DOLAR 32,2234 -0.11%
EURO 34,9331 0.17%
ALTIN 2.445,790,57
BITCOIN 1966487-3,25%
Ankara
17°

HAFİF YAĞMUR

16:59

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90
Namussuz Namusluluk ve Namuslu Namussuzluk Üzerine (1)

Namussuz Namusluluk ve Namuslu Namussuzluk Üzerine (1)

ABONE OL
21 Mayıs 2017 00:38
Namussuz Namusluluk ve Namuslu Namussuzluk Üzerine (1)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

mask-of-day-by-day-paulo-zerbato

İzlediğimi her fırsatta dile getirdiğim ve şahsımı genellikle pejoratif göstermek için birlikte andıkları “Kurtlar Vadisi” adlı filmin ilk serisinin 79. bölümünde Nergis Karahanlı isimli karakterin Polat Alemdar adlı karaktere söylediği hikmetli bir söz vardır: “Bu pis dünyada herkesin öyle veya böyle bir günahı vardır acı çekmek için…” Bu yazıda günahlar ile acılar arasındaki ilişkiler bağlamında Türkiye’deki bazı tecrübeleri tahlil etmek istiyorum. Önce dile getirmeyi ve anlaşılmayı kolaylaştırması için kendimce kavram çiftleri oluşturmak isterim.

Gerçekçi bir değerlendirme için insanları bazen üçe ayırıyorum: 1- Sadece kendi hayatını yaşayarak kendi için namuslu olanlar. 2- Namussuz Namuslular. 3- Namuslu namussuzlar. Namusu, varolan olarak gerçeği değiştirmeme ve her ne olursa olsun ondan rahatsız olmamaya katlanma kuralını işletmek olarak tarif ediyorum. Buna aykırı davranmak namussuzluktur ve en önemli göstergesi yalandır. Namuslu insan, aleyhine görünse bile gerçeğin veya bizzat olgu olanın yanında olandır. Namussuz insan ise, gerçekten rahatsız olduğu için onu yalan ve düzenbazlıkla değiştirmeye çalışan insandır. Belki benim namus ve namusluluk dediğim şey, Platon’un Devlet metninde bulunup da Türkçeye “doğru” (“justice”) olarak çevrilen kavrayışa; namussuzluk dediğim de, aynı metindeki “eğri” kelimesine karşılık gelmektedir. Nitekim Arapçada Eflatun olarak bilinen Platon’un “Kanunlar” adlı eseri Arapçaya “Kitâbü’n-Nevâmîs” (Nâmûslar Kitabı) olarak çevrilmiştir. “Kânûn” kelimesi de “nâmûs” kelimesi de Arapçadır ve ikincisi genellikle birincisini kapsamaktadır.

Birinci grupta yer alanların kimseye bir zararı olmadığı için onlar genellikle makbul ve muteber insanlardır. Türkçedeki “memur zihniyeti” veya “kendi halinde bir insan” kavramsallaştırmaları ona tekabül etmektedir. Bana göre, onun tasarrufu ve tutumu erdemli ya da iyi değildir; onun için uygun olan, rezil veya kötü olmadığıdır. İyi olan daima kötü olmayan demek değildir. Birinci gruptakiler zararsızdır, çünkü konumları itibariyle güvende olduklarını düşünmektedirler. Güvendeyken zarar verecek veya bozguna (fesat) yol açacak bir davranışta bulunmadıkları için kötü değildirler. Ne var ki, onlar –Türkiye’de ne denli aksine konuşulursa konuşulsun- ortalama ve bir iddiası olmayan insan dışında kimseye örnek olamazlar.  Örnek alınacak insanlar bunlar olsaydı, 15 Temmuz 2016 gecesi insanlar canları pahasına darbe teşebbüsüne karşı çıkmazlardı. İsabetli bir saptamada bulunmak gerekirse, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye için sürekli yorulan şahsı olmasaydı, Türkiye’deki halklar veya topyekûn Türk milleti söz konusu teşebbüsün karşısında duramaz ve hatta durmazdı. Rahmetli Adnan Menderes’in idamından sonra ortalıkta sadece ucuz kahramanlıkların dolaştığını biliyoruz ki, bu da bir namussuzluktur. Türk milleti, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıktıysa, bu onun hak etmesindendir. Her zaman söylediğim üzere, ne varsa adalettir!

İkinci grupta yer alanların gerçek sayısı Türkiye’de az olmakla beraber onların özentililerinin sayısı hayli fazladır. Başarılı sapkınlar, tecavüzcüler, iftiracılar, düzenbazlar, sahtekârlar ve kumpasçılar bunlar arasından çıkmaktadır. Bir yıl önce Türkçenin ve Türkiye’nin bir insanın ergenliği için münasip olan tabii tarihi ve aşamaları değiştirdiğini ve maalesef dilimizin insanı gerizekâlılaştırdığını detaylı olarak tahlil etmiştim. İnsanlar matematikte başarılı olan, tıp fakültesini kazanan, kurnazlık yapabilen veya sürekli eleştirebilen insanlara zeki derken bile ne denli yanlış yaptıklarının farkında değildirler. İngilizcede “zekâ”, doğuştan getirilen bir kabiliyet değildir. Sonradan karşılaşılan uyarıcıların tesadüfi olmayan sıralılığı ve istikrarı nispetinde hayatta kalmak konusunda geliştirilen birikim veya yeterliliğin bulunduğu bütüne bir özellik olarak zekâ denilmektedir. Böyle bir zekâ, matematik, tıp veya kurnazlık gibi her şeye muhtaç insanların dilinde önemli görünen kavramlarla ölçülebilecek cinsten bir mevcudiyet veya kabiliyet değildir. İşte hayata yeterlilik yerine cüzi yeterlilikler verebilen bir dil, yapı veya kültür olarak modern Türkçede yetişen bireyler, ikinci grupta yer alan insanların kurbanı olmakta ve sonra onlara özenmeye başlamaktadırlar. Hem failler yani namussuzlar hem de mefuller yani kurbanlar daima aynı kelimelere yaslanırlar: “Namus”, “ahlak”, “adalet”, “iyilik”, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları”, “din”, “iman”, “Allah” vs. Bunlarda özgüven eksikliği bulunduğu için hayat karşısındaki yenikliklerini ve yetersizliklerini gerçeği değiştirerek bertaraf etmeye gayret ederler. Görünüş ve kendini satma tarzından bir hikmet ve fayda umarlar. Çünkü içlerinde bir kıymet yoktur ve sanırlar ki, kıymetli görünürlerse gerçekten de kıymetli olacaklardır. Akıllarını namussuzlukta kullanırlar ve takdir edilebilecek kadar başarılı oldukları olur. Namuslu görünür ve namussuz davranırlar. Bunlar namussuz namuslulardır.

Üçüncü gruba gelince, ilk türdekilerin sebepsiz bencillikleri ve ikinci gruptakilerin sözlerindeki kandırmaca sebebiyle bunlar namusluluğu sahiplenmezler. Çünkü herkes en fazla muhtaç olduğu şeyi sahiplenir. Bir insanın namusa ihtiyacı yoksa sürekli namusu anarak gezmez. Nitekim şerefi ve namusu üzerine sürekli yemin ederek gezenler, üzerine yemin ettikleri iki şeye genellikle en fazla uzak olan insanlardır. Sonra pozitif olanı namussuzlara bırakarak onların oyunlarını geriden izleme imkânı ancak negatif kelimeleri sahiplenmekle ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sözgelimi Friedrich Nietzsche, ahlaka karşıydı; yani köle ahlakına karşıydı. O, aristokrat ahlakına sahip çıkarken de zulüm işleyen güçlüleri onaylıyor değildi; belki sadece namussuzlukların yarattığı karmaşıklıkta hak ettiğiniz başınıza gelir demek istiyordu. Kimse namussuzluğu sahiplenmezken üçüncü gruptakiler onu kıyafet olarak giyerler ve izlemeye başlarlar. Herkes onlardan uzaklaşırken namusluların yanında toplanmaktadır ve zamanla tüm namusluyum diyenler namussuzlukta bir araya geldiklerini haykırmak zorunda kalacaklardır. 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra Türkiye’de yaşanmaya başlanılan da, özellikle İngilizce yazıp çizilen dünyada meydana gelen de budur.

Nergis Karahanlı’nın belirttiği üzere, bu dünyada herkesin acı çekmek için bir günahı vardır; ama bazılarının daha azdır. Günahı az olduğu halde acısı fazla olanlara ne demelidir? Madem herkes Ergenekon ve Balyoz mağdurlarını yazıyor, ben yine farklı kalayım istedim. Günahı herkesten daha az olanlardan bazıları Türkiye’de medyanın uzağında kalmış insanlardır. Rahmetli Ahmet Kaya’nın işaret ettiği şekilde, ne yapsalar ne etseler, dünya onlara dar edilmiştir. Örneğin özellikle okumuşlarımızın hiçbir zaman ağızlarına almadıkları asıl adı Aydoğan Fuat olan ve Şeyh Abdülkerim-i Kıbrîsî (1957-2012) ismiyle tanınmış “Amerikalı Şeyh[efendi]” (aslında “Amerikan karşıtı”), hayatını “dinler arası diyalog” karmaşası sırasında kaybetmiş olmasına rağmen hiç hatırlanmadı. Şahsen hiçbir zaman kendisiyle veya yakın çevresiyle ilişkim olmadı. 2012 yılı yazında Ramazan ayında gülmek için tarafıma gösterilen videolardan bazılarını izlerken bu kişiyle karşılaştım ve bir kabalık ve komiklik gibi görünen tablonun gerisinde bir zekâ ve bazı haklılıklar buldum. Haklılıklardan bir tanesi, dinler arası diyalogdan bahseden Fethullah Gülen cemaatinin “Sünnetsiz din” projesine yönelik uyarıydı. Nitekim 28 Şubat sürecinde bazı İlahiyatçılar da farklı saik ve zeminlerde aynı amaç için çalışmışlardı. Benzerleri hala da çalışmıyorlar mı? Her birinin yegâne gayesi, tüm makale ve yazılarımda karşısında olduğum Batıcılığı ve Batılılaşmayı bir şekilde meşrulaştırmak ve gerçekleştirmekti! Çağdaş, Kemalist, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısında görünen bu “Amerikalı Şeyh Efendi”, bence aslında tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanındaydı. Kıbrıs gazilerinden olmasına karşın 2001 yılında İzmir’de Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanıp 6 ay da hapishanede yatmış olan bu kişinin deli ve doluluğuyla kaba ve aykırı sözlerinin gerisinde işe yarayabilecek bir uyarı bulunmaktadır. Fethullahçı Terör Örgütü’nü ilk elden tespit edip uyarmış olduğu için günahı az olanlar arasında onu da ben anmak istedim. Benim için aykırı konuşan samimi insanlar namuslu namussuzlardır. Namusu sahiplenmek namussuzlara kalınca namuslulara da namussuzluk kalmaktadır. Anayasaya aykırı olan söz ve fiillerini sahiplenmediğimi belirtirken soruyorum: Onun gibi birçok insanın daha hatırlanması ve hatırlatılması gerekmez miydi? “Fethullah Gülen, Türkiye’de bir din ve şeriat devleti kuracaktı” diyenler, dini ve şeriatı tarihsel olarak sahiplenen başkalarının onun karşısında olduklarını neden söylemiyorlar? Hepimiz biliyoruz ki, Fethullah Gülen ve onun bağlılarının ağızlarından düşmeyen şeriat değil, bilakis demokrasiydi! Fethullah Gülen de namussuz namusluların örneği olsun! 15 Temmuz 2016 gecesi görüldü ki, demokrasi ağızla değil de canını hiçe sayarak tank, uçak ve helikopterlerin karşısında durularak sahipleniliyormuş. Abdülkerim Kıbrîsî’nin bağlıları 30 Haziran 2012 tarihinde gerçekleşmiş bir cinayetten şüphelendikleri için dinle anılan biri gerçekten namuslu diğeri de gerçekten namussuz iki Türkiyeli kişiyi böylelikle anmak istedim.

Türkiye’de namussuz namuslular ile namuslu namussuzlar arasında gerçekleşen mücadelede yeni açığa çıkan tecrübeler bulunmaktadır. Sonraki yazımda bu tecrübelere yer verip tahlillerde bulunacağım. Hakk’ın yanında olmak, sadece popüler olanın yanında olmakla olmaz. Nasıl yalan ve yalancılık bir zamana ve mekâna mahsus değilse, namus ve namusluluk da öyle bir zamana ve mekâna mahsus değildir!

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort