DOLAR 32,5451 0.01%
EURO 34,9203 0.19%
ALTIN 2.429,590,27
BITCOIN 2061399-4,07%
Ankara
25°

PARÇALI BULUTLU

20:01

AKŞAM'A KALAN SÜRE

Banner 728x90
Banner 728x90

Cahiliye Dönemi Türk-Arap İlişkilerine Kısa Bir Bakış | Makale

ABONE OL
25 Mayıs 2017 22:39
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Araplarla Türklerin coğrafi açıdan komşu olmamaları nedeniyle İslam öncesi dönemde doğrudan bir ilişkilerinden söz etmemiz mümkün değildir. Göçebe olan ve eski dünyanın pek çok bölgesine göç eden Türkler için, niçin Arabistan yarımadası çekici gelmemiştir.

Arabistan büyük bir kısmı çöllerle kaplı geniş bir ülkedir. Geniş bir ülke olmasına rağmen insanların yaşamına elverişli meskûn bölgeler, sahil kesimlerine sıkışmıştır. Büyük hayvan sürüleriyle göç eden, hayvanlarına mümbit topraklar arayan Türklere Arabistan yarımadasının çekici gelmemesi gayet doğaldır. Müslüman olduktan sonra büyük medeniyetler kuran Müslüman Araplar dahi Arabistan’ın coğrafi koşullarının zorluğu nedeniyle büyük medeniyetlerini Arabistan dışından kurmuşlardır.

Arabistan kendine özgü bu coğrafi konumu sayesinde tarihin hemen her devrinde hiçbir milletin siyasi, sosyal ve kültürel istilasına uğramamıştır. Eski Türklerle Araplar arasındaki siyasi ve sosyal ilişkilerin gelişmesinde Arabistan’ın bu coğrafi konumunun daima menfi tesiri olmuş ve iki milletin birbirleri ile karşılaşmalarına tabii bir engel teşkil etmiştir. Bu bakımdan tarih boyunca Orta Asya ve Arabistan iki ayrı dünya ve bu iklimlerde yaşayan insanlar da iki ayrı dünyanın insanları olarak yaşamışlardır. Bu iki ayrı dünyanın biri olan Orta Asya, daima yeni gelişmelere sahne olmuş, peşi sıra birçok Türk devleti kurulmuş, İslam peygamberinin doğumundan biraz önce ise Göktürk devleti ortaya çıkmıştır.

Arabistan ise eski dünya kıtalarında cereyan eden bütün bu siyasi ve sosyal gelişmelerden daima habersiz ve gelişen olaylara karşı çölün enginliklerinde bir nevi seyirci olarak kalmıştır. Bu sakin ve ıssız dünyanın insanları her zaman kendi iç âlemlerini dinlemişler ve onu konuşturmuşlardır. Bu bakımdan bu topraklarda şiir ve edebiyat gelişmiştir.

Türkler İran’da kurulan devletlerle yüzyıllar boyunca savaşmış, bu savaşlar İran – Turan savaşlarıyla destanlara dahi konu olmuştur. Türkler İran seddini aşamamışlar daha ziyade Türklerin göç yollarım Hazar denizi ve Kara Denizin kuzeyi oluşturmuştur. O halde Türklerle Arapların ilk teması nasıl gerçekleşmiştir.

Türklerle Arapların ilişkilerinin başlangıcı çok eski devirlere kadar gitmektedir, ilk temas yeri olarak Kafkaslar bölgesini gösterebiliriz. Bu bölgede M. Ö. VII. yy. itibaren çeşitli Türk kavimleri Derbent yoluyla Kafkasları aşarak Azerbaycan’ın kuzey bölgesine gelip yerleşmişlerdir.

İslam öncesinde Hazarlar zaman zaman Derbenti geçerek Hamedan ve Musul’a kadar akın yaparlardı. Yukarı Mezopotamya ve bu bölgelerde yaşayan Arap kabilelerine karşı Hazar akınlarının en önemlilerinden biri Sâsâni hükümdarından II. Şapur’un (309–379) saltanatı yıllarında olmuştur. M. 350′ li yıllarda Hazar Türklerinden bir akıncı birliği İran’a girmiş, yukarı Mezopotamya’ya kadar ilerlemiştir, bu bölgede oturan Kudaa Arap kabilesinin Beni Tezyid aşiretine ani hücum ve baskında bulunmuş ve onlardan birçok kimseyi esir almıştır. Kaynaklarda bu saldırının acısına binaen söylenmiş şiirler mevcuttur.

Arap yarımadasının kuzey sınırlarında biri Sâsânilere diğeri Bizans’a bağlı Hire ve Gassani devletleri vardı. Türklerin Kafkasya’dan Suriye ve İran’a seferleri esnasında bu Arap devletleriyle temasa geçmiş olmaları mümkündür.

Diğer yandan Türkler ile Araplar arasındaki ilk münasebetler Sâsâni İmparatorluğu aracılığı ile başlama imkanı bulmuş olması da mümkündür. V. Asırların sonlarına doğru batıya doğru yönelen ve Sâsânilerle temasa geçen Türkler, bu batı komşularının dahili ve harici siyasetleri üzerinde etki meydana getirmişlerdi. Sâsâni hükümdarı Kubad’ın (488-541)’in Eftalitlerin yani Akhunların yardımı ile tahta çıktığı ve saltanatı boyunca onların nüfuzu altında kaldığı bilinmektedir. Kubad Mazdek’te tabi olup onun fikir ve inancını kabul ettiği için din adamları tarafından hapsedilmiş, yerine kardeşi Camasp geçirilmişti. Kubad hapishaneden kaçarak Akhunlara (heytal) sığındı. Hakandan aldığı yardımla geri döndü 6 yıl hükümdarlık yapan kardeşi Camasp’ı yenip tekrar tahtına oturdu.

Sâsâni hükümdarlarından Anuşirvan (541–579) doğuda kendisi için tehlikeli bir şekilde kuvvet kazanan Göktürkler ile iyi geçinmeyi siyaseti bakımından uygun bularak Göktürk hakanının kızı ile evlendi. Bu Türk prensinden dünyaya gelen oğlu ve halefi IV. Hürmüze (579–596) “Türkzâd” diye lakap takılmıştır. Yine Anuşirvan’ın devrinde 570 yılında Yemene yapılan sefer esnasında İran ordu safları arasında Türklerin bulunduğu rivayet edilmektedir.

Sâsâni hükümdarı Anuşirvan zaman zaman İran’a yapılan Hazarların akınlarını durdurmak için Derbenti (babül -Ebvab) yaptırmıştır. Babül-Ebvab, “Babül-Etrak” Türk kapısı olarak da isimlendirilmektedir.

IV. Hürmüz’ün başkumandanı Behram Cubin’in ordusunda 588 yılında Göktürk hakanı Boğa Hakan ile yaptığı muharebede Arap birliklerinin bulunduğu, kaynaklarda geçmektedir. Daha sonraki yıllarda Behram Cubin’in birlikleri arasında kalabalık bir şekilde Türklerin bulunduğu görülmektedir.

Hüsrev Perviz (590–628) ile bu kumandanı arasında patlak veren muharebede (596) Araplar’ın Hüsrev Perviz’in tarafında bulunmalarına mukabil, Behram Cubin’in kuvvetleri arasında da Türkler bulunmakta idi. Bu miktarın 6 bin kişi olduğu kaynaklarda geçmektedir.

Doğuda Türklerle siyasi münasebetlerde bulunan Sâsâni imparatorluğu, batıda da Araplar ile temasta idi. III. Asrın ikinci yarısında tarih sahnesine çıkmış olana Hire Arap Devleti, denilebilir ki daha başlangıcından itibaren bu güçlü komşusunun yüksek hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştır.

Türklerle Arapların İslam öncesinde birbirlerini tanıma vasıtalarının birinin de ticaret olduğunu düşünmemiz mümkündür. Bilindiği gibi Araplar Suriye’ye ticari kervanlar gönderiyor ve kervanlar Suriye’ye ipek yoluyla gelen diğer kervanlardan alışveriş yapıyorlardı. İpek yolu da Türklerin yaşadığı şehirlerden geçtiğine göre, Türk tüccarlarla Arap tüccarlarının birbirinden alışveriş yapmış olmaları mümkündür. Hz. Peygamberin Hendek savaşında kullandığı ve bir Ramazan ayında itikâfa girdiği Türk çadırı el-Kubbetü’t -Türkiye kendisine bu yolla ulaşmış olmalıdır.

Cahiliyle döneminde Ebu Süfyan’ın Hicazdan zeytin yağı ve ticari malları alıp Horasan’a kadar gittiği ve oradan da Araplar lazım olan malları getirdiği bilinmektedir. Başlangıçta Çin ipeklerini Batıya ihraç etmek için kullanılan ipek yolu Araplarında dâhil olduğu İran Bizans, Hind, Rum, Avrupa ve Rusların ürettikleri malların dünya pazarına taşındığı bir yol olmuştur. Arap atlarının da ipek yolu vasıtasıyla diğer milletlerin yanı sıra ata binmeyi seven Türklerde pazarladığını düşünmemiz mümkündür.

Mekke’nin bir ticaret şehri olması ve köle ticaretinin çok kazanç getirmesi sebebiyle birçok yabancı Mekke’ye köle olarak getirilip satılmıştır. Azad edilen köleler soylu Mekke aileleriyle antlaşma yaparak Mekke’ye yerleşmişlerdir.

Ebu’l-Ferec el-İsfehani’nin kaydettiği bir bilgiye göre Sureyc ismi verilen bir Türk ailesi Mekke’ye gelerek, Hz. Peygamberin amcası Harisin soyundan Haris oğullarının himayesine girmiş ve Mekke’ye yerleşmiştir. Sureyc ailesi demircilikle uğraşıyordu, Süreyc’in yaptığı kılıçları meşhur olmuş kendi ismiyle Sureyciyât olarak isimlendirilmiştir. Suyreycin Hz. Ömer döneminde doğan oğlu Ubeydullah Arap musikisinde meşhur olmuştur.

Mekke’ye köle olarak getirilen ve Türk olduğu iddia edilen şahıslardan biri de, ilk kadın İslam şehidi Sümeyye Hatundur. Sümeyye Hatun’un gerçek ismi “Baminç” veya “Yamıh” tır. İran’a bağlı kesker şehrindendi. “Bamınc” veya “Yamıh” Kesker’den Kevva el-Yeşküri tarafından alınarak Taife getirilmiş, ismi Sümeyye olarak değiştirilmiştir. Taif te hastalanan Kevva kendisini iyileştiren ünlü hekim Haris b. Kelede’ye Sümeyye’yi hediye etmiştir. Sümeyye Mekke’ye getirilip satılmış daha sonra Yasir’le evlenerek Mekke’ye yerleşmiştir.

Muhammed Hamidullah’a göre Sümeyye Türk asıllıdır. İranlılarla Türkler arasında vuku bulan bir savaş neticesinde ailesiyle birlikte İranlılara esir düşmüştür. Asıl ismi “Pamuk” tur. Daha sonra İranlılardan Arapların eline geçmiş Mekke’ye kadar gelmiştir.

ARAP EDEBİYATINDA TÜRKLERLE İLGİLİ ŞİİRLER

Temelde Sâsâni imparatorluğu aracılığı ile başlayan Türk-Arap münasebetlerinin izlerini Cahilliye devri Arap Şiirinde de bulmak mümkündür. Hasan b. Hanzala, Nabiğa ez-Zubyâni, Evs b. Hacer ve Şammah b. Dırar gibi şairlerin şiirlerinde Türklerin daha ziyade askeri yönlerinden kahramanlıklarından bahsetmeleri Araplar ile Türkler arasındaki ilk temasın askeri yönden olduğunu göstermektedir. Az olmakla beraber bize kadar gelen beyitlerden, Arap şairlerinin Türklerin kahramanlığından korku ile karışık hayranlıkla bahsettikleri dikkati çekmektedir.

Cahilliye devrinden başlayarak Arapça şiir ve eserlerde Türkler daima “Türk” kelimesiyle anılmışlardır. Hâlbuki daha önceleri Sakalar ve Hunlar diye anılan Türkler, VI yüzyılda Gök -Türklerle birlikte Türk ismiyle anılmaya başlanmıştır. Denilebilir ki Türk kelimesi Arapça sayesinde dünyaya yayılmıştır.

Türklerden bahseden cahilliye devri şairlerinin başında Evs b. Hacer gelmektedir. Çok Seyahat eden ömrünü genellikle Hire’de geçiren Evs b. Hacer bir beytinde şöyle demektedir.

“Onlar (Türkler) kınalı bıyıklı ve ellerine sopalar (oklar) olduğunu görünce devemi (korkudan) sulardan çevirdim.
Gatafan kabilesi şairlerinden Amelles b. Ullafa, el-Cahız’ın kaydettiği bir beyitinde Türklerle ilgili şöyle demektedir.
“Başımın tepesi ağardıktan sonra onda Türk’ün düşmanlığını ve Ebu Hısl’ın kinini gördüm”
Hz. Peygamberin muasırı şair Şemmah b. Dırar Türk Hakan’ına şöyle seslenmektedir.
“Ey insanlar: Şu benim isteğimi Türk hakanına ulaştırabilecek kimse yok mu? O, kış gelip de bütün şiddetiyle batırınca bizi düşünsün.

Soğukta üşüyen zavallı, çocukları, yaşlıları ve zamanın sillesini yiyen ihtiyarları artık (şefkat) kanadının altına alsın.
Nitekim tavuğun civcivleri de böyledir. Onlar da kargaşalık çıktığı zaman derhal horozun himayesine, onun kanatları altına koşarlar”

Cahilliye dönemi şairlerinden Hasan b. Hanzala Türk kahramanlığından ve Hüsrev Pervizin Türk hücumundan kurtulması için yaptığı yardımdan bahsederken şöyle demektedir.

“Kisra’nın benden beklendiğini esirgemedim. Onu ve atlılarının ayakları altında ezilmeye bırakmadım.
Türkler ve Eftalitler gösterişli atlar ile ortaya çıkınca ben de ona cömertlikte bulundum ve Dabib adındaki atımı verdi.
Hz. Peygamberin amcası Ebu Talibin de Türklerle alakalı bir şiiri vardır. İbn Hişam’ın kaybettiği bu şiirde, Mekke müşriklerini Hz. Peygamberden İslam tebliğden vazgeçmesi ya da Türk ülkesine hicret etmesini talep etmekte. Ebu Talib de bu isteğe şöyle cevap vermektedir.
“Bizim gücümüzle düşman kahroluyor, hâlbuki onlar bizim Türk ve Kabil kapılarına çekilip gitmemizi isterler.
Allah (CC.)’un yüce evine and olsun ki; siz yalan söylüyorsun. İşlerinizi karma karışık etmeden ne Mekke’yi terk edecek ne de (Türk, yurtlarına ) çekip gideceğiz.
Allah (CC.)’un yüce evine and olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz. Mızrak ve aklarımızla dövüşüp (ölmeden) biz Muhammed’i yapayalnız size bırakmayacağız.
Onun uğrunda (Kenetlenip) ölmeden, onun uğrunda dövüşerek çocuklarımızı ve eşlerimizi dahi ölüme bırakma pahasına da olsa, onu size asla teslim etmeyeceğiz.”

Bütün bu şiirler bize genelde Arapların özelde ise Mekke aristokrasisinin o devirlerde belirli ölçüde de olsa Türkler hakkında bir kanaat oluştuğunu göstermektedir. Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber ve amcası Ebu Talib’den Türk kapılarına sığınmalarını istemeleri bize bu devirlerde buna benzer sığınma olaylarının olduğunu göstermektedir.

İslam dininin intişarından sonra İran’ın fethiyle Müslüman Araplarla Türkler komşu olmuşlar, birbirini tanıma imkânı bulmuşlardır. Bu durum İslam sonrası Arap edebiyatına da yansımıştır. Bu şiirlerin örnekleri çok olmakla birlikte el-Cahız’ın Emevi halifesi el-Velid b. Abdülmelik’ten naklettiği şiirler ilginçtir.

El -Velid’in şiirlerinde Türk hakanı destanî bir kahramanlığı sembolize etmekle Araplar için övünç kaynağı olmaktadır. Halife düşmanlarından birin öldürdüğü bir muharebeden sonra şu beyiti söylemiştir.

“Eğer ben kâh önüne, kâh arkama doğru ok atıyor ve hırçın taylar üstünde dik yamaçlı kaylardan inebiliyorsam (buna şaşmak gerek),
Şunu iyi bil ki! Benim dedem Hakan’dır. Onun bozkırlardan ve yalçın kayalarda neler yaptığını hatırla, (o sana yeter)”
Halife el-Velid’in buna benzer bir beyti daha vardır. Bu beyti de İran Kisrasını, Rum Kayserini ve Türk Hakanını dedesi olarak kabul etmekte ve şöyle diyerek övünmektedir.

“Ben Kisranın oğluyum, babam ise Mervan’dır. Kayser ise dedem ve diğer ceddim ise hakandır”

Vermeye çalıştığımız bu örnekler ve izahatlar İslam’dan önce Arapların Türkleri az da olsa tanıdıkları ve onlar hakkında basit denebilecek bir fikre sahip olduklarını kısmen ortaya çıkarmaktadır.

HZ. PEYGAMBER VE TÜRKLER

Cahiliye dönemi toplumunun yanında Hz. Peygamber toplumunun da Türklerle ilgili belirli bir fikre sahip bulunduğu kesinleşmektedir. Tabiatıyla bu ilk bilgilerin yakın ilişki noksanlığı sebebiyle geniş olmadığı, Türklerin askeri kabiliyetleri, cesaret ve kahramanlıkları gibi noktalarda olduğu bilinmektedir.

Bilindiği üzere Hz. Muhammed, ilk gençlik yıllarından itibaren aktif bir ticari hayat içinde olmuştur. O’nun peygamberliğinin ilk yıllarına kadar devam eden bu ticari hayatı yaklaşık yirmi sekiz senedir. O, bu uzun süre içinde Arabistan yarımadası ve çevresindeki meşhur ticaret merkezlerine birçok seferde bulunmuştur.

Basra körfezi ve Bahreyn Arap tacirlerinin devamlı uğradığı, önemli ticaret merkezlerindendi ve senenin belirli mevsimlerinde büyük panayırlar kurulurdu. Bunlardan Muşakkar ve Deba’ panayırları en büyük ve en meşhurları idi. Bir nevi açık panayır olan bu liman ve fuarlara sadece Araplar değil, İran, Hindistan ve Çin’den gelen tacirler de katılıyordu. Bu kalabalık insan grupları içinde Türk tacir ve kölelerinin bulunması da mümkündür. Basra ve Bahreyn’e ticari seferlerde bulunmuş olan Hz. Peygamberin Türklerle karşılaşması ve Türklerin ırkî meziyet ve fiziki yapıları hakkında çok geniş bilgiler elde etmiş olması muhtemeldir.

Hz. Peygamber’in hadislerinde Türklerin çehreleri, fiziki yapıları, göz, yüz, burun şekilleri, giysileri hakkında şaşılacak derecede teferruatlı bilgiler vermesi, hatta Müslüman Arapların Türklerle olan münasebetlerinde dikkatli olmalarını istemesi, Türklerle savaşmanın vahim sonuçlar doğuracağını bildirmesi, Hz. Peygamberin ticari hayatı boyunca yapmış olduğu seferlerde Türklerle karşılaşmış olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Hz. Peygamberin yaşadığı çağda, Medain’de görüldüğü gibi Arabistan bölgesinde de Türk çadırlarının kullandığı bilinmektedir. Taberi’nin Tarihi’nde kaydettiği bir bilgide Hendek Savaş’ından önce Medine savunması için hendek kazılırken, Hz. Peygamberin bir Türk çadırında dinlediği belirtilmektedir.

Kutubu’s-sitte arasında yer alan Müslim’in sahihinde de Hz. Peygamberin Medine’de yine bir Türk çadırında itikâfa girdiği kaydedilmektedir. “Ayın ikinci onunda eşiğinin üzerinde hazır bulunan bir Türk çadırında itikâfa girdi”

TÜRKLERLE İLGİLİ HADİSLER

Hz. Peygamber, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında zaman zaman bazı topluluk ve kişiler hakkında övücü veya yerici sözler söylemiştir. Yerici sözlerden kastımız, Hz. Peygamberin toplum ve kişilerin şerlerinden uzak durulmasını tavsiye ettiği sözlerdir. Arap olmayan ve Arap literatüründe “Acem” veya “Eacim” diye ifade edilen kitlelerden de hadislerde zaman zaman bahsedilmektedir.

Hz. Peygamberin Türklerden bahseden hadislerini üç grupta toplamak mümkündür.
Doğrudan doğruya Türklerin veya Beni Kantura adı zikredilerek varid olan ve sıhhatleri kabul edilen hadisler.
Türklerin adı geçmeyen, onlara telmihin bulunduğu hadisler.
Türklerle ilgili mevzu hadisler.31

İkinci grup hadisler Hz. Peygamberin genel olarak herhangi bir söz ederken övücü özellik taşıyan sözleri olup, bu olayları Türklerin gerçekleştirdiği bilindiğinden Türkler hakkında olduğunu söyleyebildiğimiz hadislerdir. Bu üç gurup hadisi ayrı ayrı ele alalım.

Buhari, Müslim ve Ebu Davut’ta kıyametin kopmasından önceki olaylar ile ilgili olarak bir hadis kaydedilmektedir. Bu hadiste Hz. Peygamber “Sizler şu, şu özelliklere sahip olan bir toplulukla savaşmadıkça kıyamet kopmaz” yani “Sizler mutlaka şu kavim ile savaşacaksınız, anlamında bir hadis buyurmuştur. Bu hadis genelde sahih kabul edilmekte ashabtan Ebu Hureyre ve Amr b. Tağlib rivayetiyle iki ayrı tarikten gelmektedir.32 Bu iki sahabi kanalı ile bize gelen hadis mana itibariyle aynıdır ancak metinde farklılıklar görülmektedir. Bu farklılıklar nedeniyle söz konusu hadis-i şerif araştırmacılar tarafından iki ayrı hadis olarak algılanmıştır.

Sahih-i Buhari’de Kitabu’l – Cihad, Babu Kitali’t-Türk’te yer alan ve Amr b. Tağlib’ten gelen rivayetin metni şöyledir.
“Amr b. Tağlib, Rasulullah’m şöyle dediğini anlattı: Kıyametin kopmasının şartlarından biri de sizin kıldan ayakkabı (çarık) giyen bir topluluk ile savaşmanızdır. Yine kıyametin kopmasının şartlarından biri de sizin geniş yuvarlak yüzlü, yüzleri örs üzerinde dövülmüş kılıflı kalkan gibi olan bir kavimle savaşmanızdır”

Buhari’de ashabtan Ebu Hureyre tarikiyle rivayet edilen hadis de, yukarıda zikredilen hadisle aynıdır, ancak aynı babta bulunan rivayet yollarının birinde “Türk” lafzının geçmesiyle rivayet diğerlerinden ayrılır.

“Ebu Hureyre’den Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: Gözleri küçük, yüzleri kırmızı, burunları basık, yüzleri de örs üzerinde dövülmüş kılıfla kalkanlar gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır ve sizler kıldan ayakkabı giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır”.

Söz konusu hadis hemen hemen aynı ibarelerle ikinci büyük hadis kaynağı olan Müslim b. Haccac’ın Sahih’inde de kaydedilmiştir.

Aynı hadis Tirmizi, Nesâi, İbn Mace ve Ahmet b. Hanbel tarafından aynı tarzdan kaydedilmiştir. Bu hadisteki “Türk” tabiri ister olsun ister olmasın, Hz. Peygamberin özelliklerini sıraladığı kavim, Orta Asya veya uzak doğu insanı tipini hatırlatmaktadır. Muhaddislerin genellikle bu kavmin Türkler olduğunu belirtmeleri ayrı bir önem taşır.

Türklerin doğrudan doğruya isimlerinin zikredildiği ikinci hadis ise Ebu Davud ve Nesai’nin “Sünen”lerinde zikrettikleri hadistir. Ebu Davud bu hadisin senedini kaydederken sahabiyi zikretmez.

“Peygamberin ashabından birinin dediğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; Habeşliler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın.”

“Türkler size dokunmadıkça onlara dokunmayınız. Zira Kanturaoğulları soyundan gelenler ilk defa benim ümmetimin elinden yönetimi çekip alacaklardır.”

“Türklere dokunmayın” adı ile şöhret bulan bu hadis de sahih kabul edilmiş olup, görüldüğü gibi bize farklı metinlerle intikal etmiştir. Ancak bu hadisin asıl metni “Türkler size dokunmadıkça onlara dokunmayın” dan ibarettir. Metnin geri kalan kısmı hep ayrı ibarelerle nakledilmiştir. İlaveler adeta bir şerh mahiyetini taşır.

Yukarıdaki hadis-i şerifte geçen “Kantura oğulları” ile Türklerin kastedildiği kabul edilmiştir. Denildiğine göre Kantura, Hz. İbrahim (as) bir cariyesinin adıdır. Hz. İbrahim’in bu cariyeden bir kısım çocukları oldu ve Türkler bu soydan çoğaldı.

Ebu Ya’la aynı hadisi Muaviye b. Hudeyc’ten rivayet eder. İbnu Hudeyc der ki; “Ben Hz. Muaviye’nin yanında idim. Ona amilinden Türklerle karşılaştıklarına ve onları hezimete uğrattıklarına dair bir mektup gelmiştir. Hz. Muaviye bu habere öfkelendi. Sonra amiline: “Benden emir gelmedikçe onlara savaşmayın. Çünkü ben Resulullah (sav)’in; “Türkler, Arapları sürecek ve yavşan otunun bittiği yerlerde onlara yetişecek dediğini işittin. Bu sebeple onlarla savaşmaktan hoşlanmıyorum.”
Taberânî de, hakimiyeti ele geçirme konulu bir hadisi Hz. Muaviye rivayetiyle kaydetmiştir.

“Ümmetimin hakimiyetini ilk defa ortadan kaldırılacak olan Benu Kanturadır”.

Müslümanlar Emeviler zamanında Türklerle savaştılar. Müslümanlarla onlar arasında büyük bir mesafe vardı, bölge yavaş yavaş fethedilerek açıklık kapandı. Türklerden çok sayıda esir alındı. Türklerde büyük bir güç ve şiddet bulunduğu için melikler onlara sahip olmak için aralarında adeta yansılar. Mütasım zamanına gelindiğinde askerlerin çoğunluğunu onlar teşkil ediyordu. Türkler zamanla halife’ye galebe çaldılar, Mütevekkili öldürdüler, sonra birer birer onun çocuklarını da öldürdüler. Keza Samânilerin askerleri de Türklerdendi. Böylece Acem diyarlarını da galebe çaldılar. Bu diyarlara sonraları Gazneliler bunların peşine de Selçukiler hakim oldu. Bunların meşbuları Zengililer ve onların meşbuları Eyyubiler Mısır, Şam ve Hicaz’a hakim oldular. Asıl büyük musibet Tatarlardan geldi. H.6/M.13 yy.da ortaya çıkan Cengiz Han bütün Asya’yı yaktı, onların şerrinden nasibini almayan belde hemen hemen hiç kalmamıştır.

Cengiz Han’ın torunu Hulagü 656/1258 yılında Bağdad’ı harap etti son Abbasi halifesi Mü’tasım’ı öldürdü. Böylece Hz. Peygamberin, hâkimiyetin Türklere geçeceğine dair haberleri gerçekleşmiş oldu.

Ebu Davud’un Süneninde Ebu Bekre’nin rivayet ettiği şu hadis bir noktada yukarıda verilen bilgiyi teyid mahiyetindedir.
“Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehrin yanında, Basra dene geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın halkı kısa zamanda çoğalır ve muhacirlerin beldelerinden biri olur. Ahir zamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Beni Kartura gelip nehir kenarına inerler bundan böyle (basra) halkı üç fırkaya ayrılır.
Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (ziraat hayatı) helak olurlar
Bir fırka nefislerini esas alırlar, (Beni Kan tura ile anlaşırlar) böylece küfre düşerler.
Bir fıkra da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar.”

Hadis alimleri, bu hadis-i şerifte geçen şehrin Basra’dan ziyade Bağdat olduğu olayın ise Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali olduğunu kabul ederler.
Türk adının geçmediği, ancak onlara telmihin bulunduğu hadis ise Konstantiniyye’nin fethiyle ile ilgili olan hadistir. Bu hadis-i şerifte bulunan iltifata daha sonra Türkler nail olmuştur. Bu hadis Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ve Hakim ven-Neysâbûrî’nin Müstedrek’inde bulunmaktadır.

“Konstantiniyye elbette fetholunacaktır, O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan, O’nu fetheden ordu ne güzel ordudur”

Bu hadis Kütüb’ü Sitte’de mevcut olmamasına rağmen onlardan önce telif edilmiş olan Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde mevcuttur. Hz. Peygamberin bu hadisini bilen sahabe nesli tarafından onun vefatından 38 yıl gibi kısa bir müddet sonra Hz. Muaviye devrinde bir ordunun hazırlanıp İstanbul üzerine gönderilmesi bu hadisin sıhhatinin en büyük delilidir. Müslümanlar imkân buldukları anda derhal bu şehri kuşatmaya ve fethetmeye çalışmışlardır. Hz. Muaviye devrinde 49/669 yılından 857/1453 yılına kadar İstanbul Müslümanlar tarafından defalarca kuşatılmış, sonunda bu hadisteki övgüye Fatih Sultan Mehmed mazhar olmuştur. İstanbul’un fethi ile ilgili olarak genel bir ifade ile söylenmiş olan bu hadis-i şerifteki övgüye sonradan Türklere ait olmuştur.

Türklerle ilgili olarak varid olan ve sıhhati kabul edilen hadislerin üç tane olduğunu görüyoruz. Bunların dışında Türklerle ilgili olarak söylenen hadisler uydurma olup, hiçbir meşhur ve titiz hadis mecmuasında geçmektedir. Bu gibi sözler genellikle edebiyat ve ahlakiyat kitaplarında, vaizlerin eserlerinde geçmektedir.

Özellikle Kaşgarlı Mahmud’un divanî Lugati’t-Türk’te kaydettiği ve hadis olduğu söylediği sözlerin, sened ve metin yönünden son derece zayıf olduğu görülmektedir. Bunlardan biriside kutsi hadis olduğu iddia edilen sözdür.

“İbn Ebi’d Dünya diye meşhur olan Şeyh Ebu Bekir el-Müfid el-Cercaî’den Allah Rasulüne varan bir senetle bildirildiğine göre Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur; Benim Türk adını verdiğim bir ordum vardır. Onları doğuya yerleştirdim. Bir topluluğa gazap edersem, onları o topluluğa musallat ederim.”

Bu sözler hadis ve hadis usulünden az çok haberdar olan bir kimsenin ilk anda mevzudur diyeceği muhakkak olan sözlerdir. Hadis-i Kutsi olarak aktarılan hadisler son derece az olup, muhaddisler tarafından büyük bir titizlikle kaydedilmiştir.

Yine Kaşgarlı Mahmud’un aynı eserinde kaydedilen ve hadis olduğu iddia edilen bir söz daha vardır ki, Türkçenin diğer dillere olan üstünlüğünü ifade etmektedir.

“Buhara’nın güvenilir imamlarından ve Nişabur’un başka bir aliminden işittim, her ikisi belirttikleri bir isnat ile dediler ki: Hz. Peygamber (sav) kıyamettir kopması ve ahir zaman karışıklıklarında ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışlarından söz ederken şöyle buyurmuştur: Türk dilini mutlaka öğreniniz. Çünkü onların yönetimleri uzun sürecektir.”

Bu tip hadislerin hem ilmi rivayet, hem de dirayet yönünden muallel ve mevzu bulundukları muhaddislerce kabul edilmektedir. Fakat bu hadisler mevzu olsalar bile, bize devirlerindeki telakkiyi anlatırlar ve zamanlarının, muhitlerinin bir bakıma aynası hükmündedir. Bu hadislerin M. XII yy. daki yansımalarını göstermek açısından Hulagu Hanın Mısır hükümdarı el-Melikun-Nasır’a gönderdiği mektup şöyledir:

“el-Meliku’n -Nasr bilir ki biz Bağdat üzerine inip Tanrı’nın kılıcı ile orayı aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak kendisine iki sual sorduk. Suallerimize cevap vermedi. Bundan dolayı sizin Kur’an’nınızda “Tanrı hiçbir kavmin elinden nimeti, o kavim kendi kendisine bozmadıkça bozmaz” denildiği gibi, her ne yaptılarsa orada hazır buldular. Bizim azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu. Bunun sonucu yine Tanrı’nın kuvvetiyle kalktık ve Onun kuvvetiyle muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrı’nın askerleriyiz. Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir. Olup biten vakalar size ibret ve nasihat olsun.

Hulâgû Han;bu mektubunda Divan-ı Lugait -Türk’te kaydedilen ve kutsi hadis olduğu iddia edilen söze işaret etmektedir. Hulâgû’nun bu mektubu papaların ve Hıristiyanların görüşleri hep aynı noktada birleşmektedir. Moğollar diğer milletleri yola getirmek için gönderilmiş, ikâb-ı ilahiyi icraya memur bir kavimdir. Bu Moğollara karşı mukavemeti kırdığı gibi, Moğolları gayrete getirmiş, kuvvetlendirmiştir.

Öncelikle bu sözün senedi hadis usulü açısından son derece zayıftır. Hiçbir hadis böyle uyduruk bir senetle kaydedilmez. Senedin ricali mutlaka kaydedilir. Burada rical zikredilmemiştir.

Meşhur hadis kitaplarında, Türklerden doğrudan veya dolaylı olarak bahseden üç ayrı hadis olduğu görülmektedir. Bu hadisin sıhhati ehl-i İlim tarafından kabul edilmiştir. Bunların dışında kalan bazı sözler vardır ki gerek senet ve gerekse metin yönünden sıhhatleri güven vermemekte, gayr-i ilmi sözler olduğu müşahede edilmektedir. Bununla berber hadislerin doğruları Hz. Peygamberin, uydurmaları da İslam dünyasının Türklere karşı olan ilgilerini gösterme açısından tarihi bir kıymet taşır.

HZ. PEYGAMBERİN TÜRKLERE MEKTUP YAZMASI

İsmail Hakkı İzmirli, Türk Tarih Kongresine sunduğu ve “Hz. Peygamber ve Türkler” adındaki bir tebliğde söz konusu mektup üzerinde durmakta ve bu konuda geniş bilgiler vermektedir. İzmirli; İbnü’l Esir’in meşhur eseri, Usdül-Gabe’nin Mısırdaki yazma bir nüshasına dayanarak şöyle demetedir.

“Hz. Peygamber’e Ümeyr kendi kabilesinden bir cemaat ile geldi. Peygamber ona Türkçe bir mektup yazdı. Ravi Ebu Hureyre o yazılan sözü zikretti. Fakat o mektubu rivayet edenler, Arapça lafızlar ile naklettiler. Tebdil ve tağyir ile hata vaki oldu. Bundan dolayı biz o mektubu zikretmekten vazgeçtik” demektir.

Yine İzmirli, tebliğinde Kazan alimlerinde Şehabettin Mercâni’nin “Müstefadü’l -Ahbar” isimli eserinde şöyle dediğini nakleder.
“İbnü’l -Eserin öz asrına yakın olan zamanda yazılan nüshada şedde ise “Arap lafızlarıyla Türkçe olarak, ifadesi bulunmaktadır, böylece mana pek zahir ve vazıh olarak ifade olunmaktadır. Kahire nüshasında hata ve rabıtasız ibare bulunmakla hasıl olan manayı ifade edememektedir. Bu mektup Ümeyye ve Beni Eşlem’e değil belki Türk halkına yazılmıştır. Hz. Peygamberin bu mektubu Hazar hakanına yazmış olması muhtemeldir.

Mercâni’nin beyanı dikkat çekmiş Mısır’da el-Menar sahibi Reşit Rıza’ya; Üsdü’l -Gabe’nin maruf nüshasında tahrif ve tebdil bulunup bulunmadığı sorulmuş, o da el-Menar’da yazdığı cevapta, söz konusu eserde tahrif ve tebdili kabul etmeyerek nüshadaki

İbaresinin doğru olduğunu bildirmiştir. Bu ibareye göre mana şöyle olmaktadır. “Peygamber, Ümeyr ve beraberindeki bulunanlara bir mektup yazdı. Biz onu zikretmekten vazgeçtik. Çünkü râviler onu yabancı lafızlar ile naklettiler. Bu lafızları değiştirdiler, biz de onu zikretmekten vazgeçtik”

Reşit Rıza yukarıda zikrettiğimiz manayı teyit için şöyle demektedir. “Türkiyyen” kelimesinden sonra “zikrehu” nun manası yoktur. Fakat “terekna” kelimesi olursa mana zahir olur. Mercani yazma nüshalardaki harflerde nokta olmadığından “Terekna”yı “Türkiyyen” “garibetin” kelimesini ise “Arabiyyetin” okuyarak hataya düşmüştür.55

Reşit Rıza’ya göre, Hz. Peygamberin mucize yoluyla Türkçe bilmesi mümkün ise de Hz. Peygamberin Umeyr ve kavmi Eslem için Türkçe mektup yazmasının bir anlamı yoktur; zira Arapçadan başka bir dille Araplara davette bulunması aklen uygun görülmemektedir.

C- Hulefâ-ı Raşidin Devri Türk – Arap İlişkileri

Hz. Peygamber’in vefatı üzerine halife seçilen Hz. Ebu Bekir peygamberlik iddiasında bulunanlarla, zekat vermek istemeyen kişilerin önderlik ettiği irtidad (dinden dönme) olaylarını ve isyanları bastırdıktan sonra, Hz. Peygamber’in İslam’ı yayma konusunda başlattığı stratejiyi sürdürmeye karar verdi ve yüzünü Arap Yarımadası’nın dışına çevirdi. Bu amaçla önce Sâsâni imparatorluğunun hâkimiyeti altındaki topraklara ordu şevketti. Hz. Ebu Bekir ile başlayan İslam fütuhatı başlıca üç istikametle gelişti: Doğuda İran, batıda Kuzey Afrika, kuzeyde ise Suriye ve Anadolu karşılarına devrin iki büyük imparatorluğunun ordularının çıkmasına rağmen İslam ordularını durdurmak mümkün olmadı. Bizans’a karşı kazanılan zaferler neticesinde bütün Suriye ve el-Cezire İslam devletinin sınırları dâhiline girdi. Halife Hz. Ömer (634–644) zamanında İslam fetihleri daha da hızlandı.Kasideye’de kazanılan zaferden sonra İslam ordusu Sâsânilerin başkenti Medain’i ele geçirdi. Sâsânilerle Müslümanlar arasında vuku bulan Kadisiyye savaşında (636) İran ordusunda azda olsa “Ketibe” adı verilen Türk birliklerinin bulunduğu bazı eserlerde geçmektedir.56 642 yılında kazanılan ve İslam tarihinde “Fethül -fütüh” (fetihler fethi) denilen riihavend zaferinden sonra İran kapıları Müslümanlara açıldı.

Nihavend Savaşı’nı (642) takip eden aylarda, doğu İran’ın fethini müteakip Müslüman kuvvetlerine Horasan ve Toharistan’ın yolu açılmış oldu. Abdullah b. Amir’in öncü kuvvetleri komutanı olan Ahoef b. Kays Horasan’a girerek, Herat, Nişâbûr ve Serahs’ı zaptetti. Daha sonra Merv üzerine yürüdü. Son Sâsâni hükümdarı III. Yezdücud buradan Merv el-Rud oradan da Belh ve nihayet Ceyhun’un ötesine kaçtı Müslüman kuvvetleri Belh ve Toharistan’a kadar bütün Horasan’ı ele geçirdi. Yezducerd Araplara karşı tek başına mukavemet edemeyeceğini anlayınca Türk Hakanı ve Çin imparatorundan yardım istedi. Fergana ve Saad halkından da destek gören Yezducerd, Ahnef b. Kays’m üzerine yürüdü. Yezducerd ve Türk Hakanı büyük bir orduyla Belhi geri aldılar. Ahnef b. Kays Basra ve Küfe birliklerinden oluşan 20 bin kişilik ordusuyla, arkasına dağı, önünde Merv nehrini almak suretiyle savunma tertibi aldı.

Müslüman ordusuyla müttefik ordusu arasında şiddetli çarpışmalar olmadı. Ahnef b. Kays’ın üç Türk ileri gelenini öldürmesini uğursuzluk sayan Türk Hakanı Müslümanlarla savaşmayı gereksiz bularak geri çekildi. Arap orduları, İslamiyet’in zuhurundan sonra ilk defa Türkler ile karşı karşıya gelmiş oluyordu.

Ahnef b. Kays Türk Hakanıyla karşılaşmasından sonra Hz. Ömer’e durumu bildiren bir mektup yazdı. Hz. Ömer verdiği cevapta, Ahnef b. Kays’in kazandığı zaferlerden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ancak Türk ordularıyla karşı karşıya gelecek olan Müslüman askerlerin kayıpları vermesinden endişe ederek “keşke Horasan’a ordu göndermeseydim, keşke Horasan’la aramızda ateşten bir deniz olsaydı” demiş ve Ceyhun nehrini geçerek fetihlere devam etmek isteyen Ahnef e “Sakın nehrin karşı tarafına geçme, bulunduğun yerde kal” emrini vermiştir.

Yüz yıl kadar sonra meşhur Arap edibi Cahız, Hz. Ömerin “Türk ülkelerine saldırılmayın” emrini, Hz. Peygamberin “Türkler size dokunmadıkça, sizde onlara dokunmayın” hadisini dikkate almaksızın şu şekilde yorumlar: “Türkler dehşetli saldırgandır, ama onlardan alınacak ganimet zahmetlere değmeyecek kadar azdır. Türkler yağma için savaşırlar, ama ellerine geçen mal ve serveti toplayıp biriktirmezler. Bu yüzden hiç kimse onların mal ve mülkünü ele geçirme hırsı duymaz.

İslam ordularının Türkler ile karşılaştıkları ve çetin savaşlar verdikleri ikinci bölge ise Kafkaslardır. Azerbaycan ve Ermeniye’nin fethinden sonra Müslüman birlikleri Kafkas dağlarına dayandılar ve bu dağların kuzeyinde bulunan Hazar devleti ile karşı karşıya geldiler.

Halife Hz. Ömer H. 22 (643) yılında Suraka b. Amri Babu’l -Ebvab’ın fethine memur etti. Suraka’nın maiyetine “Zin-nur” diye bilinen Abdurrahman b. Rebi’a el-Bahili, Selman b. Rebia gibi tanınmış şahsiyetler vardı. Süraka b. Amr yapılan çarpışmalarda şehit oldu. Süraka’nın yerine Abdurrahman ordu komutanlığına getirildi Abdurrahman komutasındaki birlikler el-Bab’a (Derbend) geldikleri zaman, burada Şehrbarâz adlı bir İranlı komutan hakim bulunuyordu. Şehrbarâz Yezducerdin Nihavend’de (642) mağlup olduğunu ve kendisine yardımcı kuvvetlerin gelme ihtimalinin kalmadığını görünce Müslümanlarla anlaşma cihetine gitti, cizye vermeleri şartıyla el-Bab halkına aman verildi.

Taberi’nin kaydettiğine göre, Abdurrahman b. Rebi’a ile Şehrbaraz arasında geçen konuşmada, Şehrbaraz’m “Ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna Abdurrahman: “Belencer’e sefer yapacağız” cevabını vermiştir. Rivayetin devamında Müslümanların Belencer’e (Etil) kadar başarılı bir sefer yaptıkları belirtilmektedir.

Yine Hz. Ömer döneminde Küfe valisi Ebu Musa el-Eşari’nin, Abdullah b. Budeyl b. Verka’yı Horasan’ın kapısı durumundaki el-Taybeseyn bölgesine gönderdiği ve bölge halkıyla Abdullah arasında bir antlaşma yapıldığı kaynaklarda geçmektedir.

İslam kaynaklarında “Horasan” ve “Maveraünnehir” denince Ceyhunun batısındaki bölgelerle beraber Harzem, Sicistan, ve Seyhun’un doğusundaki Taraz’a kadar olan yerler akla gelmektedir. Maveraünnehir ile Horasan’ın iki hudut bölgeleri vardır. Bunlardan birisi Toharistan diğeri ise Bedehşan’dır.

Batılı bilim adamları, Seyhun nehrinin İranlılar ile Türkler arasında tabii bir hudut teşkil ettiğini, Arapların Maveraünnehr de Türklerle değil, bilakis İranlılardan oluşan ordular ve yerli prenslerle, askeri ve siyasi münasebetlerde bulunduklarını, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinin Türkleşmesinin Selçuklular döneminde olduğunu kabul ederler.

Bu konuda dönemin en büyük araştırmacılarından Hakkı Dursun Yıldız batılılarca ileri sürülen iddiaların gerçeğe uymadığını, Arapların adı geçen bölgelerde fetihler yaparken Türklerle karşılaştıklarını ve onlarla uzun müddet mücadele ettiklerini, hata ilk dönemlerde az sayıda da olsa, münferiden Türklerin İslam dinine girdiklerini ifade etmiştir.

Diğer taraftan meşhur Arap müelliflerinden Cahız, Feth b. Hakan’dan naklen, mezkur yerlerde yaşayanların etnik kökenleri hakkında şöyle demektedir. Horasanlılar ile Türkler kardeştirler. Bunların memleketleri aynıdır. Aralarındaki ırk bağları aynı değilse de benzerdir. Türklerle Horasanlılar bazı bakımdan birbirlerinden farklı iseler de esas itibariyle hepsi de Horasanlıdırlar.

Horasan ismi Eski Farsça’da “hur” (güneş) ve “âsân” (gelen, doğan, kelimelerinden meydana gelmiştir ve “güneşin doğduğu yer, güneş ülkesi doğu bölgesi” anlamını taşımaktadır. İsim muhtemelen Sâsânilerin zamanında ortaya çıkmış ve kısa zamanda yaygınlaşmıştır. Horasan tarihte İran’ın kuzeydoğusunda yer alan çok geniş bir coğrafi bölgenin adı idi. Günümüzde bölgenin topraklan üç parçaya ayrılmış olup Merv, Nesâ ve Serahs yöresi Türkmenistan, Belh ve Herat yöresi Afganistan, kalan kısmı da İran sınırlan içinde bulunmaktadır.

Bu bilgilerden sonra Harzem, Sicistan, Afganistan ve Maveraünnehir bölgelerinde yaşayan, fakat Fars asıllı olmayan milletlerin Türk olduğunu söyleyebiliriz.

Hz. Ömer’in şehit edilmesinden sonra Horasan ve Toharistan’da müslümanlara karşı umumi bir ayaklanmanın patlak verdiği ve hatta bazı önemli şehirlerin geri alındığı görülmektedir.

Hz. Osman (644 -656) halife olduktan sonra Küfe valisi Said b. el-As ve Basra valisi Abdullah b.Âmir’e Horasan’ı tekrar fethetmelerini emretti. Hz. Osman yazdığı mektupta, Horasan’ı fethedenin Horasan’a sahip olacağını söylüyordu. Bunun üzerine Said b. el-As Taberistan üzerine yürüdü. Hz. Ali’nin iki oğlu Hasan ve Hüseyin ile birlikte Abbas, Amr b. As, Zübeyr b. Avvam ve Huzeyfe b. Yeman’ın da bulunduğu bir orduyla sefere çıkmış ve yapılan çarpışmalardan sonra bölge hakkı barış istemek zorunda kalmıştır.

Abdullah b. Amir Horasan’daki karşılıkları engellemek ve daha önce fethedilen ancak daha sonra elden çıkan bölgeleri tekrar fethetmek için Horasan’a bir sefer düzenledi. Basra’da yerine vekil olarak Ziyad b. Ebihi bıraktı. Abdullah b. Âmir, öncü kuvvetlernin başına Ahnef b. Kays’ı getirdi ve ona Horasan’ın kapısı durumundaki Taybeseyn adlı iki kaleyi fethetme görevini verdi. Ahnef daha önce antlaşma yapılan Taybeseyn halkıyla tekrar anlaşarak Kuhistan bölgesine girdi. Kuhistan halkı müslüman kuvvetlerine karşı koymaya çalışmışlarsa da yenilmiş, Müslümanlarla 600 bin dirhem ödemek şartıyla antlaşma imzalanmışlardır.

Abdullah b. Âmir, Nisabur’a bağlı Beyhak üzerine Esved b. Külsüm el-Adevi’yi gönderdi. Esved, Beyhak kuşatması esnasında şehit düştü, yerine kardeşi Edhem b. Külsüm geçti. Müslümanlar Beyhak şehrini ele geçirdiler.

Abdullah b. Âmir Nişabür üzerine yürüyerek etrafındaki yerleşim bölgelerini ele geçirdi ve şehri kuşattı. Şehir kuşatması aylar sürdü. Kale komutanlarından birisinin yardımıyla Müslümanlar Nişâbûr’u fethettiler. Ancak bir kısım müdafiler iç kaleye çekilerek direnişe devam ettiler. Abdullah b. Âmir bütün Nisabûra eman vermiş, bir milyon dirhem karşılığından da antlaşma imzalanmıştır. Bunu duyan iç kale müdafileri direnmekten vazgeçerek teslim oldular.

Abdullah b. Âmir Serahs üzerine Abdullah b. Hâzim es-Sülemi’yi gönderdi. Abdullah b. Hâzim Tus şehrini anlaşmayla ele geçirdi ve şehirden cizye olarak 600 bin dirhem aldı.

Abdullah b. Âmir Herat halkıyla bir milyon dirhem karşılığında antlaşma yapmıştır. Bu antlaşmayı işiten Merv valisi elçi göndererek iki milyon iki yüz bin dirhem karşılığında antlaşma teklif etti böylece Merv şehri de bir köy hariç tamamen sulh ile fethedilmiş oldu. Sine isimli köy ise silahla fethedilmiştir.

Abdullah b.Âmir bütün bu fetihleri gerçekleştirdikten sonra Müslümanlar ona şöyle demişlerdi: “Senin Fars, Kirman, Sicistan, Horasan bölgeleri gibi bölgeleri fethetmen daha önce kimseye nasip olmamıştır.” Abdullah b. Âmir’de onlara; “Vallahi bunun şükrünü eda edeceğim, Nişabür’den ihrama girip umreye gideceğim demiştir. Yerine Kay s b. Heysem’i vekil bırakın Ibn Amir umreye gitmiş, Hz. Osman’ın huzuruna çıkmıştır. Hz. Osman görevini izinsiz terkettiği için Abdullah’ı kınamıştır.

Müslümanlar ile Hazarlar arasındaki ilk ciddi çarpışma H. 32 (M. 652-653) yılından olmuştur. Abdurrahman b. Rebia komutasındaki İslam ordusu Derbend’i geçerek Hazarların başkenti Belencer üzerine yürüdü. Hazarlar Müslümanlarla savaşmaktan çekiniyor, onların yenilmez ve öldürülemez olduğuna inanıyorlardı. 73 Yapılan ilk çarpışmalarda Müslümanlar ağır kayıplar verdiler, Hazarlarda Müslümanların yenilebileceği kanaati oluştu. Belencer önüne yapılan savaşta müslümanlar yenildi. Abdurrahman şehit düştü. Müslüman ordusu iki gruba ayrıldı. Bir grubun başına Abdurrahman’m kardeşi Selman bulunuyordu, diğer grupta ise Selman-ı Farisi ve Ebu Hureyre vardı. Selman b. Rebia’nın idaresindeki grup Babül-EbavaÜa diğer grup ise Cürcan’a güçlükle dönebildi.74 Türkler şehit olan Abdurrahman’ı defnettiler, onun kutlu bir insan olduğunu düşünerek ondan yağmur yağdırması talebinde bulunuyorlardı.

Şair İbn Cumane Abdurrahman ve Kuteybe için şu şiiri söylemiştir;
“Bizim biri Belencerde, diğeri Çin’de iki kabrimiz var. Bu kabirler ne kadar hoş, ne kadar kutludur. Çin’deki kabrin feyz ve yardımı çoktur. Belencerdeki kabir hürmetine yağmurlar yağar”

Bu mağlubiyetten sonra Araplar ile Hazarlar arasında uzun bir süre çarpışmanın olmadığı görülmektedir. İslam devleti, dahili karışıklıklar sebebiyle Hazar cephesine gereken önemi vermemiş ve dolayısıyla mücadeleler durmuştur.

Hz. Osman döneminin ikinci altı yıllık diliminde ülke içindeki meydana gelen kargaşa ve ihtilaflar, ardında Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülmesi Orta Asya’daki fetihleri etkilemiş, hatta Toharistan Hanı bu durumdan istifade ederek fethedilen topraklarının büyük kısmını geri almıştı. Aynı zamanda Horasan Müslümanlardan arındırıldı. Bu arada Toharistan Hanı, daha önce kendisine sığınmış olan III, Yezdicerd’in oğlu Firuz’u Horasan hakimi olarak ilan etti.

Bu durum Hz. Ali döneminde de (656-661) devam etmiştir. Çünkü bu dönemde ülke içi ihtilaflar, iç savaşlar, iktidar mücadeleleri nedeniyle İslam coğrafyasına antlaşmalar yoluyla bağlanan bölgeler antlaşmalarını tek taraflı olarak ihlal ediyorlardı. Bu durum Muaviye B. Ebi Süfyan’m hilafete geçmesine kadar devam etti.

DEĞERLENDİRME

Sonuç olarak çalışmamızın başından beri vermiş olduğumuz bilgilerden hareketle, Arapların Türklerle ilk münasebetlerinin İslâm öncesinde Sâsâniler aracılığı ile başladığı, fakat bu münasebetlerin doğrudan değil, dolaylı olarak ve kısmi olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Hz. Muhammed (sav) döneminde de Türklerin bilindiği fakat iki millet arasında herhangi bir ciddi münasebetin olmadığını, bu konuda, ilk ciddi girişimlerin ikinci halife Hz. Ömer döneminde İran’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle başladığını belirtmeliyiz. Bu tarihten itibaren Müslüman Araplar fetihler münasebetiyle hem Orta Asya’da hem de Kafkasya’da Türkler ile karşılaşmışlar ve bu karşılaşma Müslümanların Türklerle meskûn bölgeleri fethetme teşebbüsleri nedeniyle genelde savaşlarla sonuçlanmıştır. Kısacası Araplarla Türklerin temasları pek dostâne gelişmemiş, bu da Türklerin Müslümanlaşmasını daha sonraki dönemlere ertelemiştir.

BİBLİYOGRAFYA
AĞIRAKÇA, Ahmed, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türler, XII. T.T.K. Kong. İst. 1999
Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1958
AVCIOĞLU, Doğan, Türklerin Tarihi, İst. 1989
AVCAN, İrfan, Müslüman Araplann Türklerle Münasebetleri, Türkler Ans.
BARTHOLD, W., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. Dursun. YILDIZ, T.T.K. Ank. 1991
CAHIZ, Ebu Osman Amr b. Bahr, Hilafet Ordusunun menkıbeleri ve türklerin Faziletleri, Çev. R, ŞEŞEN, Ank. 1988
CANAN, İbrahim, Kütübü’s-Sitte
DANİŞMEND, İ.H., Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu, Kon. 1978
Doğuştan Günümüze büyükîslam Tarihi, Haz. H.D. YILDIZ, İst. 1989
el-Belâzurî, Ahmet b. Yahya, Futuhu’l-Buldan, Beyrut, 1958
el-Belâzurî, Futuhu’l-Buldan, Çev. M. FAYDA, Ank. 1987
el-Belâzurî, Futuhu’l-Buldan, Çev. K.Z. UGAN, İst. 1956
el-Hamevi, Şihabüddin Yakut, Mu’cemü’l-Buldan, Beyrut, 1955
GİBB, H.A.R., Orta Asya Arap Fütuhatı, Çev. M. Hakkı, İst. 1930
GÜNGÖR, H., GÜNAY, E., Türklerin Dini Tarihi, İst. 1997
İbni A’sem el Küfı, Kitabu’l-Futuh, Beyrut, 1986
İbnü’1-Esir, Ebü’l-Hasen İzzeddin, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965
İbni Kesir, Ebu’1-Fida İsmail b. Ömer, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, 1966
İbn Hişam, es-Siratü’n-Nebeviyye, Mısır,1955.
İslam Ansiklopedisi, TDV
İZMİRLİ, İsmail Hakkı;“Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Önce Türk Kültürünün Arap Yarımadasındaki İzleri, II. T.T.K. Kong.,İst.1943
İZMİRLİ, İ.H., Hz. Peygamber ve Türkler, II. T.T.K. Kong. İst. 1943
KAFESOĞLU, L, Türk Milli Tarihi, İst. 2002
KAŞGARİ, Mahmud, Divanü’1-Lügati’t-Türk, Çev. Besim ATALAY, Ank. 1940
KİTAPÇI, Zekeriya, Yeni İslam Tarihi ve Türkler
KİTAPÇI, Zekeriya, Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, ist. 1989
KİTAPÇI, Zekeriya, Saadet Asrında Türkler, İlk Türk Sahabe, Tabii ve Tebea Tabiileri, Konya, 1996
KİTAPÇI, Zekeriya, Orta Asya’da İslamiyetin Yayılışı ve türkler, Konya, 1994
KOYUNCU, Mevlüt, Türkler ve İslamiyet, Türkler Ans.IV.
KURT, Hasan, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci, Ank. 1998
Narşâhi, Tarihu Buhara, Kahire, 1983
ÖZAYDIN, İbrahim, Türklerin İslamiyeti Kabulü, Türkler Ans.
RASONY, L., Tarihte Türklük, Ank. 1971
Taberi Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Tarihu’1-Umem ve’1-Muluk, Mısır, 1977
TOGAN, Zeki Velidi, Umumi türk Tarihine Giriş, İst. 1981
YIDIZ, Hakı Dursun, Türkler ve İslâmiyet, İst. 1980.

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP
İstanbul escort Samsun escort Mersin escort Eskişehir escort