DOLAR 32,3642 -0.38%
EURO 34,8383 -0.02%
ALTIN 2.393,89-1,17
BITCOIN 19207543,73%
Ankara
11°

KAPALI

04:16

İMSAK'A KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90
Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi

Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi

ABONE OL
25 Nisan 2024 16:33
Sen Ciğercinin Kedisi Bense Sokak Kedisi
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Gecenin sabahı, damarların kanı özlediği gibi özlediği bir zaman diliminde Orhan Veli’nin bir sözü zihnimde canlandı: “Sen ciğercinin kedisi, ben ise sokak kedisi…” Ne kadar da ruhumu acıttı bu söz. Hayata karşı çıldırırcasına bağırıp haykırmak istediğim en güzel sözlerden biridir diye düşünüyorum. Bizler farklı doğduk ama eksik büyüdük. Parlayan bir duvarın eksik taşı gibi ruhumuzda gedikler hiçbir zaman eksik olmadı. Her adım atışımızda çolak büyüyen ayaklarımız bir engel oldu bize.
1983 yılında Bingöl’ün Solhan ilçesinde yaşıyorduk. O dönemler; medeniyetin uğramadığı, Tanrı’nın “lanetlisiniz” diye cennetinden kovduğu Ademleri andırır bir zaman dilimi idi. Hiçbir şeyleri olmayan ama olmayan hiçbir şey ile mutlu olabilen az sayıdaki insanlardan birileri idik. Köyümüz Şerafettin Dağlarına sırtını vermiş bir ihtiyarı andırıyordu. Güneş her sabah bize lanetler okur gibi soğuk havayı bedenlerimize hissettirerek doğardı. Biz, güneşin doğuşunu “sürünmenin habercisi” olarak gördüğümüz için sürünmenin zamanının geldiğini düşünürdük. Ve bu yokluk günlerini umursamadan karşımıza zenginliği alırcasına sitemler yerine sevinçlerle günlerimizi geçiriyorduk. Dağlar, bayırlar, hayvanlar, sürüler ve hatta ormanlar arkadaşımız, sevdiceğimiz, şımarık bir kardeş gibi hep özlenen, hep beklenen gibi geliyordu bize.
Bir sabah, nedeni bilinmez bir kararla güzelim köyümüzü satmadan, kiralayamadan alabildiğimiz eşyalar ile terk ettik. O gün, Bruno Catalano gibi “gitme”yi düşündüm. Nasıl bir duyguydu öyle. Giderken arkamızda bırakacağımız anılarımız, türkülerimize konu olan yerler, gece sürülerimizi güderken çıkardığımız sesler ve hatta giderken farkında olmadan bıraktığımız parçalarımızı düşündüm. Köyümüzün her bir noktasına gömdüğümüz hatıralarımız vardı. O gün, bilincimizi bırakıp gidiyorduk. Bırakıp giderken neden gittiğimizi bile tam bilemeden gidiyorduk. Geride bırakılanlara bakamıyorduk. Bıraktığımız bir taşın bile bizdeki yerini düşünerek gidiyorduk. Bazen de geride bıraktıklarımıza dönüp bakmadan gidiyorduk. Yeni bir yeri satın alacak durumda değildik ve o psikolojiye de sahip değildik. Çok uzak akrabalarımızın olduğu yeni köye tam üç gün sonra at üstünde ulaştık. Peşimizden koyun sürülerimizi babamlar getiriyordu. Dedemler sayesinde geldiğimiz yeni köyde hiçbir şeye alışamadık. Öcü gibi bakılıyordu bize. Meğer ne kadar da medeniyetten uzak kalmıştık. Biz kendi dünyamızda mutlu idik ama çok geriden medeniyeti takip ettiğimizi yeni köye gelince anladık. Bruno’nun ruhu eksik resimlerinde olduğu gibi ruhumuzu kaybetmiştik. Yıllarca gençlerimize kız vermedi kimse. Aile içi evliliklerle doğan çocukların çoğu sakat doğdu. Başka çaremiz yoktu çünkü. Ve işin ilginç tarafı beş vakit namaz kılan, iyi dindar kimseler tarafından bizim tarafımıza tek kuruş yardım ve hatta sosyal destek verilmedi. Adeta yenidünyanın karanlığında kaybolmuştuk. Geldiğimiz köyde ilk defa araba görmüştük. Her geçen arabanın çıkardığı egzoz kokusunu içime çekiyor, arka tekerleklerinin yükselttiği dumana uzun uzun bakıyordum. O bakışlarım, içimi acıtan şeyin hayal kırıklıkları değil; yaşanması mümkün olup yaşayamadıklarımın ifadesiydi.
Olanlara dayanamayan birçok aile bireyimiz Almanya ve Fransa’ya kaçak yollardan yüklü paralar harcayarak gitti. Babamın dedemden sonra ısrarla köyümü, emeğimi bırakıp gitmem inadı nedeniyle yurt dışına gidemeyen biri olarak hala içinde yaşadığım toplumun değerlerine aşina olamamış, kendi dünyasında bir çarpıklık yaşayan, ruhunu kaybetmiş bir müteharrik cesede benzediğimi düşünüyorum. Yaşıtlarıma göre çocukluğunu yaşamamış, çocukluğunun tek bir saniyesini bile özlemeyen biri haline geldiğimi acı ile anlıyorum. Özetle tarih felsefesi alanında Vico’yu, Collingwood’u okuyorum. Ulusların ön yargılarının olduğundan bahseder. Bu durumun hakikate ulaşmada sorun oluşturduğundan bahseder. Günümüzde bir mülteci veya bir siyahi görüldüğünde aniden ortaya çıkan ön yargılar gibi. Ya da yeni taşındığımız köyde herkesin bize öcü gibi bakışında olduğu üzere. İnsan, kendisine ait bir şeyi nasıl ortaya çıkarabilir diyorum. Bruno gibi eksik bir kendilik mi içimizdeki? Yoksa içinden çıkamayınca önyargılarımızdan kopamama ruh hali mi? Öbür taraftan Tocqueville’ın Amerika’da Demokrasi’sine bakıyorum. Neden bizde de bu tarz bir demokrasi kültürü olamadı diye sorguluyorum. Çoğu zaman da Bruno gibi tam özgürlüğüme kavuştum dediğim bir anda elimde dünyalık birkaç malzeme, içimde olmayan bir ruh ile gezen bir cesedin çırpınışlarına maruz kalıyorum.

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort