DOLAR 32,3642 -0.38%
EURO 34,8383 -0.02%
ALTIN 2.393,89-1,17
BITCOIN 19207543,73%
Ankara
11°

KAPALI

04:16

İMSAK'A KALAN SÜRE

Okan Karakoç

Okan Karakoç

23 Kasım 2019 Cumartesi

Türkiye’nin Son 15 Yılı

Türkiye’nin Son 15 Yılı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Giriş

Başlığı okuyarak yazıya tıklayan birçok okur, muhtemelen Türkiye’nin geçmiş yıllara oranla 15 yılda nasıl değişim gösterdiğini okuyacağını düşünebilir. Fakat ben zıt bir durumu anlatmaya çalışacağım. Bu 15 yıllık süreçte Türkiye’nin nasıl düşmanca iddia ve iftiralara maruz kaldığını, belki birçok ülkenin başına gelse karşısında duramayacağı enteresan olaylara karşı nasıl dimdik durduğunu ele alacağım. Günümüzde hala güncelliğini koruyan konulardan, unutulmaya yüz tutmuş konulara kadar bir zaman yolculuğuna çıkacağız.

Yıl 2002

Genel Seçimler sonucunda %10 barajını aşarak TBMM’ye sadece iki parti girebilmiş, AK Parti tek başına iktidar olmuş ve hükümeti kurmuştur. Hâlihazırda ekonomik ve siyasi krizlerin arasında gerçekleştirilen bu seçimin ardından bir kısım muhalif kesim, “Türkiye Irak olacak, İran olacak, Arabistan olacak” tarzı benzetmelerde bulunmuş; ülkenin durumu çok iyiymişçesine kötüye gideceğini düşünerek ve şeriat’ın sözlük anlamını dahi bilmeden “Ülkeye şeriat gelecek” diyerek kara bir tablo çizmiştir. Günümüzde bu beklentiler hala yerini bulmamış ve ülke o günlerden bugünlere her alanda, önceki dönemlerle mukayese edilemeyecek derecede birkaç seviye atlamış olsa da bıkmaksızın bu gerilemenin gerçekleşeceğine inanan bir kesim bulunmaktadır. Tek farklılık benzetmeler arasında sayılan ülkelere yenilerinin eklenmesi olmuştur; Mısır, Suriye, Yemen gibi.

Yıl 2004

O dönemin ABD Başkanı George Bush’un önderliğinde bir proje ortaya atılmış, bu projenin hayata geçirilmesi kapsamında projeye dahil olan ülkeler arasında yıl içerisinde bazı toplantılar gerçekleştirilmiştir. Yine bu toplantılardan birinde projenin eş başkanlığına üç ülke seçilmiştir; İtalya, Yemen, Türkiye. Projenin adı “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık”tır. Yani halk arasında bilinen tabiriyle “Büyük Ortadoğu Projesi”. Bu proje o günlerden bugüne birçok tartışmaya konu olsa da asıl amacını somut olarak kimse görmemiş, çünkü hiçbir zaman faaliyete geçememiştir. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın birçok kez ifade ettiği gibi proje doğuştan aksamış, düşük olarak doğmuştur. Kuruluş döneminde gerçekleştirilen birkaç toplantı dışında hiçbir resmi açıklaması, yazılı belgesi, kurumu, çalışanı bulunmayan bu proje üzerinden ülkemizde birçok algı oluşturulmuş; İsrail’in projesi olduğuna dair fikirler üretilmiş, Türkiye’nin doğusunu da kapsayan Kürdistan haritaları çizilmiştir. Günümüze kadar gelen süreç içerisinde Türkiye, Davos çıkışı ve Mavi Marmara olayı dahil birçok kez İsrail ile karşı karşıya gelmiş, kendi topraklarında ve sınırın diğer tarafında PKK ile mücadeleye kararlılıkla devam etmiştir. Bu gelişmelere rağmen bu projenin İsrail ve Kürdistan projeleri olduğuna, Erdoğan önderliğinde Türkiye’nin eş başkan olarak bu hayali projeye destek verdiğine inanan bir azınlık hala bulunmaktadır.

Yıl 2008

Aslında bu tarihten çok daha önce, 2002’deki genel seçimlerden itibaren ülkede özgürlüklerin kısıtlanacağı, zorbalık yönetiminin hakim olacağı, en önemlisi de laikliğin ortadan kaldırılacağı söylemleri azımsanmayacak derecede yaygındır. 2008 yılında ise bu söylemler çok daha ciddi bir hal almış, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunulan iddianamenin kabulü ile AK Parti aleyhine kapatma davası resmen açılmıştır. Davanın ana konusu “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak” iken; laikliğe aykırı olduğu ifade edilen maddeler arasında en yaygın konu, yıllardır ülkemizin kanayan yarası olan “okullara türban ile girme meselesi” olmuştur. Ek dosyalar hariç ana iddianamenin tümüne bakıldığında “türban” kelimesi 293 kez, “başörtü” kelimesi 120 kez farklı yerlerde geçmektedir. O dönem 11 asıl üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi’nde bir partinin kapatılabilmesi için, üyeler arasında nitelikli çoğunluğun (toplantıya katılan üye sayısının üçte ikisi) sağlanması gerekiyordu. Davanın görülmesi sonucu partinin kapanmasına ilişkin oylamada 6 kabul 5 red oyu çıkmış, nitelikli çoğunluk olan 7 kabul sayısına tek 1 oy farkla erişilemediğinden parti, kapanmanın eşiğinden kılpayı dönmüştür. Uyarı niteliğindeki ikinci oylamada ise 10 kabul 1 red ile partiye yapılan hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verilmiştir. Eğer parti kapatma kararı için nitelikli çoğunluk değil de salt çoğunluk (toplantıya katılan üye sayısının yarısından fazlası) gerekiyor olsaydı; parti kapanmış olacak, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin birçok bakanının da aralarında yer aldığı toplam 71 siyasetçi 5 yıla kadar siyasetten men edilecek, bu kişiler hakkında açılan davaların ardı arkası kesilmeyecekti. Tekrar günümüze geldiğimizde sadece okullarda değil; özel sektörde, kamuda, yargıda ve son olarak askeriyede türban yasağının kalkmasına rağmen hala laiklik ortadan kalkamamıştır.

Yıl 2014

2010’ların başından itibaren Türkiye içerisinde enteresan olaylar ceryan etmeye başlamış, hukuk dışı bir dizi eylem düzenlenmiş, eşi görülmeyen algı operasyonları sahnelenmiştir. 7 Şubat 2012 MİT krizi (MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın evine yapılması planlanan baskın), 31 Mayıs 2013 Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk iddiaları… Bu üç olayın ortak noktası, gözle görülür bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine yürütülmüş olmalarıdır. Fakat tüm bu çabalardan umduğunu bulamayan, kendi ülkesine çamur atmak için yanıp tutuşan, bunu kendilerine görev edinmiş birtakım kişi ve gruplar, hızlarını alamayarak 4. bombanın pimini çekip devletin üzerine bırakmışlardır: 1-19 Ocak 2014 MİT TIR’larının durdurulması.

Devletin resmi istihbarat teşkilatı olan MİT’e ait TIR’lar, 1 Ocak 2014’te Hatay’da, 19 Ocak 2014’te Adana’da durdurulmuş; özellikle Adana’daki eylemde MİT görevlileri Jandarma ekibi tarafından terör örgütü mensuplarıymışçasına muamele görmüş ve hırpalanmıştır. Bu iki hukuksuz operasyonun ardından, suç teşkil eden fakat yine herhangi somut bir delili bulunmayan çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. 1 Ocak’ta durdurulan TIR’ların İHH İnsani Yardım Vakfı’na ait olduğu, TIR’ların içinde MİT yetkililerinin de bulunduğu ve DEAŞ’a silah yardımı götürdüğü haberleri yayılmış, hem İHH hem MİT üzerinden bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılmıştır. İHH Kurucusu ve Başkanı Sayın Fehmi Bülent Yıldırım ile İHH avukatlarının yoğun diplomasi trafiği ve hukuk arayışı sonuç vermiş ve TIR’ların İHH ile ilgisinin olmadığı 2 gün içinde tüm medya organlarınca düzeltilmiş olsa da; atılan çamurun izini sürmek için türetilen bir grup hala bu iddiayı sürdürebilmektedir. Yine aynı şekilde 19 Ocak’ta durdurulan MİT TIR’larının da DEAŞ’a silah taşıdığı, devletin teröre destek verdiği iddiaları günümüzde halen doğrulanmayı beklemektedir.

Bu bekleyiş sürerken ve dünya güçleri DEAŞ’ın saldırılarını kınamaktan başka hiçbir şey yapmazken Türkiye; sınırlarını tehdit eden bu terör örgütüne karşı tek başına kararlı bir mücadeleye girmiş, Fırat Kalkanı gibi çok kapsamlı operasyonlar düzenlemiş, Orta Doğu’da terörle mücadele konusunda dünyanın en etkin ülkesi konumuna erişmiştir. Birçok terörist grubu ülkelerinde barındıran, bu grupların temsilcilik açmalarına, yürüyüşler düzenlemelerine müsaade eden ve hatta terör örgütlerine gizliden & açıktan silah yardımında bulunan Avrupa ve ABD’nin teröre karşı tutumları gün gibi açıkken; bu mücadele uğrunda evlatlarını şehit veren Türkiye Cumhuriyeti Devleti için “Teröriste silah yardımı yapıyor” iddiasında bulunmak biraz körlük, biraz da nankörlüktür. Türkiye savunmasız ve güçsüz bir DEAŞ’a karşı mücadele etmek yerine, daha güçlü ve kendini savunabilecek bir DEAŞ’a karşı mücadele etmeyi yeğlediyse, işte o zaman bu iddianın doğruluğu yeniden tartışılabilir.

Yıl 2016

Bu yıl, belki de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin içeriden-dışarıdan en yoğun saldırılara maruz kaldığı, en hain tuzaklarla boğuştuğu, en sinsi planların ortasında kaldığı, ülkesini seven hiçbir kesimin hatırlamak istemeyeceği acı dolu bir yıl olmuştur. Terörle mücadelede verdiğimiz şehitler, şehirlerin orta yerinde patlayan bombalar, devlet içerisinde örgütlenen paralel yapılanmalar…

Ve en uç nokta; bir darbe girişimi. Bir milletin nasıl şahlanacağını, bir destanın nasıl yazılacağını, tankların uçakların nasıl yenilgiye uğratılacağını gösteren bir darbe girişimi. Yani, eski Türkiye’de meydana gelen darbelerden farklı olarak millet tarafından hüsrana uğratılmış bir darbe girişimi.

Bilanço: 250 şehit, binlerce gazi, milyonlarca kahraman. Ve bu bilançoya rağmen, bu kahramanlık destanının ardından ortaya atılan bir başka iddia: “Kontrollü darbe girişimi”. Maalesef ülkenin hiçbir zorlu sürecinde birlik içerisinde olmayı başaramamış bazı siyasi organlar ve medya kuruluşları, bu süreçte de kendilerine addedilen görevleri yerine getirmişlerdir. Sadece devletin ve milletin yanında olmamakla kalmamış, tarafsızlıklarını da koruyamayarak karşı cephede yer almayı kendilerine uygun görmüşlerdir. Milletin bağımsızlığına pranga vurmayı amaçlayan hainler topluluğunun yargılanmalarına karşı çıkmış, bu uğurda mitingler düzenlemiş, yürüyüşler gerçekleştirmişlerdir. “Kontrollü darbe” olarak nitelendirdikleri iddia ise zamanla doğruluğunu göstermeye başlamış, fakat bahsedilen bu kontrolün hangi tarafta olduğu konusunda toplum içerisinde çok ciddi şüpheler uyanmıştır.

Yıl 2017

Cumhuriyet tarihi boyunca mevcut anayasaların akıbeti sürekli tartışma konusu olmuştur. Özellikle “darbe kalıntısı” 1961 ve 1982 anayasalarının ardından toplumun her kesimine hitap edebilen yeni, sivil bir anayasa ihtiyacı doğmuş, bu ihtiyaç zamanla zaruri hale gelmiştir. Sadece iktidarda bulunan partilerin talebiyle değil; muhalefetiyle, diğer siyasi partileriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, üniversiteleriyle birçok alanda farklı çalışmalar yapılmış, teklifler sunulmuş, önerilerde bulunulmuştur. Fakat toplumun neredeyse her kesiminin bu zaruri ihtiyacı görmesine rağmen siyasi taraflar bir türlü orta yolu bulamamış, kurulan anayasa uzlaşma komisyonları “uzlaşamama komisyonları”na dönüşmüş, henüz ikinci-üçüncü görüşmelerde masalardan kalkılmış, böylece yeni anayasa görüşmeleri çileli bir yol haline bürünmüştür. On yıllarca süren bu kördüğüm, yakın zamanda uzlaşan ve kendi siyasi çıkarlarını değil; Türkiye’nin geleceğini düşünerek hareket eden iki siyasi partinin sağduyulu çalışmalarıyla çözülmüş ve Türkiye, gerçekleştirilen referandum sonucu yepyeni bir anayasaya kavuşmuştur. Hal böyleyken yine ortada muhalif bir kesim bulunmakta, çizilen kara senaryoların sadece konusu değişmektedir. 15 yıldır ülkeyi Suriye yapmayı başaramayanların, doğu sınırını bölüp yeni bir devlet kuramayanların, laikliği bir türlü ortadan kaldıramayanların, devleti “terör yuvası” haline getiremeyenlerin, darbenin kontrolünü karşı tarafa yıkamayanların sığındıkları güncel liman bu kez “rejim” olmuştur. Yeni anayasa ile cumhuriyetin ortadan kaldırılacağına, tek adamlık rejimi ile diktatörlüğün hakim olacağına ve milletin yetkisinin elinden alınacağına inananların öngörüleri de yukarıdaki diğer öngörüler gibi gerçek olacak mı, ömrümüz yeter de Yeni Anayasalı Yeni Türkiye’yi görebilirsek birkaç yıl sonra da bunu ele alabiliriz inşaAllah.

Sonuç

AK Parti döneminde Türkiye’nin istikrarı üzerine oynanan belli başlı oyunları derlemeye çalıştım. Bahsi geçen olayların çok daha fazlasını atlamış olabilirim. Türkiye üzerinde 15 yıldır ardı arkası kesilmeyen bu oyunların benzerleri 2002 yılından önce de oynanıyordu, bundan sonra da maalesef oynanacaktır. Burada önemli olan; ülke idarecilerinin dik duruşu ile birlikte milletin iradesi ve devletine sahip çıkabilmesidir. Bu ikisi olduğu sürece Allah’ın izniyle bu vatan toprağına düşman eli değemeyecektir inşaAllah. Bundan sonrası için hepimize huzurlu bir Türkiye diliyorum.

İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort