DOLAR 32,5451 0.01%
EURO 34,9203 0.19%
ALTIN 2.429,590,27
BITCOIN 2061399-4,07%
Ankara
25°

PARÇALI BULUTLU

20:01

AKŞAM'A KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90
Bir Acıklı Yaşamın Alegorisi

Bir Acıklı Yaşamın Alegorisi

ABONE OL
25 Eylül 2023 23:40
Bir Acıklı Yaşamın Alegorisi
1

BEĞENDİM

ABONE OL

“Dinle hemhal olmuş bir toplumda gözlerimi açtığımda çağın en az yüzyıl gerisinde yaşıyorduk desem kesinlikle yanılmam. Akranlarımla duygusal olarak hiçbir bağımın olmadığını ise binler kanıt ile delillendirebilirim.”

Yukarıda yazdığım iki cümle, benim hayatıma dair bir özet anlamı taşır. Andrei Tarkovsky, bu tükenmişliği kütük-fide alegorisinde sembolize eder. Heyecanlı bir duruşla gözlerinizi hayata açtığınızda bir fideye benzetilebilirsiniz. Kırılgan, nazlı ama canlı… Zamanla bir şeyleri yaşadıkça içten bir yok olma süreci başlar, ruhunuzu kaybeder ancak dıştan kendinizi kütük gibi güçlü hissedebilirsiniz. Güçlü görünüyor, dimdik ayakta duruyor olabilirsiniz. Lakin ruhu ölmüş, çürümeye yüz tutmuş bir kütüksünüz. Ya da kırılgan ama canlı, cıvıl cıvıl ve bir o kadar nazenin bir fide de olabilirsiniz. Bu, tamamen sizin yaşamla mücadelenizde karşılaştığınız şeylerle şekillenen bir durum. Buraya kadar sabırla okunmuş ise yazım, bundan sonrası tamamen bir acıklı yaşamın alegorisidir.

Dinle hemhal olmuş o toplumdaki yapı, dinin özellikle şeklen kültüre olan nüfuzundan kaynaklanmakta idi. Günümüzde bu dirençli gücünü kaybeden din mevhumu, ateşi sönmüş, külleri savrulmuş bir görünüme bürünmüştür. Bu durum benim hayatımın asıl belirleyici noktası idi. Çünkü her referansı din olan ama adaleti hiç olmayan bir sosyo-yapı beni şekillendiriyordu. Bu din temelli sosyo-yapı, birilerine öyle ütopik serüvenlerin kapısını aralıyordu ki uğruna ölüme atlarcasına bir hayat gibiydi. Gelin görün ki ben ütopik serüvenlere atılanlardan değildim. Ben, sırf kütük gibi güçlü olmanın peşinde de değildim. Çünkü birileri çocukluğunu yaşayamamayı, sözde ideallere ve peşi sıra gittiği ideolojilere bağlayabilir. Oysa ben ekmek bile bulamadığım bir evde doğmuştum. Birilerine ideolojileri ilham veriyor ve hatta onları ayakta tutuyor olabilir. Ben ise açlığın verdiği karın ağrısını unutmak için gece yatağa erken giren ve uykusu olmadığı halde gözlerini yumup uyumaya zorlayan biriydim.

Okula ilk başladığım yıl sekiz yaşında idim. Daha erken yaş gruplarını “yurt ortamında yapamaz” diye almıyordu büyük kafalar. Öyle büyüklerdi ki o kafalar, okul için on iki kilometre yolun; beşini yürüme, yedisini traktör ile gelen sekiz yaşındaki karnı aç, ayakları çorapsız birinin neyin öğrenciliğini yapacağını bilmeyecek kadar büyüktü. Yani altı yaş grubundaki çocukların oyunlarıyla ve hatta öğrenme şekilleriyle ben sekiz yaşında tanıştım. O kadar ruhuma acı veriyordu ki kendimi çocuk gibi hissediyordum. Hâlbuki çocuktum ancak ruhum çalınmış ve bir kütüğe evrilmiştim. Alışamıyordum, salyangozun kabuğu gibi beni sarmalayan bu sazan sarmalına.

On iki yaşında ilk işe başladığım yıldan önceki zamanlarda hatırladığım kadarıyla hiçbir sofradan doyarak kalktığımı hatırlamıyorum. Evimize kazandığım parayla ilk toz şeker aldığım zamandan önceki süreçte ise çaya doyasıya şeker kattığımı hakikaten bilmiyorum. Bir çobanlık, bir ırgatlık ile güçlendiğimi düşünürken; kütüğe adım adım evrildiğimi sonraları anlayacaktım. Yaşıtlarımla hiç anlaşamadım mesela. Onlar gibi düşünmeyi, onlar gibi yaşamayı ve onlar gibi sevmeyi hiç öğrenemedim. Talibi olduğum her kızdan red yemeyi eşim sağolsun ilk kez tersine çevirdi.

Yaşamı, karşılaştığım şeyler şekillendirirken bir sevinci de doğurur derdim. Bu nedenle yaşama dair sürekli kullanırdım “yaşam sevinci” tamlamasını. İlginçtir ki kimi 12 Eylül darbesini diline pelesenk eder. Kimi de farklı tarihsel olaylara atıfta bulunur. Düşünsenize ideolojileri için savaşmayı tek hedef bilmiş, gecesini gündüzünü ideolojisine hasretmiş birileri 12 Eylül darbesi için veya farklı olaylar için “çocukluğumu yaşayamadım” der. Oysa ben, bırakın ideoloji için hayatımı adamayı; sevinci, kuru ekmeği bulduğumda tadan biriydim. Öyle ki yazdan yaza ektiğimiz domatesi yiyince domatesin, ağaçlarına elma çalmaya gittiğimiz bir komşu köyün dallarından elma çalınca anlıyorduk elmanın tadını. Kiviyi patates sanarak yaşadım yıllarca. Aradaki fiyat farkını tadına bakınca değil; ellerimle on iki yaşında dokununca anlayabildim. Muzun lezzetli bir meyve olduğunu bir manavın çürümüş diye dükkânının arka tarafına attığını görüp “abi açım, yiyecek bir şey ise yiyebilir miyim?” deyip tadına bakınca anladım. Bütün bu olup bitenler, on üçlü yaşlarda ilçenin çıkışına doğru evrilen yollarında akranlarım oyun oynarken bense parke taşı döşediğim zamanlarda oldu.

Dönelim mi Andrei Tarkovsky’ye? İddia ediyorum ki yukarıda bahsettiğim yaşadıklarım; beni kütük haline getirmiş olabilir. Ama hiçbir zaman güçlü kılmadı. Girdiğim her savaşı kaybettiğimi, çocukluğunu sevimli ve mutlulukla yaşayan çocuğumu parklara, oyun alanlarına götürdüğümde ve özellikle gecemi zindanlara çeviren rüyalarıma dalınca anlıyorum.

Şimdilerde sosyoekonomik olarak iyi seviyedeyim. Almak isteyip de alamam diyeceğim pek bir şey yok sanırım. Ancak bir yerlerde bir sorun var. Ve maalesef bu sorundan kaçamıyorum. Evet haklıyım, şansım yaver gitti ve ileri düzey bir yaşam sürüyorum ancak içinden çıkamadığım ve çözmekte zorlandığım bir sorunum var. Gece uyumadan önce sevdiklerimi arar, yanımdakileri ise öpücük yağmuruna tutarım. Gündüzleri olabildiğince mutlu ve istediğim şeyleri yapmaya özen gösteririm. Ama ne var ki uykuya daldığımda beni kütüğe çeviren, ruhumu benden çalan çocukluk anılarım ve karanlık dehlizler gibi içinden çıkamadığım o çocukluk mekanları rüyalarıma misafir olur. Konuşmalarım, davranışlarım ve hislerim çocukluk zamanlarımdan eserler taşır. Her yönüyle mutlu olduğum şimdiki halimden eser yoktur rüyalarımda.

Sofrada kaşık, çatal, çorba, yemekler ve hatta her şey olur. Gözüm ekmeği arar yine de. Çocukluğumda ekmeksiz yediğim bir yiyeceği hatırlamıyorum. Rüyamda yiyecek namına bir şey görsem, ekmeğin yanı başında durduğunu acıyla gözlemlerim. Bazen annemle sohbet ettiğimi görürüm o uzun ve ıssız gecelerde. Anneme oturduğumuz evin damından suyun aktığını, gece ıslanırsam üşüyeceğimden bahsederim. Oysa ben modern bir apartmanın hiç de küçük olmayan akıllı bir dairesinde yaşıyorum. Ve rüyalarıma bunları misafir edemiyorum.

Hayatım, bahsettiğim bu hengamede sürüklenip gidiyor. Ne var ki düşlerimde unuttuğum önemli bir şey var. Annemi çoktandır kaybettim. Ve o hala damı su akıtan eviyle düşlerime misafir olmakta, babam kızar diye bana sürekli nasihat edip söylenmekte…

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort