DOLAR 32,3642 -0.38%
EURO 34,8383 -0.02%
ALTIN 2.393,89-1,17
BITCOIN 19207543,73%
Ankara
11°

KAPALI

04:16

İMSAK'A KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90
Prof. Dr. Ahmet Arslan ile Aramızda Gerçekleşen Olay ve Diyaloğun Aslı

Prof. Dr. Ahmet Arslan ile Aramızda Gerçekleşen Olay ve Diyaloğun Aslı

ABONE OL
21 Mayıs 2017 19:34
Prof. Dr. Ahmet Arslan ile Aramızda Gerçekleşen Olay ve Diyaloğun Aslı
2

BEĞENDİM

ABONE OL

250920131509205722589_2Kendi aktarımı, “Ona sorabilirsiniz” şeklinde tamamlandığı ve bizzat adımı andığı için cevap verme ve olayın-diyalogun aslını köşemde yazma ihtiyacı duydum. Devrim Özkan ve Buğra Kalkan tarafından editörlüğü yapılan ve soru cevap şeklinde içeriklendirilen “Bir Ömür Düşünmek Ahmet Arslan’la Nehir Söyleşi” (Ankara: Ekşi Kitaplar, 2016) adlı kitapta, 1-3 Kasım 2013 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi tarafından Çorum’da düzenlenmiş “Uluslararası İbn Haldûn Sempozyumu”nda Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın başkanlığında gerçekleştirilen ve benim de eleştirel bir bildiri metniyle katıldığım oturumda, sonrasında kapanış konuşmasında ve nihayet birçok kişinin tanıklığıyla aramızda gerçekleşen diyalogda görünür olan tutum ve cümleler, aslından saptırılarak, çeşitli eklemeler ve çıkarmalarla aktarılmıştır. Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemesi için söz konusu kitaptan ilgili paragrafları alıntılayacak ve akabinde tanıkların adlarını da anarak olayın ve diyalogların aslını nakledeceğim.

Öncesinde iki noktaya temas etmek isterim. Birincisi, Sayın Ahmet Arslan’ın bizzat kitaplarını okumuş, ondan yer yer faydalanmış ve birçok farklı çalışmasında eksikliklerini ve yanlışlıklarını göstermiş bir akademisyen olarak, kendisinin cümlelerini bizzat kendisine yakıştıramadım. Yakın zamanda gerçekleşmiş ve bunca tanığın hala çevremizde yaşadığı bir olay için hayal ürünü ve pek zekâ belirtisi göstermeyen bir kurguyla gerçekte meydana gelenleri saptırarak bir aktarımda bulunmuş olmasını ben saygı duyduğum emekli bir akademisyene yakıştıramadım. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün kurucusu olan emekli bir profesörün akademik birikimi ve sosyal zekâ düzeyi ile ona istinaden yazılmış bir kitapta serdedilen cümleler birbiriyle buluşuyor görünmüyor. Gerçi Fârâbî’nin İhsâü’l-Ulûm adlı eserinin başında Arapçadaki fiillerle ilgili ayrımı, “sağlam ve hastalıklı fiiller” olarak çeviren (Fârâbî, İlimlerin Sayımı, çeviren: Ahmet Arslan, Ankara: Vadi Yayınları, 1999, s. 49) ve illetli fiillerin Türkçede nasıl karşılandığını isabetli belirleyemeyen bir akademisyenin bu tarz bir tasarrufuna fazla şaşırmamak gerektiği iddia edilebilir; ama ben kitaplarını okuyarak faydalandığım her araştırmacıya minnettarlık ve saygı duygusuyla yaşarım. Üstelik bu kitabın iki editöründen birisi görev yaptığım okulda hemen yanımdaki ofiste çalışıyor ve onun yerine meseleyi bir öğrencimden öğreniyorum. Devrim Özkan’a da teessüf ediyorum. İkincisi ise, akademik cesaretim ve özgür düşünce ilkem dolayısıyla Sayın Ahmet Arslan’dan önce de sonra da -doktora yaptığım sırada doktoradan atılmış ve geri dönmüş, ayrıca iki defa doktora tezi yazmak zorunda kalmış bir akademisyen olsam da- onlarca profesörü kitleler önünde –kendilerine herhangi bir saygısızlık yapmaksızın- akademik olarak mahcup etmekten hiçbir zaman çekinmedim. Zira bilim, aynı zamanda birbirini eleştirme yoluyla ilerleyen ve evrilerek toplumu geliştiren bir süreçtir. Katıldığım ilk sempozyumda –Sayın Ahmet Arslan ile gerçekleşen olaydan evvel- benden önce bildiri sunan profesörleri eleştirdiğim gibi bir gün doçentliğimde başımı ağrıtma ihtimaline rağmen kendi bildirimde sözlerime “benden önce verilmiş tüm tebliğleri reddederek konuşmama başlıyorum” diyerek başlamıştım. İlahiyat, felsefe, eğitim, iletişim, psikoloji, sosyoloji vb. birçok çalışma alanından onlarca akademisyen, abartılan ve özenilen birçok yerli akademisyen ve araştırmacıyı nasıl mahcup ettiğimi bizzat görmüştür (dilerim bir gün beni de başkaları mahcup ederler ve böylece bilim daha da ilerler). Özellikle unvanı profesör olan bazıları tasarruflarımı kişisel algılamış ve daha sonraları tarafımı rencide edebilecek şekilde davranmışlardır. Benim maksadım, hiçbir zaman, saygıdeğer akademisyenleri ve hocam olabilecek nitelikte emek vermiş insanları başka insanlar önünde küçük düşürmek ve kendimi öne çıkarmak değildi. Bunun yerine kimsenin abartılmaması gerektiğini ve her birimizin birbirimizi eleştirerek faydalı birer gelenek yaratabileceğimizi göstermekti. Başka türlüsünde güzellemeler bilimsel çalışmaların niteliğine zarar vermektedir. Niyetim böyleyken maalesef Türkiye’nin akademik alışkanlıkları, benim mahcup edici bir hüviyete bürünerek “fazla aykırı” bulunmama, ilgili akademisyenlerin de gurur refleksiyle hareket etmelerine yol açmıştır. Benim için daima hürmet vardı ve sürekli de olacaktır. Bu arada elbette hata yapabilirim ve zafiyet ve kusurlarımı önce ben insanlara haykırmaktan hiçbir zaman geri durmadım. Daha önce Sayın Ahmet Arslan’ın aktarımlarına benzer yanlış anlatımları kişisel olarak e-postama alıyor, ilgili öğretim üyelerine olan hürmetimi öne çıkararak akademik borcumu inkâr etmeksizin maksatlarımı ifade ediyor ve şayet emeğime yönelik bir saygısızlık varsa bunu da inatla dile getiriyordum. Şimdiyse olay kamusallaştığından ben de kamusal bir cevap vermek durumunda kaldım. Post-kolonyalistlerin karşı çıktıkları halde yer verdikleri gibi, belki de gerçekten zekâ, Doğuda farklı, Batıda farklı verilmiş bir kabiliyettir. Türkiye’nin böyle işlerle meşgul olması, hiçbirimizin cebine para eklemiyor. Umarım Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, kendisine İslâm Düşüncesi ve Felsefesi bağlamında yazmış olduğum ve saygıdeğer özel kalemleri Hasan Doğan’ın kıymetli sekreterleriyle muhtevasından haberdar olduklarının tarafıma bildirildiği mektubun gereği konusunda bendenize bir fırsat lütfederler. Şimdi Sayın Ahmet Arslan’a istinaden yazılmış kitabın ilgili muhtevasını aktarabilirim (s. 145-146 -tüm yazım yanlışlıkları ilgili taraflara aittir-):

Biz buna alışık değiliz. Hocalar kimi zaman, ders anlatırken maddî hata yapar. Konuyu bilen öğrenciler bunu tespit ettiğinde hocalar bozulur.

Allah’a şükür böyle biri hiç olmadım. Akademik hayatta hata yapmaktan da yaptığım hatayı itiraf etmekten de hiç korkmadım. Ben kimim ki hata yapmaktan korunmuş olayım. Ben kimim ki yaptığım bir hatayı itiraf etmekten veya biri bunu bana gösterdiği zaman da kabul etmekten çekineyim? Ne yani ben Aristoteles veya İbni Haldûn muyum? Daha yakınlarda bir şey başıma geldi. Sizin üniversiteden (Kâtip Çelebi) genç bir arkadaş, geçenlerde Tokat Hitit Üniversitesi’nde yapılan İbni Hâldun Sempozyumu’nda, başkanlık yaptığım oturumda bir tebliğ sundu. Benden önce biraz övgüyle söz ettikten sonra, “Hocam Aristoteles’in Politika adlı kitabının Arapçaya çevrilmediğini söylüyor. Ama Abdurrahman Bedevî’nin verdiği bilgiye göre bu eser Arapçaya çevrilmiş” dedi ve arkasından bu bilgiye dayanarak benim bu konudaki birtakım tezlerimi, görüşlerimi eleştirdi. Sunumunu dinledikten sonra söz alıp şu yönde bir şeyler söyledim.

“Arkadaşımızı dinlediniz, benim görüşümün tersine Politika’nın Arapçaya çevrildiğini söyledi ve buna dayanarak benim bazı düşüncelerimi eleştirdi. Benim bilgim onun çevrilmediği yönünde. Fakat arkadaşımız son zamanlarda bu konuda yeni bilgilerin ortaya çıktığını ve benim bu konudaki görüşümün yanlış olduğunu söylüyor. Olabilir, eğer gerçekten ortaya böyle bir yeni durum, yeni bir bilgi çıkmışsa, tabiî ki arkadaşımız haklıdır. Ama arkadaşımız da takdir eder ki benim onun söylediği yeni verileri araştırmam, görmem lazım.”

Oturumdan sonra bu arkadaş yanıma geldi. “Hocam” dedi “siz gerçekten değişik bir adammışsınız” dedi. “Niye ki” dedim. “Hocam” dedi, “tebliğimde onları söyledim ama doğrusu onları söylerken de çok korktum. Şimdi fırçayı yerim, diye düşündüm”. “Evladım” dedim, “bu saçma bir korku. Benim sahip olmadığım, senin elde ettiğini söylediğin yeni veriler ortaya farklı ve yeni bir bilgi koyuyorsa ona karşı ben ne yapabilirim, ne diyebilirim? Sana bundan dolayı niye kızacağım, seni niçin azarlayacağım? Ayrıca bu tür şeylerden niçin incineyim, yaptığımız işin doğası, kuralı bu değil mi? Bunu bir kişilik meselesi haline getirmem söz konusu olabilir mi?” Çocuk yüzüme baktı, “Tamam, herkes bunu söyler ama kimse buna uymaz” dedi. Bu çocuk sizin fakültede doktorasını yapmış bir yardımcı doçent, hatta gâliba da adı Muhammet’ti. Ona sorabilirsiniz.”

Olayın aslı ise şöyle gelişmiştir: Olay iki farklı oturumda (tebliğlerimizi sunduğumuz oturum ve hemen bir saat kadar sonra kapanış oturumunda kıdemli profesörlerin kapanış konuşmalarını yaptıkları oturum) ve ardından özel bir diyalogda gerçekleşmiştir. İlk oturumda dört akademisyen sunum yapmış ve 39 adet dinleyici bulunmuş, ikincisinde ise 200 civarında kişi kapanış konuşmalarını takip etmiştir. İlgili oturumda Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın başkanlığında tebliğlerini sunmak üzere Prof. Dr. Neşet Toku, Doç. Dr. Fatih Toktaş, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kuyurtar ve bendeniz Yrd. Doç. Dr. Muhammet Özdemir masanın arka tarafında ve toplam 39 kişi de salonda izleyici ve dinleyici olarak varken -söz konusu izleyicilerden bir tanesi de daha önceki oturumlardan bir tanesinde dikkat çeken bir bildiri sunmuş olan ve o sırada araştırma görevlisi olarak görev yapan Sayın Yrd. Doç. Dr. Muhammet Caner İrğatoğlu idi (olayların tamamında izleyici ve dinleyici olarak vardı)-sırasıyla Sayın Neşet Toku, Sayın Mehmet Kuyurtar ve sırasını Sayın Mehmet Kuyurtar’a veren Sayın Fatih Toktaş tebliğlerini sunmuşlar; Sayın Toktaş, Sayın Arslan’a, “Hocam, İbn Haldûn’da “hak din” kavramı var mıdır?” diye sorduktan sonra oturum başkanı olan Prof. Dr. Ahmet Arslan, uzun bir tahlilde bulunarak kısaca “hayır” meâlinde bir cevap vermiştir. Nihayet bildiri metnimi sunmak üzere söz bana verildiğinde önce metodolojik bir değerlendirme ve Sayın Ahmet Arslan’ın aydınlanmacı tahlillerine cevap olsun diye kısaca şunları söyledim (konuşmamın hiçbir yerinde “hocam” ifadesini kullanmadım): “Sayın Başkan, saygıdeğer katılımcılar ve kıymetli dinleyenler! Bu meseleleri tahlil ederken önce aydınlanmacı dikatomilerden arınmak gerekmektedir. Bence artık İbn Haldûn ve başkaları üzerine birer sempozyum düzenlemeden evvel post-kolonyalizm üzerine bir sempozyum tertip etmek ve aydınlanma ile sömürge olgusu arasındaki ilişkiler üzerine detaylı analizler geliştirmek lüzumu vardır. Bir konuşmacı olarak aydınlanmacı önyargıları fark etmeniz amacıyla hiç olmazsa iki metni mukayeseli okumanızı öneriyorum. Birisi, Immanuel Kant’ın 1784’te kaleme aldığı ve her yerde bulabileceğiniz “Aydınlanma Nedir?” adıyla yayınlanmış kısa metindir. Diğeri ise, buna eleştiri olsun diye Michel Foucault tarafından kaleme alınmış ve “Özne ve İktidar” adlı metin içerisinde Ayrıntı Yayınlarının 2011 baskısında sayfa 164-194 arasında tercümesini bulabileceğiniz “Aydınlanma Nedir?” adlı yazıdır. Hiç olmazsa bu iki metni karşılıklı okursanız, birçok şeyi nasıl yanlış anladığımızı ve boş yere nasıl tartıştığımızı görme imkânına erişebilirsiniz. Şimdi tebliğimin sunumuna geçerken, benim çalışmamın, ana hatlarıyla iki saygıdeğer araştırmacıya, Sayın Ahmet Arslan’a ve merhum Abdurrahman Bedevi’ye eleştiri üzerinden yapılandığını belirtmem gerekmektedir. “Eflâtûn ve Aristoteles’in Politikaya Dair Görüşleri Açısından İbn Haldûn’un Mukaddime Metni” başlıklı bildirimde, önce Aristoteles’in Politika’sının Arapçaya tercüme edilmemiş olduğu iddiasının hiç değilse kesin olmadığını gösterecek ve ardından İbn Haldûn’un görüşlerinin Aristoteles’inkine yakın olduğuna yer vereceğim.” Tebliğ metnimi bir akşam öncesine değin akıcı cümleler halinde iki argüman muhtevası şeklinde kaleme almışken akşamleyin, Ludwig Wittgenstein’ın “Tractatus” adlı eserini örnek alarak dört temel öncül ve 29 adet temel alt öncülle yeni bir formata dönüştürmüştüm. Metnin içeriğinde Fârâbî’nin metinlerindeki tanıklıklara ve Abdurrahman Bedevi’nin Türkiye’de pek kabul görmeyen bir iddiasına yaslanmışken (İbn Rüşd’ün Politika’ya bir özet yazdığı ve bunu da İbn Haldûn’un okumuş olduğu iddiası), bir akşam önce Şenol Korkut’un konuyla ilgili bir makalesi elime geçti ve dipnotlarda Shlomo Pines ve Dimitri Gutas’ın, Aristoteles’e ait Politika’nın bazı bölümlerinin Arapçaya önceden kesinlikle çevrilmiş olduğu yolundaki tahlillerini, üstelik Pines’ın benim gibi Fârâbî’nin metinlerinden ve ek olarak Âmirî’nin metinlerinden hareket ettiğini görünce yeni formattaki içeriğime ekledim. Bana bu yardımı yapan kişi, ilgili sempozyumda oda ve oturum arkadaşım olan Doç. Dr. Fatih Toktaş idi, işime yarayıp yaramayacağından emin olmadığını söylemişti ve ben de yarayacağını söyleyerek kendisine kaç defa teşekkür ettim (sonraları M. Cüneyt Kaya editörlüğünde hazırlanan “İslâm Felsefesi” adlı metinde (İstanbul: İsam Yayınları, 2013) Dimitri Gutas’ın Arapçaya tercüme edilen Aristoteles’in eserleri arasında Politika’nın bir kısmını saydığını görünce, makale formatında yayınlatırken ayrıca dipnot olarak ekledim). Sayın Ahmet Arslan’ın eserlerinde karşı çıktığım iki şey vardı: Birincisi, Aristoteles’in Politika adlı metninin kesinlikle Arapçaya çevrilmemiş olduğu idi. İkinci olarak ise, Aristoteles’in eserleriyle Plotinus ve Proclus’un eserlerinin kesinlikle ayırt edilemedikleri saptamasına karşı çıktım. Bu, Macid Fahri’nin gerekçesiz bir şekilde İbn Rüşd’ün eleştirilerinden çıkardığı spekülatif bir yorumdur ki, ben de Gazâlî’nin Aristoteles tercümelerine ilişkin tanıklığıyla reddettim. Ayrıca Abdurrahman Bedevi’nin İbn Haldûn’un Aristoteles’in Politika adlı metnini kesinlikle okumamış olduğu yolundaki yorumuna karşı çıkıyordum ve metnimde ve sunumumda bunu kesinleyemeyeceğimizi iddia ettim. Yine de somut deliller bağlamında okumamış göründüğüne itiraz etmedim. Hem Sayın Ahmet Arslan’ın hem de merhum Abdurrahman Bedevi’nin, İbn Haldûn düşüncesinin Platon’un siyaset felsefesine kıyasla Aristoteles’inkine yakın durduğu yolundaki ortak yorumlarını ise tek tek metinlerden mukayeseli tahlili esas alan betimlemelerle kabul edip destekledim. (Metnimin pdf örneği için şu linke bakılabilir ve buradan indirilebilir: http://mutefekkir.aksaray.edu.tr/mutefekkir/article/view/25/25) Oturum başkanım Sayın Ahmet Arslan, bildirimi sunarken bana dair sadece bir defa konuşma girişiminde bulundu ve onda da vaktimi aştığımı, bağlamamın gerektiğini söyledi. 30 dakika civarında devam eden konuşmam boyunca birkaç defa önümdeki notlara baktım ve bunun dışında heyecan ve canlılığı yüksek, irticâlî bir sunum yaptım. Bildiri sunumum tamamlanınca dinleyenlere teşekkür ederek sözü oturum başkanıma bıraktım. Yukarıdaki sözleri bana söylemiş olduğunu iddia eden Sayın Ahmet Arslan bana ve bildirime dair hiçbir şey söylemedi ve sadece “saygıdeğer dinleyiciler oturumumuzu bitirdik, teşekkürler” demekle yetindi. Her bir katılımcı katılım belgesini alarak masadan ayrılıyordu ve ben de iniyordum ki, Sayın Mehmet Kuyurtar hemen yanıma gelerek kibar bir şekilde, “Muhammet Hocam, sizi tebrik ederim; gerçekten de çok akademik bir sunum oldu” dedi. Ben de içtenlikle teşekkür ettim ve birbirimizin telefon numaralarını aldık. Doğrusu, Sayın Mehmet Kuyurtar’ın iyi niyeti belli kibarlığından etkilendim. Bir saat kadar sonra kapanışa geçildi.

Kapanış konuşmasında Prof. Dr. Süleyman Uludağ’dan sonra Prof. Dr. Ahmet Arslan konuşmaya başladı. Konuşmasında düşünce dünyamıza ve İlahiyat Fakültelerine dair her zamanki eleştirilerinden sonra samimi bir ton izlenimi verecek şekilde konuyu benim tebliğime bağladı. Yeniliklerin karşısında durmamak gerektiğini ifade ederken tam olarak şunları söyledi: “… Yeni fikirlere açık olmak lazım. Bu oturumdan önceki oturumda benim sağ tarafımda oturan genç bir akademisyen vardı. Galiba adı Muhammet Özdemir idi. Benim yanlış bildiğimi söyledi. Şimdi ne yapayım ben? Sen daha gençsin, yanlış öğrenmişsin, git doğrusunu öğren de gel mi diyeyim ona? Hayır, öyle demiyorum. Kabul ediyorum. Hayatın karşısında durulmaz. Hayatın karşısında durursanız, hayat sizin üzerinizden geçer…” Dinlediğim esnada o ana değin ayak ayak üzerine atmışken bu saygıdeğer tavır dolayısıyla ayağımı indirdim ve içimden minnettarlık duydum. Sonra kapanış konuşmaları bitti ve Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mevlüt Uyanık, Doç. Dr. Fatih Toktaş vasıtasıyla beni yanına çağırarak tebrik etti, ben de teşekkür ettim ve post-kolonyalizm üzerine biraz konuştuk. Bu diyalog salonun dışındaydı ve biz konuşuyorken ben, Sayın Ahmet Arslan’ın bazı akademisyenlerle bize doğru gelmekte olduğunu fark ettim. İzin isteyerek minnettarlığımı ifade etmek üzere kendisine doğru yürüdüm ve ilk defa orada “hocam” dedim. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi, Sayın Mehmet Kuyurtar ve başkaları da varken Sayın Ahmet Arslan’a, “hocam” dedim, “teşekkür ederim, beni onurlandırdınız”. O da zaten ben yanına gider gitmez yüzünü hemen bana dönmüştü ve cevap verdi: “Beni hakikati kabul etmeyecek mi zannettin? Beni sana öyle anlattılarsa yanlış anlatmışlar. Bahsettiğin araştırmacıların çalışmalarını görme imkânım olmadı. Bu nedenle öyle yazmıştım.” Ben de yeniden söz alarak şunları söyledim: “Hocam, o değil de, beni onurlandırdınız ve şunu bilmenizi istedim. Ben sizin kitaplarınızı okuyarak yetiştim, benim üzerimde emeğiniz var. Sizi eleştirerek aynı zamanda eserlerinizi meşrulaştırmış ve bir gelenek girişiminde bulunmuş oluyorum. İki kitabınız hariç tüm kitaplarınızı okudum.” Sayın Ahmet Arslan, tekrar cevap vermek sadedinde sordu: “Okumadığın kitaplar hangi ikisi?” Ben de, “doktora teziniz, İbn Kemâl’in “Hâşiye Alâ Tehâfüti’l-Felâsife” üzerine iki ciltlik çalışmanız birisi, bunun baskısını bulamadım” dedim. O da, “peki ikincisi hangisi?” diye sordu. Ben de, “İslâm ile demokrasi arasındaki ilişkileri irdelediğiniz ve gazete yazılarınızdan oluşan kitabınız” diye cevap verdim. Hatta Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden olan öğretim üyesi, söz konusu çalışma için, “onu nasıl okumuş olmazsın, hocanın en önemli çalışmalarından birisidir” dedi (Sayın Ahmet Arslan, Hitit Üniversitesi Rektörü, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Uludağ ve bu akademisyeni ilk açılış konuşmasında biraz eleştirmişti ve her şey bittikten sonra da kendisiyle sömürge meseleleri üzerine başka İlahiyatçıların bulunduğu bir ortamda uzunca bir süre tartıştık). Sayın Ahmet Arslan: “Evet, bu çalışma benim farklı bir aşamama denk geldiği için önemlidir. Bahsettiğin bu çalışmaların baskısı yok, benim kütüphanemde de yoktur. Yavrum, İzmir’deymişsin, neden bizden uzak duruyorsun? Gel, biz, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeyiz; hem bizdeki -Sayın Mehmet Kuyurtar’da varolan nüshayı kastediyor, araya girerek kendisinde bulunduğunu söylemişti- nüshalardan çoğaltıp iki eseri sana da veririz.” Ben de “peki, gelirim, teşekkür ederim” diyerek ayrıldım. Başka da herhangi bir konuşmamız olmadı. Sadece sonraki gün birkaç karede beraber fotoğraf çekildik. Birkaç defa “şekerim” sözcüklerini telaffuz ettiğini duydum ki, doğrudan bana değillerdi bu hitaplar.

Bu arada bendeniz doktoramı Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı İslam Felsefesi Bilim Dalında ve saygıdeğer bilim insanı Prof. Dr. İlhan Kutluer’in danışmanlığında tamamladım ve yukarıdaki aktarımlarda ifade edildiği şekliyle İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nde doktora yapmadım.

Sayın Ahmet Arslan’ın olayı ve diyalogları aktarımda yaptığı tahrifatların bir kısmında etkim olduğunu teslim ediyorum. Zira olaydan sonra bir taraftan insanların abartılmaması gerektiğini, bir taraftan da Sayın Ahmet Arslan’ın bana karşı onurlu davrandığını ifade sadedinde çevremdeki bazı akademisyenlere ve bazı öğrencilere –hepsinin adını tek tek hatırlıyorum-, ilgili oturumdan önce korktuğumu, çünkü eleştiriyi yapmamam gerektiği konusunda beni çokça uyardıklarını anlatmıştım. İnsanlar bu ülkede genellikle saygıyla yağcılığı ve vefayla muhtaçlığı birbirine karıştırıyor, ayrıca zihinlerindeki idollerin yıkılması ihtimali yerine sanki o idollerle bazı fikirler de itibarsızlaşacakmış gibi emek vermiş düşünce insanlarının ortadan kaldırılmasını mümkün kılmaya uğraşıyorlar. Böylece biz birbirimizle uğraşırken Batılılar bize hiçbir zaman saygı duymadıkları gibi “bak, ne kadar da haklıymışız” diye akıl veriyorlar. Sayın Ahmet Arslan’a olay esnasında ve öncesinde hiçbir zaman hocam diye hitap etmedim ve korktuğumu söylemedim, kendisi de bana çocuk gözüyle bakmadı. Belli ki başkaları kendi pozisyonları açısından durum değerlendirmesi yapmışlar ve hatalarıyla beraber saygıdeğer çalışmaları da bulunan kıymetli bir akademisyeni böyle sözler etmeye koşullandırmışlar. Olaydan sonraki anlatımlarımın gücüne gitmesi gerektiğine ikna etmiş ve aslında öncesinde korkmuş olduğumu anlatarak benim itibarsızlaştırılmam için şartlandırmışlar. Bunların kim oldukları konusunda herhangi bir tahminim yoktur. Sadece Sayın Ahmet Arslan’ın böyle cümleler kullanmış olmaya tenezzül etmesine şaşırdığım için tahlilim bu şekildedir. Bu olayın, benim onurlu bulduğum Prof. Dr. Ahmet Arslan imajıyla nihayete ermiş olmasını dilerdim. Kendisinin doktora öğrencileri belki de bir gün benim doçentlik jürime gelecekler ve pozisyonum hakkında karar verme yetkisiyle hareket edecekler. Benim cevabımın onları veya başkalarını olumsuz koşullandırmasını arzu etmiyorum. Böyle bir olay ve buna benzer olaylar kimse için verimli olmaz. Olayı öğrenenler için de akademik itibarlar bağlamında faydalı olacağını sanmıyorum.

Herhangi adli veya hukuki bir netice doğurmayacağını bildiğim için tüm taraflarını bizzat isimlerini anarak naklettiğim bu meselede hukuka başvurma ve hakkının gaspedildiğini düşünme hakkı birine düşüyorsa, bu kişi hiç şüphesiz benimdir. Zira açık bir itibarsızlaştırma ve olayın ve diyalogların somut bir tarzda tahrif edilmesi söz konusudur. Kitabın editörlerinin bunu nasıl takdir etmemiş olduklarını değerlendirirken art niyet ihtimalini göz ardı ediyorum. Olay basit olmasa bile bu denli üzerinde durulacak bir olay değildi ve ben üzülerek bu yazıyı yazdım. Akademisyenler ve öğrencilerim arasında bir iddiam, planlamam ve itibarım mevcuttur. Kişisel konularda her birimizin kusuru ve zafiyeti bulunabilir ve bunların takdir mekanizmaları kamusal değildir. Akademik bağlamlarda zafiyet ve kusurumuz mevcutsa bunların da gösterilme yöntemi ve üslubu psikoloji ve propagandaya müracaatla yapılamaz. Bu tarzda yalanların hiçbir zaman bir mazereti ve meşruiyeti olamaz. Umarım ilgili kişilerin başlarına da aynısı gelir ve ne denli hatalı davrandıklarını anlayabilirler. Eğer bu açık tahrifatta kastedilen olayın benim olayım olmadığı ve ismi “Muhammet” olarak anılan kişinin de ben olmadığım iddia edilirse, gerçekten sadece güler ve sonunda bu tecrübeyi de yaşattıkları için teşekkür ederim.

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort