daha uygun bir kavramdır. Her seçim hiç olmazsa öğretici olur. Dolayısıyla sağlık ve dijitalleşmeyle gündeme gelmiş olan transhümanizm, posthümanizm, metaverse, blok zinciri ve kripto para gibi her seçenek bireyle baş başa bırakılmalıdır. Birey seçmek için kendisi emek vermelidir. Böylece belki de sağduyu kendini yeni deneyimleriyle bulabilir.

EK: 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerindeki iki büyük depremle başlayan, bu ikisi arasındaki başka depremler ve sonrasındaki yüzlerce artçı depremle asrın felaketine götüren sarsıntılar birçok insanımızın can ve mal kaybı yaşamalarına yol açmıştır. Bu depremlerde canlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, geriden kalan yakınları, sevdikleri ve hepimize sabır ve metanet dilerim. Çok zor bir acı. Orta sınıfın kentleşme ve mülkiyet edinme yönelimlerini derinden etkileyebilecek bir acı. Hepimizin başı sağolsun.

[1] Hadas Weiss, We Have Never Been Middle Class: How Social Mobility Misleads Us, New York, Brooklyn: Verso, 2019, sayfa 16-17: “The image of an expansive and increasingly global middle class that everyone could join does away with such divisive categories as workers vs. capitalists, unless it implies that deep down everyone is a quasi-capitalist go-getter. It also softens the edges of other potentially divisive categories like gender, ethnicity, race, nationality and religion, to the extent that middle-class alliances and competitions are designed to cut through and transcend the boundaries that these divisions lay down, inviting people to redefine their place in society according to their private interests.”

Devamını Oku

Youtuberlar Neden Herkesten Fazla Kazanıyorlar?

Youtuberlar Neden Herkesten Fazla Kazanıyorlar?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugünlerde üzerine en çok düşünülen konulardan bir tanesi okuyarak meslek edinme ve para kazanmaktan daha iyi yolların olup olmadığıdır. Çünkü okumak hem zaman alıyor ve yaşamaya az zaman kalıyor, hem de sözgelimi youtuberlar kısa zamanda çok fazla para kazanabiliyorlar. Okumaya kıyasla gerçekten youtuber ve ona benzeyen meslek gruplarının maliyeti daha az, kazancı daha fazla mıdır? Özellikle Doğu Avrupalı insanların gündemindeki bu konu belli ki yakın zamanda dünyaya yayılacak. Youtuberların az vergi ödemeleri ve herhangi bir baskı veya zorluğa maruz kalmadıkları için iş konforlarının had safhada olması da tekrarlanan gerekçeler arasında. Bu arada başlıktaki sorunun basit ve kısa cevabı, reklâmlar ve birçok kişinin tüketici olarak youtube içeriklerine dâhil olmasıdır. Neden sorusunun cevabına geçebiliriz.

Youtuberların daha fazla kazanmaya başlamalarıyla Gladyatör filmi (2000) arasında bir zihniyet yakınlığı bulunduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa 2000’li yıllara girilirken tüm dünya insanlarının hazırlatıldığı bakış açısıyla youtuberlık gibi meslekler arasında mantıksal bir ilişki vardır. Gladyatör adlı filmde Russell Crowe’un canlandırdığı başarılı bir asker olan Maximus, Joaquin Phoenix’in canlandırdığı yeni genç kral Commodus ile bir rekabete girişiyorlar. Soyluluk ve krallık gibi rekabet konusunda daha seçici bir pozisyona sahip olan Commodus saltanatına rakip olamayacak birini halkın takdirini kazandığı için kıskanıp kraliyet statüsünü popüler şöhrete feda ediyor. Eminim birçok insan rekabet konusunun aşk olduğunu ve aşkın buna değer bir şey niteliğinde kabul edildiğini, dolayısıyla analizimin yanlış olduğunu söyleyecektir. Oysa aşk filmin en az yoğunlaşılması gereken kısmı, çünkü aşk her dönemde popüler şöhretin kavramsallaştırılmış bir neticesidir ve popüler şöhrete önem verenler genellikle varlık veya parayla henüz yeni tanışmaya başlayacak insanlardır. Bence dünya genelinde Amerikan rüyasının etkisiyle tüketime adapte edilmesi hedeflenen büyük bir kitle bulunduğu için Gladyatör bu insanların gözüne uygun gelecek şekilde çekilmiş ve popülaritenin soyluluktan ve statüden daha önemli olduğu vurgulanmıştır. Çünkü her zaman sağlıktan sonraki ilk ihtiyaç para, ardından statü, sonra kültür ve nihayet zevk sahibi olmaktır. Uygarlıkların oluşumunda toplumların zamanla sahip oldukları şeyler sıralandığında da ortaya çıkan tablo aynıdır. Muhtemelen bunun tek istisnası İslâm uygarlığının teşekkülünde yaşanmıştı. Çünkü İslâm kendisinden önce toplumsal bir statüye sahip insanların kazançlarını sosyal, siyasi ve hukuki olarak koruma altında tutmuştur. Kabile antropolijisine dayalı değerlendirmelerin çoğunun aksine Araplar Ortaçağda kurallı bir toplumsal düzen ve hiyerarşiye sahip bir işbölümüne aşinalardı. İslâm mevcut olan bu toplumsal düzene emeğe dayalı adalet ilkesini getirip de dünyada da adaletin mümkün olabildiğini kanıtlayınca tarihte istisnai bir uygarlık ortaya çıktı. Ortaçağ İslâm pratiği dışında para, statü, kültür ve zevk sıralamasına gereksinim duymayan bir toplumsal gelişim örneği bilmiyorum.

Gladyatör filmi dünya bireylerini “soyundan hazır aldıklarının önemi ve etkisi olmaksızın sen de her istediğini emekle başarabilirsin” fikrine ikna eden araçlardan biri olmuş gibidir. Bu tüm dünya için bir açıdan iyi bir gelişmedir. Burada iki karşıt veya rakip tarafın aristokrasi ile popülizm olması ilginçtir. Çünkü bu denklem Fransız İhtilali’nin denklemidir. En azından Alain Touraine’nin olayı demokrasi üzerine yazdığı kitapta böyle yorumladığını hatırlatabilirim. Küresel çaptaki bir gelişmeyi bir filme indirgemeye çalışmıyorum. Sadece okumaya dayalı meslek, para ve statü kazanma yerine youtuber olarak kısa zamanda, az maliyet ve riskle meslek, para ve statü kazanmanın popüler bir sürecin ürünü olduğunu ve buna yönelik fikri değişimin aslında yanlış olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Youtuber mesleği yalnızca bir örnek. Bu arada güzel de bir meslek ve yanlış değil, ama düşündürdükleri yanlış. Gelişmekte olan toplumlardaki birçok insan birçok statüye hemen erişebileceğini ve herhangi bir ufak hata yapmış rakibinin maliyetli emeklerine bakılmaksızın hemen harcanması gerektiğine inanmış durumda. Bu inançla youtuber olma azmi arasında bir anlayış birliği mevcuttur ki, bu da yaşama dair deneyim eksikliği ve kolaycılıktır! Görebildiğim kadarıyla insanlık kötüye gitmiyor; bazıları kazancı ortak niteliğe ait kılmak ve kalıcı yapmak yerine popülizme uyarak anlık ve kişisel kazanmayı tercih edebiliyor. Diğer bazıları ise popülizmden etkilenmiyor ve çoğu insanın aksine uzun vadeli girişimlerde bulunmaya devam ediyor ki, okuyarak para, statü, kültür ve zevk kazanmak sıralaması bunlardan sadece bir tanesidir. Bu arada otomotiv yan sanayi ve tamirciliği gibi meslekleri de okunarak elde edilen meslekler grubunda kabul ediyorum. Çünkü her biri gerçek birer emek, birer hazırlık evresi ve bekleme sırasına tabidir.

Buna göre öğretmen, polis, market görevlisi, şoför veya vergi uzmanı gibi okumaya ve kendini zamanla geliştirmeye dayalı meslekler bu yazıdaki örnekte youtuberlara kıyasla daha kalıcı ve gerçekçi bir işe sahipler. Youtuber olmak gibi meraklar ve ona dayalı kazançlar görece daha anlık ve geçici. Toplumun büyük bir kısmı youtube gibi araçlara yatırım yaptıklarında bu gibi araçların geçerliliği ve kazandırdıkları azalacak. Bunun bir benzeri 1980-1990’lı yıllarda popüler olan ses sanatçılığının 2000’lerde, 2000’lerde popüler olan oyunculuğa dayalı sanatçılığın da 2020’lerde eskisi kadar kazandırmamaya başlamasıyla yaşandı. Kastettiğim, artık herkes kolayca sanatçı olamıyor. Bunun okulu ve bazı prosedürleri mevcut. Benzeri bir gelişme şu anda popüler olan meslek grupları için de muhakkak yaşanacaktır. Çünkü gerçek emekler olmaksızın onlara dayalı kolay kazançlar da kalıcı olarak mümkün değildir. Dolayısıyla bir şekilde popüler meslek grupları zamanla okumaya dayalı nitelikli meslekler grubuna evrilmektedirler.

Devamını Oku

Robert Putnam ile İtalya’yı Keşfetmek: Rönesans ve Demokrasinin Kurumsal Araçları

Robert Putnam ile İtalya’yı Keşfetmek: Rönesans ve Demokrasinin Kurumsal Araçları
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Modern Avrupa medeniyetinin kökeninde eski Yunanistan mirası ve İslâm öncesi Roma pratiklerinin bulunduğu söylenirse de esas itibariyle doğru olan, 1400-1600 yılları arasındaki Rönesans İtalya’sının modern kültürü var ettiğidir. Fransız İhtilali’nin gerisinde İtalya’da başlamış olan Rönesans vardır.[1] İtalyancada 16. yüzyılda kullanılmış olan rinascita, eski kültürün yeniden canlanmasını ifade etmek üzere yeniden doğum anlamındadır. İlk kez Fransızcada Fransız tarihçi Jules Michelet tarafından 19. yüzyılın ortalarında (1855 yılında) telaffuz edilmiş Renaissance kavramı tam da rinascitanın yeniden kavranmasıdır.[2] 21. yüzyılın ikinci yarısında Rönesans’ın moderniteyi kurmasına yönelik tarih okuması yeniden değerlendirilerek zaman zaman reddediliyor da olsa, Rönesans hâlâ modern Batı uygarlığının Avrupa Ortaçağı ve Yeniçağındaki kökeni olmayı sürdürmektedir.[3]

Bu vakıanın farkında olan Robert Putnam, Amerikan demokrasisinin zayıflayan kurumsal araçlarının Rönesans’ın merkezi olan İtalya’yı yeniden keşfetmek ve analiz etmek üzerinden güçlendirilebileceğini düşünmüştür. Onun ilk kez 1993 yılında yayınlanmış olan kitabı bütün dünyayı İtalya’daki sosyal, ekonomik, demokratik ve bilumum kurumsal farklılaşmalar üzerinden yeniden kavramayı içermektedir.[4] Kitabın hemen başındaki harita ve girişindeki cümlelerden anlaşılabildiğine göre, ülkenin kuzeyindeki Seveso ile güneyindeki Pietrapertosa arasındaki derin farklar Putnam’ın ve kitabı mümkün kılan projesinin ilgisini çekmiştir. Lombardiya bölgesindeki Milano’ya bağlı küçük bir kasaba olan Seveso insanlarının ve kurumlarının gelişmişliği Batı uygarlığının en ileri örnek coğrafyalarının bir prototipi gibiyken Basilicata bölgesindeki Potenza’ya bağlı bir kasaba olan Pietrapertosa insanlarının ve kurumlarının gelişmişliği Üçüncü Dünya ile aynı standartlara sahiptir.[5] Aynı ülkenin kuzey ve güneyi arasındaki söz konusu farklılık Putnam’ın ve beraber çalıştığı araştırmacıların ilgisini çekmiştir. İtalya’yı keşfetmek ve anlamak demek bir bakıma küresel durumu fark etmek ve anlamak demektir. Sermayenin sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarına ilişkin birbirinden farklı teorilere yer veren Putnam esas itibariyle insan, toplum ve yaşam kalitesinin her gelişmişliğin kaynağı olduğu kabulünden yola çıkmaktadır.[6] Kuzeydekiler zengindir, çünkü insana ve ortak konulara yatırım yapmaktadırlar. Güneydekiler yoksuldur, çünkü her birey salt kendisine yatırım yapmaktadır.[7] Gelişmek bireysel teşebbüslerden ziyade birbirine güvenen insanların bulunduğu toplumsal bir organizasyon veya faaliyettir. Buradaki işbölümü ve kurumsallaşma insanın güvenliği ve mutluluğunu önceliğine almaktadır. Birlikte çalışma organizasyonu bir dilemma gibidir, ama genel iyilikle bireysel iyiliğin maksimum örtüşmesi kurumlarda doğru insanların yetkilendirilmesiyle yakından ilişkilidir. İnsan kaynakları gelişimin merkezinde yer almaktadır. Putnam bunu demokrasinin kuzey İtalya’daki verimli kurumsal araçlarından kabul etmekte ve başarı ve başarısızlığı bununla etüt etmektedir.[8]

Bu arada İtalya ve Rönesans’tan söz eden kaynakların Rönesans’ı Ortaçağ İslâm uygarlığına bağladıklarına ve özellikle de İbn Sînâ (Avicenna) ve İbn Rüşd’e (Averroes) vurgu yaptıklarına yer vermek lazımdır.[9] Bu kaynaklar Batı Avrupa modernliğine kaynaklık etmiş Müslüman bilginleri andıkları için Rönesans dönemi sırasında veya sonrasında İslâm coğrafyasında yetişmiş bilginlerin faaliyetleri bugünkü ana akım tarih yazımının ilgisini pek çekmemiş olabilir. Rönesans İtalya’sını okuyup inceledikçe ve Putnam’ın kitabı üzerinden günümüzdeki İtalya’ya uzandıkça dünya konjonktürü ve İslâm dünyasının sorunlarını anlamlandırmak daha mümkün olabilmektedir. Çünkü tarih yazımı ve sorunlaştırma bütünüyle canlı kültür tarafından koşullanmaktadır. Ayrıca Rönesans çalışmaları ve canlı kültür de Ortaçağ İslâm’ını takdir etmeden geçmemektedir. Her halükarda Donatello, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael’den ibaret olmayan Rönesans İtalya’sı ve Rönesans’ın modernlik üzerindeki belirleyici etkisi önemlidir. Hümanizm ile Rönesans birlikte gelişmiş; modern Avrupa’nın doğuşu İtalya’da başlamıştır.

[1] Gordon Champbell, “Introduction”, The Oxford Illustrated History of The Renaissance; ed.: Gordon Champbell, New York: Oxford University Press, 2019, s. 1.

[2] Jerry Brotton, The Renaissance: A Very Short Introduction, Oxford, New York: Oxford University Press, 2006, s. 9-10.

[3] Peter Burke, The Italian Renaissance: Culture & Society in Italy, Cambirdge: Polity, 3. Basım, 2014, s. 14-15.

[4] Bkz. Robert D. Putnam, Making Democracy Work: Civic Tradition in Modern Italy, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1993.

[5] Putnam, Making Democracy Work: Civic Tradition in Modern Italy, s. 3-5.

[6] Putnam, Making Democracy Work: Civic Tradition in Modern Italy, s. 6-8.

[7] Putnam, Making Democracy Work: Civic Tradition in Modern Italy, s. 85-86, 136-143,

[8] Putnam, Making Democracy Work: Civic Tradition in Modern Italy, s. 163-171.

[9] Brotton, The Renaissance: A Very Short Introduction, s. 105-106, 110.

Devamını Oku

ABD’nin ve Türkiye’nin Post-kolonyal Statüleri Üzerine Bir Analiz: Ziya Gökalp ve Homi K. Bhabha

ABD’nin ve Türkiye’nin Post-kolonyal Statüleri Üzerine Bir Analiz: Ziya Gökalp ve Homi K. Bhabha
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye ve özellikle İslâm düşüncesinin post-kolonyal teori açısından yorumlanması söz konusu olduğunda bazı yanlış anlamalar söz konusu olabilmektedir. Birçok akademisyen, uzman ve nitelikli okur bile post-kolonyalizmin kullanımını, Batılıların sömürgeci oldukları ve dünyanın Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki halklarının da sömürüldükleri bir küresel denklemden söz edişle sınırlandırmak istemektedirler. Açık bir deyişle, Türkiye ve Müslümanların haksızlığa uğramış olmalarının dile getirildiği, ama bunun dışında sözün geçmiş tarihlerin üstünlüğüne bırakıldığı bir söylem post-kolonyal söylem olarak kabul edilmek istenmektedir.  Bunun muhtemel bir nedeni, Türkiye ve Türkçede, post-kolonyalizmin İngiliz dili ve edebiyatı başta olmak üzere bazı sosyal bilim alanlarında daima Afrikalı milletlerle ilgili olarak çalışılmış olmasıdır. Günümüz literatüründe evrildiği bağlam ve işlev itibariyle post-kolonyal teori veya post-kolonyalizm bu değildir. Ayrıca post-kolonyal teorinin arka planında modern geçmişinde sömürge deneyimi bulunan ABD’nin 20. yüzyılda bir süper güç haline gelmesi vardır. Dahası son 10 yıldır Doğu Avrupa ülkeleri olan Polonya, Ukrayna ve Balkan devletleri kendi pozisyonlarını post-kolonyal teoriyle anlamlandırmaya çalışmaktadırlar.

Birkaç noktanın aydınlatılmasında yarar vardır. Birincisi, post-kolonyalizm, “sömürge-sonrası” niteliğiyle kavranmış İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki tür toplumu içermektedir. Bunlardan ilki 1950 sonrasında ABD’nin araya girmesiyle ulusal bağımsızlığına kavuşmuş Malezya, Endonezya, Güney Afrika ve Senegal gibi bazı Asya, Afrika ve Güney Amerika milletleridir. İkinci tür ise, kapitalist Batı bloğu ile bir dönem sosyalist Sovyet bloğu dışındaki tarafsız milletlerin nitelendirildiği Üçüncü Dünyadaki zaten özgür olan devletlerdir. Örneğin Brezilya ve Meksika bağımsızlıklarını 19. yüzyılın ilk yarısında, Nepal de bağımsızlığını 1923 yılında zaten kazanmışlardı, ama 1950 sonrası koşullarda Üçüncü Dünya kategorisinde yer aldılar. İkincisi, “sömürge-sonrası” adlandırmasında “sonra” (post-) sözcüğü veya ön ekinin kattığı anlam, Batı Avrupa sömürgeleştirmelerinin bitişi, bu sürece karşı çıkış ve ABD’nin uzaktan ve ekonomik nitelikli nüfuzunun (yeni-sömürgeleştirme) bunun yerini almasıdır. Avrupa-merkezcilik eleştirilerine izin veren ve destekleyen ülke daima ABD’dir. Nitekim Frantz Fanon ve Edward Said dışındaki örnek düşünürlerin metinleri açısından 2010’lu yıllara değin post-kolonyalizm de Avrupa-merkezciliği eleştirmekle sınırlı kalmış gibidir. Örneğin İslâm biliminin konuşulmaya başladığı yıllar, George Sarton’un bu bilim deneyiminden söz etmesinden sonradır ve çevre ülkelerin geçmiş bilimsel faaliyetleri ve doğru tarih yazım girişimleri küreselleşmeyle birlikte gündeme gelmiştir. Üçüncüsü, bizzat ABD’nin kendisi sömürgeleştirilmiş bir ülke olup, 18. yüzyılın sonunda özgürlüğünü elde etmiş ve İngiliz sermayesinin 19. yüzyıldan itibaren kendisine yatırım yapmaya başlaması, Avrupa’dan aldığı beyin göçü ve diğer kıtalardan aldığı iş gücü göçü ile 20. yüzyılda sömürgeleştiren bir ülke konumuna evrilmiştir. Post-kolonyal teori, hem Frantz Fanon’un ve Edward Said’in meşruiyet kazanıp desteklenmesi, hem de sosyal bilim departmanlarında küresel bir etki alanına kavuşturulması bakımından ABD’de desteklenmiştir. Bunun ve önceki maddelerdeki gelişmelerin esas nedeni, dünya milletlerinin özgürlüğüne yardım etmek değil, dünyayı Avrupa modernliğine karşı oluşmuş karşıtlıktan kurtarırken bu karşıtlığın nimetlerinden de faydalanmak ve yeni bir tüketim kültürü oluşturarak ABD’ye para kazandırmaktır. Dördüncüsü, Türkiye hiçbir zaman doğrudan sömürgeleştirilememiştir. Aslında bu ülke dünyada kendine has bir konuma sahiptir, çünkü dünyanın en büyük süper gücünden aşamalı olarak önce Kurtuluş Savaşı yaparak ulusal bağımsızlık kazanacağı edilgen bir konuma, sonra da dolu dizgin yoluna devam edeceği bir gelişmekte olma kategorisine evrilmiştir. Bununla birlikte modern ve çağdaş tarihçede modernleşmeye karşı verilmiş ilk gerçek akademik, felsefi ve edebi eleştiriler 19. yüzyılda Türk aydınlar tarafından kaleme alınmışlardır. Türk aydınlarının yurt içi ve yurt dışındaki çalışmalarını Türkçede kaleme almış olmaları, onlardan en az 50 yıl sonra dünyanın farklı yerlerinde kaleme alınmış ve onların seviyelerinden görece daha az gelişmiş metinlerin modernliğin kapsayıcı güncellenmesi için post-kolonyal teori çerçevesinde ölçüt niteliğinde kullanımıyla sonuçlanmıştır. Türkçede yazmış olmak yanlış değildir, ama post-kolonyal teorinin Türkçede üretilmiş modernlik eleştirilerinden habersiz olması yanlıştır. Bu yanlışlığı giderme görevi de Türk akademisyenlerine düşmektedir. Örneğin Homi K. Bhabha’nın ancak 1990’larda geliştirdiği kültürel melezlik yaklaşımıyla Ziya Gökalp’in 1914 yılında geliştirdiği içtima-i usûl-i fıkıh yaklaşımı birbirinden çok farklı değildir. Beşincisi, Türkiye’de ve Türkçede kavramlarla olgu ve deneyimler arasındaki anlam ilişkilerinde bazı sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar felsefe yapmayı ve uzmanların birbirlerinden edindikleriyle ortak kültüre toplumsal sonuçlar aktarabilmelerini sabote etmektedir. 19-20. yüzyıllarda modernleşme ile sömürgeleştirilmenin birbiriyle eşanlamlı olduğu savını savunarak kapsamlı bir modernlik arayışında olan yerli eleştirel metinlerin yeniden değerlendirilerek bir okuma ve anlama yöntemine dönüştürüldüğü post-kolonyal teori, bu kavram karmaşıklığının her bir özne için yarattığı handikapların çözülme süresini kısaltabilir. Açık bir deyişle, modern ve çağdaş yaşamsal deneyimleri anlamlandırmada post-kolonyal teoriden daha iyisi Batı-dışı toplumlar için icat edilmiş değildir. Altıncısı, Avrupa ve Kuzey Amerika’dan müteşekkil Batı ile post-kolonyalizm dışında iletişim kurabilmenin ve müzakerede bulunabilmenin bir yolu bulunmamaktadır.

Post-kolonyal teori ile ilgili bu somutlaştırmanın ardından onun basitçe bir suçlama ve geçmişi övme olmadığını, bunun özellikle Fanon ve Said tarafından ifade edilmiş olduğunu belirtmekte yarar vardır. Çünkü Batı-dışı toplumların ortak meselesi Batılıların suçlanmaları ve kendi geçmişlerinin unutturulmuş olmasından önce yaşıyor oldukları anda nasıl özerk ve özgür bir yolla ekonomi üretebileceklerinin bulunmasıdır. Örneğin Felsefe ile İslâm felsefesinin farklı olduğu ve birinin diğerini zamansal ve mekânsal olarak kabullenmekte zorlandığı bir denklemde entelektüel, akademik ve ahlaki bir edilgenlik var demektir. Diğer yandan sözgelimi İslâm felsefesi ile Temel İslâm Bilimlerinin birbirinin karşıtı olarak konumlandırıldığı bir tarih okuması varsa, burada İslâm’ın olgusal ve deneyimsel karşılıkları bakımından bir karışıklığın söz konusu olduğu anlaşılabilmektedir. Post-kolonyal teoriye göre bu türden ayrılıklar vakit kaybetmek ve doğru yere yoğunlaşamamakla ilgilidir. Çin ve Hindistan’ın, iddialı Asya, Doğu Avrupa, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinin sıklıkla başvurduğu bir okuma ve anlama yöntemi olarak post-kolonyalizm, kavramların bulunduğu olgu ve deneyim kavşaklarını görünür kılarak vakit kaybını minimuma indirmeyi sağlamaktadır. Hayat bugünde yaşamaktadır ve bugünün pratik çözümlerine gereksinim duyulmaktadır. Bunun için de bence bütün sosyal bilim alanlarında ve özellikle de İlahiyat alanlarında post-kolonyalizmin okunup okutulması gerekmektedir. Bunun mümkün kılınabilmesi için de önce felsefenin post-kolonyalizme vakit ve mesai ayırması lazımdır.

E-Posta: muhammetozdemir34@yahoo.com

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort