DOLAR 32,5055 -0.12%
EURO 34,7782 -0.5%
ALTIN 2.495,390,45
BITCOIN 20728290,40%
Ankara
20°

PARÇALI BULUTLU

04:46

İMSAK'A KALAN SÜRE

Okan Karakoç

Okan Karakoç

23 Kasım 2019 Cumartesi

İlkokul Öğretmeni Olmak…

İlkokul Öğretmeni Olmak…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir çocuğun on yıllar sonra dahi hatırlayacağı nadir kişilerdendir, ilkokul öğretmeni. Şifre hatırlatma sorularında bile “ilkokul öğretmeninizin adı”nı sorarlar. Çünkü unutulmaz ilkokul öğretmeni, ikinci annedir o çünkü çocuğa, ikinci babadır, yanında en güvende hissettiği ikinci kucaktır. Sıcacık sevgisiyle bazen o çocuğa arkadaş, bazen yol göstericidir. Hayatın anlamını onunla kavramaya başlar çocuk, onunla filizlenir karakteri. Elinden tutup birlikte büyürler, beraber öğrenirler. Bazen yetişkin olur o çocuk öğretmeni karşısında; nasıl büyük laflar eder, nasıl beklenmedik olgunlukta davranır. “Bu kadar büyüdün mü sen” der, şaşırır kalırsın. Bazense çocuk olur öğretmeni, mesleki önlüğünü bir kenara bırakıp oyun arkadaşı olur çocuğa. Onun gibi koşar, onun gibi şarkı söyler, onun gibi eğlenir.

Sadece 4 yıllık bir serüven değildir ilkokul öğretmenliği, bir kez bulaştı mı yapışır yakana. Çıkmaz bir ömür üstünden o önlük. Hiç beklemediğin bir zamanda, hiç beklemediğin bir mekânda, çıkıverir karşına o küçük çocuk. Küçük değildir aslında o kadar da artık, ama hala o günkü çocukmuş gibi davranır. Aynı neşe, aynı heyecan, aynı saygı… Önce elini öper, sonra sımsıkı sarılır sana, “Öğretmenim!” diyerek. Eskiden sınıfa girdiğinde, sırasından fırlayıp koşarak sarıldığı gibi; samimi, içten… Birkaç da kelime dökülür o an çocuğun dilinden; nasıl büyük laflar eder, nasıl gururlandırır cümleleriyle seni. “Bu kadar büyüdün mü sen” der, şaşırır kalırsın. Kelimeler döküldükçe, senin de gözlerinden yaşlar süzülüverir, tutamazsın. Ve o an, daha önce birçok kez yaptığın gibi, tekrar şükredersin; “İyi ki öğretmenim” diyerek…

İşte böyle bir histir ilkokul öğretmeni olmak. Ve sen de bu mesleğin sahibi olduğun için kendinle gurur duyuyor olmalısın. İyi ki, on yıllar sonra dahi seni anımsayacak olan o çocuğun öğretmenisin. Ve bundan sonra da o çocuk gibi, hayatına dokunabileceğin daha nice öğrencilere… Günün kutlu olsun sevgili öğretmenim!

Dipnot: Bütün öğretmenlik branşları için farklı kelimelerle, fakat aynı duygularla benzer cümleler kurulabilir. Her bir öğretmenin ayrı bir yeri, özel bir değeri vardır. Sadece bu seferlik kalemimden çıkan kelimeler ilkokul öğretmenleri için oluştu. Yanlış bir anlaşılma olmasın. 🙂

İlkokul öğretmenlerim Aysel Yılmazel ve Sebahat Sayın’ın ellerinden öpüyor, eğitimimde emeği bulunan tüm öğretmenlerimi ve memleketimin her bir eğitmenini kucak dolusu sevgiyle selamlıyorum. İyi ki varsınız…

Devamını Oku

Türkiye’nin Son 15 Yılı

Türkiye’nin Son 15 Yılı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Giriş

Başlığı okuyarak yazıya tıklayan birçok okur, muhtemelen Türkiye’nin geçmiş yıllara oranla 15 yılda nasıl değişim gösterdiğini okuyacağını düşünebilir. Fakat ben zıt bir durumu anlatmaya çalışacağım. Bu 15 yıllık süreçte Türkiye’nin nasıl düşmanca iddia ve iftiralara maruz kaldığını, belki birçok ülkenin başına gelse karşısında duramayacağı enteresan olaylara karşı nasıl dimdik durduğunu ele alacağım. Günümüzde hala güncelliğini koruyan konulardan, unutulmaya yüz tutmuş konulara kadar bir zaman yolculuğuna çıkacağız.

Yıl 2002

Genel Seçimler sonucunda %10 barajını aşarak TBMM’ye sadece iki parti girebilmiş, AK Parti tek başına iktidar olmuş ve hükümeti kurmuştur. Hâlihazırda ekonomik ve siyasi krizlerin arasında gerçekleştirilen bu seçimin ardından bir kısım muhalif kesim, “Türkiye Irak olacak, İran olacak, Arabistan olacak” tarzı benzetmelerde bulunmuş; ülkenin durumu çok iyiymişçesine kötüye gideceğini düşünerek ve şeriat’ın sözlük anlamını dahi bilmeden “Ülkeye şeriat gelecek” diyerek kara bir tablo çizmiştir. Günümüzde bu beklentiler hala yerini bulmamış ve ülke o günlerden bugünlere her alanda, önceki dönemlerle mukayese edilemeyecek derecede birkaç seviye atlamış olsa da bıkmaksızın bu gerilemenin gerçekleşeceğine inanan bir kesim bulunmaktadır. Tek farklılık benzetmeler arasında sayılan ülkelere yenilerinin eklenmesi olmuştur; Mısır, Suriye, Yemen gibi.

Yıl 2004

O dönemin ABD Başkanı George Bush’un önderliğinde bir proje ortaya atılmış, bu projenin hayata geçirilmesi kapsamında projeye dahil olan ülkeler arasında yıl içerisinde bazı toplantılar gerçekleştirilmiştir. Yine bu toplantılardan birinde projenin eş başkanlığına üç ülke seçilmiştir; İtalya, Yemen, Türkiye. Projenin adı “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık”tır. Yani halk arasında bilinen tabiriyle “Büyük Ortadoğu Projesi”. Bu proje o günlerden bugüne birçok tartışmaya konu olsa da asıl amacını somut olarak kimse görmemiş, çünkü hiçbir zaman faaliyete geçememiştir. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın birçok kez ifade ettiği gibi proje doğuştan aksamış, düşük olarak doğmuştur. Kuruluş döneminde gerçekleştirilen birkaç toplantı dışında hiçbir resmi açıklaması, yazılı belgesi, kurumu, çalışanı bulunmayan bu proje üzerinden ülkemizde birçok algı oluşturulmuş; İsrail’in projesi olduğuna dair fikirler üretilmiş, Türkiye’nin doğusunu da kapsayan Kürdistan haritaları çizilmiştir. Günümüze kadar gelen süreç içerisinde Türkiye, Davos çıkışı ve Mavi Marmara olayı dahil birçok kez İsrail ile karşı karşıya gelmiş, kendi topraklarında ve sınırın diğer tarafında PKK ile mücadeleye kararlılıkla devam etmiştir. Bu gelişmelere rağmen bu projenin İsrail ve Kürdistan projeleri olduğuna, Erdoğan önderliğinde Türkiye’nin eş başkan olarak bu hayali projeye destek verdiğine inanan bir azınlık hala bulunmaktadır.

Yıl 2008

Aslında bu tarihten çok daha önce, 2002’deki genel seçimlerden itibaren ülkede özgürlüklerin kısıtlanacağı, zorbalık yönetiminin hakim olacağı, en önemlisi de laikliğin ortadan kaldırılacağı söylemleri azımsanmayacak derecede yaygındır. 2008 yılında ise bu söylemler çok daha ciddi bir hal almış, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunulan iddianamenin kabulü ile AK Parti aleyhine kapatma davası resmen açılmıştır. Davanın ana konusu “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak” iken; laikliğe aykırı olduğu ifade edilen maddeler arasında en yaygın konu, yıllardır ülkemizin kanayan yarası olan “okullara türban ile girme meselesi” olmuştur. Ek dosyalar hariç ana iddianamenin tümüne bakıldığında “türban” kelimesi 293 kez, “başörtü” kelimesi 120 kez farklı yerlerde geçmektedir. O dönem 11 asıl üyeden oluşan Anayasa Mahkemesi’nde bir partinin kapatılabilmesi için, üyeler arasında nitelikli çoğunluğun (toplantıya katılan üye sayısının üçte ikisi) sağlanması gerekiyordu. Davanın görülmesi sonucu partinin kapanmasına ilişkin oylamada 6 kabul 5 red oyu çıkmış, nitelikli çoğunluk olan 7 kabul sayısına tek 1 oy farkla erişilemediğinden parti, kapanmanın eşiğinden kılpayı dönmüştür. Uyarı niteliğindeki ikinci oylamada ise 10 kabul 1 red ile partiye yapılan hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verilmiştir. Eğer parti kapatma kararı için nitelikli çoğunluk değil de salt çoğunluk (toplantıya katılan üye sayısının yarısından fazlası) gerekiyor olsaydı; parti kapanmış olacak, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin birçok bakanının da aralarında yer aldığı toplam 71 siyasetçi 5 yıla kadar siyasetten men edilecek, bu kişiler hakkında açılan davaların ardı arkası kesilmeyecekti. Tekrar günümüze geldiğimizde sadece okullarda değil; özel sektörde, kamuda, yargıda ve son olarak askeriyede türban yasağının kalkmasına rağmen hala laiklik ortadan kalkamamıştır.

Yıl 2014

2010’ların başından itibaren Türkiye içerisinde enteresan olaylar ceryan etmeye başlamış, hukuk dışı bir dizi eylem düzenlenmiş, eşi görülmeyen algı operasyonları sahnelenmiştir. 7 Şubat 2012 MİT krizi (MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın evine yapılması planlanan baskın), 31 Mayıs 2013 Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk iddiaları… Bu üç olayın ortak noktası, gözle görülür bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine yürütülmüş olmalarıdır. Fakat tüm bu çabalardan umduğunu bulamayan, kendi ülkesine çamur atmak için yanıp tutuşan, bunu kendilerine görev edinmiş birtakım kişi ve gruplar, hızlarını alamayarak 4. bombanın pimini çekip devletin üzerine bırakmışlardır: 1-19 Ocak 2014 MİT TIR’larının durdurulması.

Devletin resmi istihbarat teşkilatı olan MİT’e ait TIR’lar, 1 Ocak 2014’te Hatay’da, 19 Ocak 2014’te Adana’da durdurulmuş; özellikle Adana’daki eylemde MİT görevlileri Jandarma ekibi tarafından terör örgütü mensuplarıymışçasına muamele görmüş ve hırpalanmıştır. Bu iki hukuksuz operasyonun ardından, suç teşkil eden fakat yine herhangi somut bir delili bulunmayan çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. 1 Ocak’ta durdurulan TIR’ların İHH İnsani Yardım Vakfı’na ait olduğu, TIR’ların içinde MİT yetkililerinin de bulunduğu ve DEAŞ’a silah yardımı götürdüğü haberleri yayılmış, hem İHH hem MİT üzerinden bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılmıştır. İHH Kurucusu ve Başkanı Sayın Fehmi Bülent Yıldırım ile İHH avukatlarının yoğun diplomasi trafiği ve hukuk arayışı sonuç vermiş ve TIR’ların İHH ile ilgisinin olmadığı 2 gün içinde tüm medya organlarınca düzeltilmiş olsa da; atılan çamurun izini sürmek için türetilen bir grup hala bu iddiayı sürdürebilmektedir. Yine aynı şekilde 19 Ocak’ta durdurulan MİT TIR’larının da DEAŞ’a silah taşıdığı, devletin teröre destek verdiği iddiaları günümüzde halen doğrulanmayı beklemektedir.

Bu bekleyiş sürerken ve dünya güçleri DEAŞ’ın saldırılarını kınamaktan başka hiçbir şey yapmazken Türkiye; sınırlarını tehdit eden bu terör örgütüne karşı tek başına kararlı bir mücadeleye girmiş, Fırat Kalkanı gibi çok kapsamlı operasyonlar düzenlemiş, Orta Doğu’da terörle mücadele konusunda dünyanın en etkin ülkesi konumuna erişmiştir. Birçok terörist grubu ülkelerinde barındıran, bu grupların temsilcilik açmalarına, yürüyüşler düzenlemelerine müsaade eden ve hatta terör örgütlerine gizliden & açıktan silah yardımında bulunan Avrupa ve ABD’nin teröre karşı tutumları gün gibi açıkken; bu mücadele uğrunda evlatlarını şehit veren Türkiye Cumhuriyeti Devleti için “Teröriste silah yardımı yapıyor” iddiasında bulunmak biraz körlük, biraz da nankörlüktür. Türkiye savunmasız ve güçsüz bir DEAŞ’a karşı mücadele etmek yerine, daha güçlü ve kendini savunabilecek bir DEAŞ’a karşı mücadele etmeyi yeğlediyse, işte o zaman bu iddianın doğruluğu yeniden tartışılabilir.

Yıl 2016

Bu yıl, belki de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin içeriden-dışarıdan en yoğun saldırılara maruz kaldığı, en hain tuzaklarla boğuştuğu, en sinsi planların ortasında kaldığı, ülkesini seven hiçbir kesimin hatırlamak istemeyeceği acı dolu bir yıl olmuştur. Terörle mücadelede verdiğimiz şehitler, şehirlerin orta yerinde patlayan bombalar, devlet içerisinde örgütlenen paralel yapılanmalar…

Ve en uç nokta; bir darbe girişimi. Bir milletin nasıl şahlanacağını, bir destanın nasıl yazılacağını, tankların uçakların nasıl yenilgiye uğratılacağını gösteren bir darbe girişimi. Yani, eski Türkiye’de meydana gelen darbelerden farklı olarak millet tarafından hüsrana uğratılmış bir darbe girişimi.

Bilanço: 250 şehit, binlerce gazi, milyonlarca kahraman. Ve bu bilançoya rağmen, bu kahramanlık destanının ardından ortaya atılan bir başka iddia: “Kontrollü darbe girişimi”. Maalesef ülkenin hiçbir zorlu sürecinde birlik içerisinde olmayı başaramamış bazı siyasi organlar ve medya kuruluşları, bu süreçte de kendilerine addedilen görevleri yerine getirmişlerdir. Sadece devletin ve milletin yanında olmamakla kalmamış, tarafsızlıklarını da koruyamayarak karşı cephede yer almayı kendilerine uygun görmüşlerdir. Milletin bağımsızlığına pranga vurmayı amaçlayan hainler topluluğunun yargılanmalarına karşı çıkmış, bu uğurda mitingler düzenlemiş, yürüyüşler gerçekleştirmişlerdir. “Kontrollü darbe” olarak nitelendirdikleri iddia ise zamanla doğruluğunu göstermeye başlamış, fakat bahsedilen bu kontrolün hangi tarafta olduğu konusunda toplum içerisinde çok ciddi şüpheler uyanmıştır.

Yıl 2017

Cumhuriyet tarihi boyunca mevcut anayasaların akıbeti sürekli tartışma konusu olmuştur. Özellikle “darbe kalıntısı” 1961 ve 1982 anayasalarının ardından toplumun her kesimine hitap edebilen yeni, sivil bir anayasa ihtiyacı doğmuş, bu ihtiyaç zamanla zaruri hale gelmiştir. Sadece iktidarda bulunan partilerin talebiyle değil; muhalefetiyle, diğer siyasi partileriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, üniversiteleriyle birçok alanda farklı çalışmalar yapılmış, teklifler sunulmuş, önerilerde bulunulmuştur. Fakat toplumun neredeyse her kesiminin bu zaruri ihtiyacı görmesine rağmen siyasi taraflar bir türlü orta yolu bulamamış, kurulan anayasa uzlaşma komisyonları “uzlaşamama komisyonları”na dönüşmüş, henüz ikinci-üçüncü görüşmelerde masalardan kalkılmış, böylece yeni anayasa görüşmeleri çileli bir yol haline bürünmüştür. On yıllarca süren bu kördüğüm, yakın zamanda uzlaşan ve kendi siyasi çıkarlarını değil; Türkiye’nin geleceğini düşünerek hareket eden iki siyasi partinin sağduyulu çalışmalarıyla çözülmüş ve Türkiye, gerçekleştirilen referandum sonucu yepyeni bir anayasaya kavuşmuştur. Hal böyleyken yine ortada muhalif bir kesim bulunmakta, çizilen kara senaryoların sadece konusu değişmektedir. 15 yıldır ülkeyi Suriye yapmayı başaramayanların, doğu sınırını bölüp yeni bir devlet kuramayanların, laikliği bir türlü ortadan kaldıramayanların, devleti “terör yuvası” haline getiremeyenlerin, darbenin kontrolünü karşı tarafa yıkamayanların sığındıkları güncel liman bu kez “rejim” olmuştur. Yeni anayasa ile cumhuriyetin ortadan kaldırılacağına, tek adamlık rejimi ile diktatörlüğün hakim olacağına ve milletin yetkisinin elinden alınacağına inananların öngörüleri de yukarıdaki diğer öngörüler gibi gerçek olacak mı, ömrümüz yeter de Yeni Anayasalı Yeni Türkiye’yi görebilirsek birkaç yıl sonra da bunu ele alabiliriz inşaAllah.

Sonuç

AK Parti döneminde Türkiye’nin istikrarı üzerine oynanan belli başlı oyunları derlemeye çalıştım. Bahsi geçen olayların çok daha fazlasını atlamış olabilirim. Türkiye üzerinde 15 yıldır ardı arkası kesilmeyen bu oyunların benzerleri 2002 yılından önce de oynanıyordu, bundan sonra da maalesef oynanacaktır. Burada önemli olan; ülke idarecilerinin dik duruşu ile birlikte milletin iradesi ve devletine sahip çıkabilmesidir. Bu ikisi olduğu sürece Allah’ın izniyle bu vatan toprağına düşman eli değemeyecektir inşaAllah. Bundan sonrası için hepimize huzurlu bir Türkiye diliyorum.

Devamını Oku

Sence Neye Oy Vermeliyim?

Sence Neye Oy Vermeliyim?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ekran Resmi 2017-03-30 22.27.36

Geçen gün bir yolculuk sırasında yanımdaki arkadaş, yaklaşan her seçim dönemi klasikleşen bir soruyu bana yöneltti: “Referandum yaklaşıyor ama hala neye oy vereceğime karar veremedim, sence neye oy vermeliyim?” Bu sorunun iki temel sebebi olabilir; ya referandumda oylayacağımız anayasanın içeriğine hiç göz atmamıştır, veya bu referandumu bir anayasa değişikliği oylaması olarak değil siyasi parti oylaması olarak görüyordur.

Bu referandum, daha önceki hiçbir seçime benzemiyor. Daha açık söylemek gerekirse; bu referandum, “sence neye oy vermeliyim” sorusuyla oy kullanılacak kadar basit bir seçim değil. Gerçekten oturup üzerinde düşünülerek, hatta çalışılarak karar verilmesi gereken ciddi bir seçim. Çünkü bu seçim, benim 3-5 yılımı değil, 30-40 yılımı etkileyecek. Çocuklarımın, torunlarımın hayatlarını etkileyecek. Türkiye’nin geleceğini etkileyecek.

Genel-yerel seçimlerde seçmen, siyasal ve sosyal açıdan kendisini en iyi şekilde temsil edeceğini düşündüğü tarafı seçerek inandığı kişiye/partiye oy kullanır. Bazı istisnalar dışında bu tüm dünyada böyledir. Referandum ise bambaşka bir boyuttur. Burada seçim bir sınav, seçmenler birer öğrenci konumundadır. Her iki tercihi temsil eden siyasi aktörler ise öğretmenler. Fakat öğretmenlerden bazılarının verdiği bilgiler eksik/yetersiz olabilir. Teoride aynı şeyi anlatıyor gibi görünseler de pratikte anlatım tarzları, bakış açıları farklılık gösterebilir (Örneğin A Partisinin EVET klibinde tam olarak “Çocuklar için, yarınlarımız için” cümlesi geçerken, B Partisinin HAYIR klibinde “Güneşli yarınlar için, çocuklarımız için” deniyor. Birebir aynı tezi savunan iki zıt seçenek). İşte tam da bu yüzden, katılım açısından ülke tarihinin en kapsamlı sınavına girecek olan (yurtdışı seçmenler ile birlikte) yaklaşık 60 milyon öğrenci, bir tarafa kulak vermeden önce sorumluluğunun bilincinde olarak 18 konuluk derslerine kendi imkanlarıyla sıkı sıkıya çalışmak durumundadırlar.

Anayasa değişikliği teklifi TBMM’de kabul edildiği günden itibaren 2 ayı aşkın bir süre geçti. Bu süre zarfı içerisinde işimizin yoruculuğundan, derslerimizin yoğunluğundan, seyahatlerimizin sıklığından, ailemize vakit ayırmaktan, veya hernangi keyfi bir sebepten bu maddelerle hiç ilgilenememiş, ya da sadece etraftan duyduklarımızla yetinmiş olabiliriz. Ama hala 2 haftadan fazla zamanımız var. Boş bir günümüzün en fazla 1 saati, bu sorumluluğu üzerimizden atmak için yeterli bir süre. “Okusam da fikrim değişmez” demek, okumamak için geçerli bir sebep değil. Önemli olan fikrimizin değişmesi değil çünkü, artık neyi kabul edip neyi reddettiğimizi biliyor olacağız. Çevremizden, televizyondan, sosyal medyadan kopya çekerek sınava girmek yerine kendi bilgimizi test edeceğiz. Sonuçta her kopya doğru cevabı vermez.

“Benim ideolojim bunu destekliyor, benim partim bunu söylüyor, okumaya ne hacet” gafletine de düşmemek gerek. Gün gelir, senin ideolojin de bugün karşı çıktığı sonuçtan bir yerde faydalanır. Burada önemli olan akıllı ve bilinçli oy kullanmak; kendi gününü değil, Türkiye’nin geleceğini düşünerek karar vermek. Lütfen sandık başına vardığımızda neye EVET/HAYIR diyeceğimizi bilelim, bu 2 şıklı sınavdan Türkiye’yi sınıfta bırakmayalım…

Gelelim baştaki sorunun cevabına, bence neye mi oy vermelisin? Seçeneğini ben belirleyemem elbet, okuyup biraz inceledikten sonra sana doğru gelen ne ise o tarafa mührü basarsın güzel kardeşim. Fakat şunu söyleyebilirim; maddeleri doğru ve dikkatli okuyasın ki, ileriki günlerde Sayın Sezer’in yaptığı gibi vicdanın da sana bu 18 maddelik anayasa kitapçığını fırlatıp, “Oy vermeden önce bunları hiç okumadın mı?” demesin. Böyle bir krizi ikinci defa kimse yaşamak istemez maazallah.

17 Nisan sabahına seçim kargaşasını atlatmış, çok daha güçlü bir Türkiye ile uyanabilmek umuduyla… Tüm tarafların ortak sesi için; “çocuklarımız için, yarınlarımız için” okuyalım, okumaya teşvik edelim.

Devamını Oku

Geleceğim Ellerinde… Tut Elimi!

Geleceğim Ellerinde… Tut Elimi!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

aa_picture_20150622_5685622_highBu tarz bir yazıyı daha önce yazmak için çok düşündüm. Çok ikilemde kaldım. Ve hep vazgeçtim. Ama bir yanım hiç vazgeçmedi. Hep “acaba” dedirtti. Sonunda beni ikna etmeyi başardı.

Aslında beni ikna etmek çok kolaydır. Ama mantığıma yanlış gelen bir şeyler varsa olay tersine döner. Karakterimin inatçı özelliği ortaya çıkar. İşte bu kez, bu inadı yıkan ufacık bir detay oldu. Bir mektup…

Bu mektup ki, hayatımda aldığım en değerli mektup. Daha gördüğüm anda, “gözyaşları sel oldu” deyimini bana yaşatan bir mektup. Ama size olayın en ilgincini söyleyeyim mi? Gözlerimi yaşa boğan bu mektubun tek bir kelimesini dahi anlayamıyordum. Anlamak bir yana, okuyamıyordum. Tek anlayabildiğim şey, mektubun bir satırının başındaki 4 kalp işaretiydi.

Kilometrelerce uzaktan, hiç tanımadığınız ve normal şartlarda ömrünüz boyunca hiç karşılaşma ihtimalinizin olmadığı birinden, hiç beklemediğiniz bir anda size seslenen bir mektup aldığınızda nasıl karmaşık duygular içine girebileceğinizi hissedebiliyor musunuz? İşte bana şu an bu yazıyı yazdıran ne o mektup, ne de kilometrelerce uzaktan “bize”(*) seslenen o kelimelerin sahibi. Bana bunu yazdıran -birazdan da değineceğim üzere- duyduğum o hisler…

Mektup Gazze’dendi. Yazı halk dili Arapçasıydı. 3 yaşında bir yetimin ailesinden geliyordu. Günler, haftalar sonra tercüme ettirebildim. Ve sonra ben de bir cevap yazdım, şu an yeni mektup arkadaşıma ulaşmayı bekliyor.

Hani bazen Cuma’dan çıkarken “camiye yardım, camiye yardım” diye bağırır yaşları bizden büyük amcalarımız. Bazen cebimizde üç beş lira olur, o sepete biz de atarız bir şeyler. Sonra içimizden geçiririz, “bir caminin belki bir tuğlasında benim de katkım oldu” diye. O gönül rahatlığıyla güne devam ederiz. Ama bilmeyiz hiç hangi cami bu, hangi bölgesi için kullanıldı, ne kadar yardımım dokundu. Çünkü biz ile caminin arasında aracılar vardır, bizim bu yardımı yapmamıza vesile olan kişiler vardır. Allah razı olsun ki onlar var. Onlar olmasa bu gönül rahatlığını, bu duyguları, bu hisleri nasıl yaşardık?

Lakin…

İşte o mektubu aldığım gün var ya. O gün, aracı olan kim varsa hepsi aradan çekildi. Arada çok uzun bir köprü vardı. Bu köprünün bir ucu Ankara, diğer ucu Gazze… Köprü bağlıyordu bu iki noktayı. Köprünün üzerinde başka insanlar çalışıyordu harıl harıl, o iki uzak nokta arasında bağ oluşturabilmek için. Bir noktadan diğer noktaya haber gönderebilmek için. O gün, sanki o köprü yıkıldı. İki sınır kesişti. Yollar birleşti. Sanki o gün, o Cuma çıkışı yardım istenen yere ben gittim ve caminin yapımını gözlerimle gördüm, kendim şahit oldum, kendi tuğlamı da kendi ellerimle yerleştirdim. Benim de katkım olan o camide huzur içinde namaz kılanları görüp huzur doldum. Şükür doldum.

Artık o camiden haberdarım. Artık o aileden haberdarım. Ve artık, belki de fotoğrafları dışında hiç göremeyecek olsam da, manevi bir evladım var. Ya da kim bilir; belki bir gün bana uzattığı o masum, minicik eli gerçekten tutup Gazze sokaklarında birlikte yürüyeceğimiz, Kudüs’te özgürce dolaşıp Mescid-i Aksa’da birlikte namaz kılacağımız bir evladım var.

(*) “Bize” seslenen o kelimeler… Bu yazıyı yazmamdaki en temel konu, yukarıda tırnak içine aldığım bu zamir. “Bize” seslendiler çünkü. Bana değildi o mektup, “bize”ydi. Hepimize. Bu yazıyı okuyanlara, okumayanlara. İnsan olan herkeseydi. O mektup bana, Filistin’den haber getirmenin yanında aynı zamanda büyük de bir sorumluluk verdi. “Burada sadece ben yokum, bizden daha çok var, bizi bulun!” diyordu o mektup bana, her ne kadar içinde böyle bir ifade geçmese de. O yüzden paylaşmam gerekiyordu. Ben sadece aracıyım, bir sembolüm, ben değil başkası da olabilirdi o mektubun sahibi. Bu seferlik bana denk gelmiş. Bu kez de ben köprüyüm. Burada anlattığım her şey gerçek, aynı zamanda her şey sembolik. Filistin olmaz da Türkiye olur, Suriye olur, Somali olur. Yetim olmaz da engelli olur, hasta olur. Camideki amca olmaz da A derneği olur, B kurumu olur. Mektup olmaz da kalbine dokunan mahcup bir tebessüm olur, güzel bir söz, bir dua olur. Ben olmam da, sen olursun…

Artık sembolleri yerine oturtalım. Artık dünyaya neden geldiğimizin bilincine varalım. Biz neden yaşıyoruz, görevimiz ne? Kendimiz için nefes alıp, kendimize yaşayıp, öldükten sonra da geride bir mezardan başka hiçbir şey bırakmadan yok olmak mı? Bunun için mi geldik biz dünyaya? Düşünelim. Silkelenelim. Son nefesimize sıra gelmeden güzel bir şeyler yapalım. Arkamızda kalıcı eserler bırakalım. Hala nefes alabiliyorsak hala vaktimiz var demektir. Ahirete göçüp gittiğimizde, günahlarımızla baş başa kaldığımızda en azından dünyada bir dua’mız bir Fatiha’mız olsun; ateşimize su serpecek, hesabımızı hafifletecek…

Şu an seninle aynı anda bu dünyada nefes alan, ve elini uzatmış tutmanı bekleyen, elinin sıcaklığına muhtaç kaç milyon insan var biliyor musun? Kaç çocuk şu an parklarda sallanıp sokaklarda top peşinde koşması gerekirken hayat mücadelesi veriyor; bunu saymaya hangimizin gücü yetebilir? İşte bu insanlar, bu çocuklar ellerini uzatmış tutmamızı bekliyor. Biz ellerini tutarsak, onlar da geleceğe tutunacaklar. Artık o insanlarla aramızdaki engelleri yıkalım, köprüler kuralım. Diyanet İşleri’nin bu Ramazan’da belirlediği slogan gibi: “İnsanlık için atsın kalbimiz. Gelin gönüller yapalım! Bu Ramazan ve her zaman…” Bakarsınız bir gün, o köprüler de birleşiverir.

Ramazan-ı Şerif, ülkem ve tüm Müslüman alemi için hayırlara vesile olsun inşaallah. Dolu dolu yaşayabileceğimiz hayırlı ve huzurlu Ramazanlar…

Devamını Oku

İstanbul’un Ortasındaki Huzur: Anadolu Kavağı

İstanbul’un Ortasındaki Huzur: Anadolu Kavağı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

güncel

Kız Kulesi, İstiklal Caddesi, Ortaköy sahili, Çamlıca Tepesi… İstanbul denince herkesin hafızasında bir yerler canlanır. Bu şehre hiç ayak basmamışların dahi hayallerini süsledikleri bir yer vardır. Fakat bazı yerler de vardır ki, sanki İstanbul’un içine gizlenmiş; çoğu İstanbullunun henüz gitmediği, bazısının ise hala bilmediği… İşte o semtlerden birisi: Anadolu Kavağı.

Araştırma sevenlere tarih, fotoğraf arayanlara manzara, şehir kargaşasından uzaklaşıp temiz hava isteyenlere doğa… Gezmeyi seven her türden kesime hitap eden ve beklentilerini sunan Anadolu Kavağı, birçok özelliği içinde barındırıyor. Beykoz’a bağlı bir mahalle olmasının yanında, diğer yakada bulunanlar için Sarıyer’den vapurla 10 dakikada karşıda buluyorsunuz kendinizi. Şahsen “mavi” aşığı biri olarak, bir yere denizden ulaşım varsa her daim ilk tercihim olmuştur.

İskeleye vardığınız anda sizi, kıyıya dizilmiş sıra sıra evler ve balık restoranları karşılıyor. Sevimli bir sahil kasabası görünümüne sahip bu yerleşim yeri, ilk bakışta ufak bir adayı andırıyor. En güzel tarafı ise sakin oluşu, özellikle haftaiçi günleri…

Mahalleden yukarı doğru çıktıkça yerel halkın yaşam alanları, yerlerini yavaş yavaş turistik alanlara bırakıyor. Bu iki alan arasında köprü vazifesini üstlenen yol, tepeye doğru çıkarken biraz sizi yorabilir. Özellikle akşamları ıssız bir görünüme sahip oluşu ve köpeklerin uğultusu da içinize hafif bir ürperti verebilir. Fakat 15-20 dakikalık bir yürüyüşün sonunda bunların hepsini unutacaksınız. Ve kendinizi, yolun kenarlarında bulunan kafelerden birine atıp İstanbul’un keyfini çıkaracaksınız…

Bir tepe düşünün… Şehirden uzak, sessiz sedasız bir tepe. Sol tarafı alabildiğince yeşil, aşağısı masmavi deniz… Yeşil ve mavi… Huzurun renkleri. İşte burası, İstanbul’un, belki de başka hiçbir yerinde bulamayacağınız doğa harikası manzarası… Öyle ki; bazı dizilerin meşhur sahnelerine ev sahipliği yapmış, yönetmenlerin uğrak mekanlarından biri haline gelmiş enfes bir görüntü… Güneşin yakmayan sıcağıyla, baharın hafif esintisiyle, bir bardak çay veya bir fincan kahve eşliğinde saatlerce karşısında oturup izlenesi bir fotoğraf… Kısacası; huzur.

Bedensel yorgunluğu hafifletmekle kalmayıp zihinsel yorgunluğa da iyi gelen bu kısa -kimilerine göre uzun- dinlenmeden sonra tekrar yola çıkma vakti geliyor. Fakat yolculuğun çetin kısmı tamamlanmış olduğundan yol artık istese de sizi yoramıyor. Nitekim yol kenarlarında bulunan salıncaklar dahi artık emrinizde… Evet doğru, salıncaklar. Hani şu, en son ortaokulu bitirmeden özgürce binebildiğimiz. Hani henüz büyümemişken, arkadaşlarımızla “en yükseğe kim havalanacak” diye yarıştığımız. Ve hani “zaman ne çabuk geçiyor, şimdi çocuk olmak vardı” vs. nidalarıyla geçmişi yâd ederken, parktaki minikleri imrenerek üzerlerinde izlediğimiz o oyuncaklar. Evet, içimizdeki çocuğun farkında olan birileri 20’li yaşlara adım atmış olanlar da faydalansın diyerek orada bulunan kafelerin arasına tahtadan kocaman salıncaklar yapmış. Gönül rahatlığıyla binip yanınızdakiyle “en yükseğe kim havalanacak” diye iddialaşabilirsiniz. Tabii boş bulabilirseniz…

Kalan kısa yolu da tamamladıktan sonra semtin en çok turist çeken yerlerinden birine ulaşıyoruz: Yoros Kalesi. Yörenin sembollerinden olan bu kalenin tarihi Bizans dönemine kadar uzanıyor. O dönemden günümüze kadar gelen süre içerisinde yaşadığı tahribat fazla olsa da hala ayakta duruyor. Kalenin bulunduğu tepeden aşağısı ise yine görülmeye değer… Ufukta, Marmara ile Karadeniz’in kesiştiği noktayı görebiliyorsunuz. Tabii bu noktayı en yalın haliyle görmüş olabilmeniz için birkaç sene önce gitmiş olmanız gerekiyor. Zira bundan sonra Yoros Kalesi’nden göreceğiniz manzara, daha çok üçüncü köprü manzarası olacaktır. “Boğaza karşı” tabirinin kullanıldığı en yeni adres de burası olacaktır.

Eğer yaya olarak geldiyseniz bu kadarı yorucu gelebilir ve gezinizi burada sonlandırabilirsiniz. Fakat araç ya da bisikletle geldiyseniz, veya “biz genciz yürürüz bir şey olmaz” diyorsanız, 1-2 saat daha buradasınız demektir. Çünkü hala ziyaret edilmesi gereken manevi bir yer daha var: Hz.Yuşa Tepesi. Yoros Kalesi’ne yaklaşık 4-5 km. uzaklıkta bulunan bu tepe, Hz.Yuşa Peygamber’in adıyla anılan bir camiye ve daha da önemlisi Hz.Yuşa’nın kabrinin bulunduğuna inanılan türbeye sahip. Fakat kabrinin gerçekten bu türbede olup olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Nitekim tarihte Hz.Yuşa’nın bu yöreye geldiğine dair hiçbir belirtiye rastlanmamış. Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya Efendi’nin 3 gece üst üste gördüğü rüyaya ithafen Hz.Yuşa’nın kabrinin burada olabileceği belirtilmiş ve türbesi yapılmış. Biz de “ameller niyetlere göredir” diyor ve buralara kadar gelmişken mümkünse türbeyi de ziyaret etmeden dönmeyin diyoruz.

Televizyonlardan aşina olmama rağmen adını ve yerini henüz bilmiyorken çok enteresan bir tesadüfle ilk ziyaretimi gerçekleştirdiğim Anadolu Kavağı, o günden beri İstanbul’a her ayak bastığımda “uğramadan dönemeyeceğim vazgeçilmezlerim” listesinde çoktan yerini aldı. Tabii bu liste her an değişebilir. Fatih’in ve şanlı ordusunun bize miras bıraktığı bu altın topraklarda kim bilir daha ne cevherler, keşfedilmeyi bekleyen ne “isimsiz” yerler vardır, kalemlerimizden mânâ bekleyen.

İstanbul; içinde ne anlamlar saklayıp da, anlatmakla bitirilemeyen  şehir… Peygamberimiz’in asırlar öncesinden “kavuşma”yı müjdelediği, şehirden öte bir şehir! Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlarda, bu işi işin ehillerine bırakmak en doğrusudur:

“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım…
İstanbul,
İstanbul…”

(Necip Fazıl Kısakürek)

Son İstanbul gezilerimden hatıra kalan birkaç ufak çekimimle süslemeye çalıştığım bir güzel İstanbul şarkısıyla noktayı koyuyorum. Huzurunuz eksik olmasın…

Devamını Oku
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort